Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

Bir vakfın düşündürdükleri

Ruhu ve bedeniyle bir bütün olan insanın rahat ve huzuru da bu bütünün bütün unsurlarına bağlıdır. Sadece bir baş ağrısı bile insanı dertli yapabiliyor ve dünyaya bakışını acılaştırabiliyor.

Geçenlerde bir vakıf tabelasına gözüm ilişti: "Böbrek Vakfı"

Böbrek hastalarının derdine deva olmak için çabalayan hamiyetli ve gayretli kişiler böyle bir vakıf kurmuşlar, insanlık sevgilerini bu cephede sergilemişlerdi. Herkesin kendi derdine düştüğü bir ortamda başkalarının böbreğini dert edinmek yüksek bir haslet ve tebrike şayan bir çalışmaydı.

Aklım bunları düşünürken hayalim o çekirdeği büyütüp bir ağaç haline getirdi. İnsanın her bir organı için ayrı bir vakıf kurdurdu, caddeler vakıf tabelalarıyla doldu: Akciğer Vakfı, Karaciğer Vakfı, Pankreas Vakfı, Göz Vakfı, Kulak Vakfı ve daha niceleri.

Bütün bu organlar muntazam çalışacaklardı ki insan kendi bedeniyle uğraşmayı bir tarafa bıraksın da bir şeyler yapsın.

O sırada hayal alemimde bir dilenci belirdi. Bütün organları sapasağlamdı, ama işsizdi, dilenmeye mecbur kalmıştı. “Demek ki” dedim kendi kendime, “bütün organların sağlam olması da dünyanın rahat ve huzuru için kâfi değil. Kişinin maddi ihtiyaçlarının da karşılanması da lazım.”

O zaman hayalimdeki vakıfların sayısı arttıkça arttı: Yiyecek vakfı, giyecek vakfı, barınma vakfı gibi.

“İnsanı gerçekten seven samimî bir hümanist bütün bunları dert edinmeli.” diye düşündüm kendi kendime.

Sonra birden ihtiyarlık ve ölüm çıktı karşıma. Bunlar için birer vakıf kurmak mümkün değildi. Bunlar beşerin önündeki yıkılmaz köprülerdi. Onlara mutlaka uğranacak, onlardan her halde geçilecekti.

İnsan iradesi burada donup kalıyor ve insan kalbi onun nefsine şu mesajı veriyor:

Bütün bu vakıflar insanlığa hizmet için kurulmuşlar. Bu dünya ahiretin tarlası olduğu için bütün bu gayretler o insanlara büyük sevap kazandırıyorlar. Şu var ki, hem hastalar, hem de onların imdadına koşanlar bir gün bu alemden göçüp gidecekler. Öyleyse gerçek hümanizmin, “insana kabir ötesi yolculuğunda bir şeyler kazandırmak” olduğu oraya çıkıyor.

Bu noktada bütün beşerî ihtiyaçları küçülten ve gölgede bırakan bir nura muhatabız: "İman nuru."

Kalplerde bu nuru parlatmak için görevli İlahi elçileri görüyoruz karşımızda: "Peygamberler."

Ve en büyük peygamber, en büyük hidayet kaynağıyla beşerin imdadına yetişiyor: "Kur’an."

Kur’an deyince onun bir hülasası olan Fatiha Sûresini hatırladım. Kur’andaki bütün İlahî gayeler ve mesajlar birer çekirdek halinde bu sûrede mevcuttu. Bu mukaddes sûreye bir de hümanizm gözüyle bakmak istedim:

"Bütün hamd ve senanın Allah’a mahsus olduğunu, Onun bütün alemleri terbiye ettiğini, Rahmân ve Rahîm olduğunu" ders vermekle başlıyordu. Demek ki, gerçek insan sevgisi, ona Rabbini tanıtmayı gerektiriyordu. Onun terbiye ettiği bütün alemleri insanın önüne sermek ve onun kalbini şükürle, sevinçle, sürurla doldurmak icap ediyordu.

Sûreden bu dersi alan her bir insan, saçının, kaşının, gözünün, kulağının, kalbinin, ciğerinin, midesinin kendisi için büyük bir rahmet olduğunu ve bütün bunların bir İlahî terbiyeden geçerek faydalı hale geldiğini, aynı şekilde aklının, hafızasının, hayalinin ve bütün hissiyatının da o rahmetle terbiye edildiklerini hayretle düşünür. Kalbi, Rahmân ve Rahîm olan Rabbine karşı sonsuz bir muhabbetle dolar. Bu ise insan için büyük bir saadettir. Onun bu saadeti tatması için gösterilecek çabalar da insana yapılacak en büyük yardım, en kutsî hizmettir.

Bu noktaya ulaşan ve bu zevki tadan insan, düşüncesini beden ve ruhuyla sınırlı tutmaz; havanın, suyun güneşin, bitkilerin, hayvanların, dağların, denizlerin, