Besmele varoluşun ilk nefesi

Kur’an’dan Risale-i Nur perspektifinde günümüze mesajlar(1)

Her başlanan şeyin ya da oluşumun bir yasası var. Bu kozmik âlemin de yasasıdır. Bu yasa görülmez ama her yerde hissedilir. Hiçbir varlık bu kuralın dışında değildir. Evrenin, dünyanın oluşumu ve insanın topraktan yaratılışı, insan denen varlığın dışında gelişen, yani yalnız ve yalnız Yaratıcının irade ve kudretine bağlı bir sonuçtur. Evrenin ilk yaratılışından bu zamana kadar ve bundan sonra da sürüp gidecek muhteşem bir süreç.

Çevremizde bir düzen ve bir oluşum varsa, her varlığın bu varoluşsal yasaya göre hareket etmesinin tabii sonucudur. Her oluşumda tek varlığın, yani en küçük ayrıntıya kadar var etme gücüne sahip Allah’ın iradesi ve kudreti vardır. Tekvini ve şer’i yasalarla kuşatılmışız. Bu iki yasanın dışında hareket eden insan,normal bir hayat sürdürmeyeceği gibi başını dertlerden de kurtaramaz. Gökyüzü ve yeryüzü bu yasaya göre hareket eder. Mevsimler, yağmurlar, rüzgârlar, bitkiler ve hayvanlar bu yasanın içindedir. İnsansa bu yasaya bilinçli olarak uyan ve uyması gereken tek varlık.

Özlü ifadeyle bütün varlık âleminin tek müsebbibi var; o da Allah’tır. Hal böyle olunca, her varlık “bismillah” der, yani Allah’ın adını anarak ancak bir varlık gösterebilir. İşte dev eser olan Risale-i Nur Külliyatının ilk büyük kitabı olan Sözler’in “Birinci Söz”ü de “Bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebanidir[1] diye vurgulayarak, bu yasanın genelliği çerçevesinde “Bismillah”la başlamaktadır.

Bediüzzaman, daha “Birinci Söz”le bu kozmik yasanın gerekliliğine dikkat çekerek bu anlamdaki bilinci yerleştirmek ister.

“Bismillah”, aslında tek yaratıcı olan Allah’ı hatırlayarak güç ve özgüven kazanmaktır.

İnsan gerçekten acizdir ama buna karşılık çok şeylere muhtaçtır. Bu haliyle insanın dengesi yok gibidir. Bu dünyada insan, son derece sınırlı gücüyle sonsuz ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli değil. İhtiyaçları karşılanmayan insanın, yaşadığı sürece bir çatışmanın içinde olmaması düşünülemez. Küçük bir nezleye yenik düşen insan, çoğu zaman küçük büyük ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdadır. Açlığını, susuzluğunu ve diğer beşeri ihtiyaçlarını gidermeyen insan elbette huzursuzdur. Zorlandığında bu ihtiyaçlarını gidermek için başvurmayacağı şiddettürü yok. İnsanın fizyolojik ihtiyaçlarının yanında bir dizi manevî ihtiyaçları vardır.

“Besmele”yle doğrudan ilgili olan manevî ihtiyaçlardan bir ikisini ele alıp, “besmele” bilincinin insan hayatına ne derece gerekli olduğunun üzerinde durarak, bu konuya bir başka açıdan açılım sağlamaya çalışacağız.

İnsanın varoluşsal iki büyük ihtiyacı var. Biri aidiyetse diğeri güvenlik ihtiyacıdır. Bu iki ihtiyaç aslında birbirini tamamlar. Bu iki ihtiyaçtan mahrum olan insanın, nasıl yaşarsa yaşasın, gün yüzü görmesive rahat etmesi uzak bir ihtimal.

Bir çocuk, son derece acizdir; ama tüm ihtiyaçlarıyla annesine bağımlıdır. Onun hayatı bir bakıma annesinin varlığına bağlıdır. Annesinin kucağında olduğu sürece güvencededir. Çünkü annesi her ihtiyacını giderme durumundadır. Annesinden uzaklaştığındaysa çocuğu bir korkudur alır. Neden? Çünkü ait olduğu varlık olan anne yoktur ya da uzaklardadır. Çocuk annenin sevgi ve korumasına muhtaçtır. Anneden ayrı kalan çocuğa yetim, yani korunmasız denmesinin asıl sebebi, aidiyet ve güvenlik duygusundan mahrum olmasıdır. Bir de çocuk, arkasında annesini gördüğünde ileriye adımlar atma cesaretini daha çok gösterir. Onun güven duygusuna sahip olması gelişimiyle de yakından ilgilidir. Özellikle anne-babanın sevgisi çocuk için özgüvendir.

Yetişkin insan da bir çocuk gibidir. Tefekkürü ve aklı sayesinde acizliğiyle ihtiyaçlarının yığınca olması karşısında ne denli çaresiz olduğuna bizzat şahittir. Sonsuz ihtiyaçlarını ancak sonsuz bir varlığın karşılayacağıysa aklın tek yolu. Dünya geçici, ihtiyaçlar sınırsız ve kendisiyse aciz… Bu haliyle insan çıkmazda değil de nedir?Ama biraz düşünürse bunun böyle olmadığını anlamada gecikmez; yani bunca büyük oluşumun kendi ve kendisi gibi olanlar tarafından yapılamayacağını anlar. Anlar dabu oluşumu aşkın bir varlık olan Allah’a verir ve rahatlar.

Kozmik âlemin tek güvencesi Allah’tır.

İnsan da çocuk misali ait olduğu tek yaratıcı olan Allah’ın güvencesine muhtaçtır. İman da güvenceden başka değil. Zaten iman “emn” kökünden türetilen bir terimdir. İmanı, yani Allah’ı bir ve bütün ayrıntılara varıncaya kadar her şeyi yaratan olarak bilen, güvencededir. O “ Benim Allah’ım, benim için gerekli olanı bilir, istediğimde cevap verir, benim aklımın almadığı her şeyin üstesinden gelir” tasavvuruyla derin bir algı içindedir. Allah, onun en büyük nokta-i istinadı, dayanağıdır. O bu haliyle kendini de fazla düşünmez, çünkü Allah’a aittir; kendinin asıl sahibi Allah’tır. O dünyada sadece bir emanetçidir ve O’nun gösterdiği yoldan gittiği takdirde işlerin yolunda gideceğine inanır. Geleceğinden kaygı duymamaktadır. Yaşadığı sürece adımlarını korkmadan ve kararlı bir şekilde atar. Ait olduğu Yaratıcısının güvencesinde olduğu için de çocuk misali böylesi bir güvenceden mahrum olanların korkularına asla kapılmaz. Kur’an’ın “Unutmayın ki Allah’a yakın olanlar(evliyaullah), gelecekten dolayı kaygı ve geçmişten dolayı da keder duymayacaklar[2]  sırrına mazhar olur.

Aidiyet ve güvencede olmak, gelişimin yani tekâmülün önemli bir gerekliliğidir;bunun tam tersi güvenliğin tehlikeye düşmesi halinde ise gerilere ve daha basit temellere dönüş anlamına gelecektir.[3]

Bediüzzaman, aidiyet ve güvenliğe asker örneğini vererek Allah’a dayanmanın rahatlığına daha orijinal bir yaklaşımda bulunur. Asker, kışlada her şeyiyle devlete bağlıdır. Yemesinden yatmasına kadar hiçbir şeyin derdine düşmez. Devlet adına hareket ettiği için hiç kimseden korkmaz. Bunun tam tersi olsa bu denli rahat olabilir mi? Müminin askerden ne farkı var? Ait olduğu Allah ona bir dayanak olmazsa, güven içinde dünyasını nasıl yaşayabilir? Bunalımların çoğu, bu yasanın yoksunluğundan kaynaklanır. Aidiyetin yokluğuyla varoluşsal güvenceden mahrumiyet, büyük bir eksikliktir, insan için kaostur, kısır bir döngüdür; hatta insanı intihar eşiğine kadar vardırır.

Bediüzzaman, bu muhteşem yasanın apaçık görüldüğü örnekleri fazlalaştırır. Her şey Cenabı-ı Hakkın namına hareket eder diyerek, çekirdeklerin dağ gibi yükleri nasıl taşıdığına, ağaçların görülmeyen bir hazineden nasıl meyve verdiklerine, bahçelerin lezzetli yiyeceklere nasıl kazan olduklarına, koyun ve inek gibi hayvanların süt veren birer çeşme halinenasıl geldiklerine ilişkin mesajlarla düşünenlerin dikkatini çeker. Hele ipek gibi yumuşak köklerin sert kayalara tutunmalarının “Allah ve Rahman namına” hareket etmelerinden başka akla uygun bir izahının olamayacağını söyler.[4]

İşte “Besmele”, bu ait olma ve güvencenin garantisi olduğu gibi aynı zamanda sembolüdür. Tevhit inancının farkındalık düzeyinde bir algısıdır.

“Bismillah” diyen, ona her şartta yardım edileceğine ve birnokta-i istinada dayandığına inanan insan, artık dünyada yaşadığı sürece önündeki hiçbir engele takılmaz, hiçbir şeyden korkusu olmaz, başarsa da başarmasa da başarı ve başarısızlık kompleksine girmez; dahası dünyayı insanca yaşama becerisini kazanır. Bu insan, bir “besmele” ile varoluşun en ince sırlarına ererek hayat bilincinin yüksek mertebelerinde yaşamaya başlar. Bu da hayatınzirve doyumudur. Bir çekirdek, bir çiçek, bir yağmur damlası, bir atom parçası kozmik yasanın gereğine uyup işlevlerini yerine getiriyorlarsa, aklı ve iradesiyle insan her şeyden daha çok bu yasaya uyarak, “bismillah”ın bilincine ermek zorundadır. Yalnızca sözle değil, çok daha fazlasıyla farkındalık düzeyinde bu derin anlamı özümseyip yaşamalıdır.

“Bismillah”, öyle bir iksirdir ki ilk anda uzak bir ihtimal olarak kabul ettiği akla zor gelenlerin kapısını aralar. Bu kutsal kelimeyi söylemek, kozmosla bir olup kâinatı yaratan Allah’ın gücünü yanına çekmektir. İpek gibi köklerin sert kayaları delip geçmesi Allah’ın adına hareket etmelerinden başka izahı var mı? Üstelik koca ağacın ayakta durması, o köklerin kayayı pençeleyip kavramalarına borçludur.

Bediüzzaman, tam da burada, Kur’an’ın, günümüze olan mesajlarını “besmele” ile ilişkilendirerek, “En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer asa-i Musa(a.s.) gibi, فَقُلْناَ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ 

emrine imtisal ederek taşları şakkeder. Ve sonra o sigara kâğıdı gibi ince nazenin yapraklar, birer aza-i İbrahim(a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı, يَا نَارُ كُونِى بَرْداً وَسَلاَماً

 ayetini okuyorlar.[5]ayetlerini dikkatlere veriyor.

İlk ayetin tamamı “Musa kavmini suvarmak istediği zaman da dedik ki: ‘Değneğini kayaya vur!’ Bunun ardından ondan on iki kaynak fışkırmıştır. Bu sayede herkes içeceği yeri bilmişti. Haydi, Allah’ın rızkından yiyin, için; fakat yeryüzünün fesadıyla sonuçlanacak düzenbazlıklara tevessül etmeyin.[6]dir.

Burada “değneğini taşa vur” emri ile su arasında bir ilişki yok gibi gözüküyor. Ama Allah diledikten sonra olmayacak bir şey yok. Bu kâinat da onun dilemesiyle yoktan yaratılmıştı. Allah emrettikten sonra, kula düşen O’nun ismini anarak emri yerine getirmektir. Müfessir Hamdi Yazır, eğer Hz. Musa “değneği taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?” diye aklını kullanarak anında emri yerine getirmemiş olsaydı, bu büyük nimet tecelli etmeyerek dua ve araştırmalar boşa çıkacaktı, diye bir açıklama yapar.[7] Hz. Musa, Allah’ın adını anıp maddi sebep olan “değnekle taşa vurma” eylemiyle duasının kabul olacağını biliyordu. Taştan on iki göze açılmasının altında elbette Allah’ın gücü ve iradesi vardır. İşte “Besmele” çekmek, bu gücü celbeden bir bilinçtir.

Ayet daha sonraki kuşaklara, özellikle günümüze, bir mucize olmanın ötesinde, bir mesaj da verir. “Besmele”yi güven unsuru olarak kabul eden araştırmacı, bu büyük mucizenin bir benzerini ortaya çıkarmak için maddî sebep olan çalışmaya koyulur. Bediüzzaman’ın deyişiyle santrifüj aleti, “Biz ona ‘değneğini taşa vur!’ demiştik” ayetiyle işaret edilen Hz. Musa’nın (a.s.) değneğindenders almıştır.[8] Günümüzde sondaj aletiyle artezyen kuyularına ulaşılması bu mucizenin işaret ettiği hedeflerin belki de bir tanesidir. Derinlerde ve bize gizli olan su kaynağı bu yöntemle hayat kaynağı olmaktadır. Bu, “besmele” nin, yani Allah’ın adını anarak tevekkülün bir sonucudur. “Besmele” den sonra başlanan süreç aynı zamanda kozmik yasanın da kendisidir.

“Ey ateş! Serin ve esenlikli ol!” diye olan ikinci ayet de Allah’ın emriyle yakıcılık özelliği olan ateş Hz. İbrahim(a.s.)’e serin ve adeta koruyucu olmuştur. Ateşin yakıcılığı bir yasaya bağlı; ama ikinci bir ilahî yasayla da yakıcılığı ortadan kalkabiliyor. Allah’ın adının hatırlanıp anıldığı yerde bize göre olmaz olanlar olabiliyor. Ateşin herhangi bir engel olmadan Hz. İbrahim’i yakmaması doğrudan Allah’ın müdahale ettiği bir mucizedir. Bu mucize, günümüze de insan bedeniyle ateşin arasında bulunan ateşin hararetini engelleyen bir elbise olarak ortaya çıkabilmesineilişkin açık mesajları[9] vardır. Allah’a güvenip bu mucize çerçevesinde araştırma yapabilen, yani tekvini kanunlara uyan araştırmacının bu tür teknolojik bir buluşa imza atması uzak bir ihtimal olmamıştır.

Buluşlarda inananla inanmayanların başarıları eşit gibidir. Çünkü ikisi de aynı kanunun, yani tekvini/kozmik kanunun gereğini yerine getirmektedirler. Bir farkla ki, Müslüman bir de uyduğu kelam sıfatından gelen şeriatın kanunlarını da dikkate almaktadır. Müslüman araştırmacı her zaman diğerinden bir adım öndedir ve bir artısı vardır. Bu demektir ki, bu tür bir mucize üzerinde çalışan Müslüman araştırmacı, Allah’ı nokta-i istinat edinip tam bir güven içinde sonuca daha çabuk ulaşması gerekir. Aksaklıklar tamamen onun bu süreci iyice kullanamamasından kaynaklanır.

“Besmele” Allah’ın varlığını, birliğini ve gücünü hatırlattığı için, burada güdüleyici bir rol oynamaktadır.

Allah en büyük dayanaktır, ait olunması ve güvenilmesi gereken tek güçtür. Bu güce dayananın önü hep aydınlıktır; bu güce güvenen her an gelişime açıktır.

Ve “Bismillahirrahmanirrahim” bilinci, gelişmenin, kâmil insan olma yolunun teminatıdır.



[1] Nursî, Bediüzzaman Said (2005), Sözler, s: 15, Yeni Asya Yayınları, İstanbul.

[2]Kur’an, (10) Yunus Süresi: 62.

[3]Maslow, Abraham(2001), İnsan Olmanın Psikolojisi, çev: Okhan Gündüz, s: 58, Kuraldışı, İstanbul.

[4]Nursî, Bediüzzaman Said (2005), Sözler, s: 16,17,Yeni Asya Yayınları, İstanbul.

[5]Nursî, Bediüzzaman Said (2005), Sözler, s: 17,Yeni Asya Yayınları, İstanbul.

[6] Kur’an, (1) Bakara suresi, 60.

[7]Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, 1.Cilt, s: 366, Eser Kitabevi, İstanbul.

[8] Nursî, Bediüzzaman Said (2008), İşâratü’l-İ’caz, s:421, Yeni Asya Yayınları, İstanbul.

[9] Nursî, Bediüzzaman Said (2008), İşâratü’l-İ’caz, s:422, Yeni Asya Yayınları, İstanbul.  

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum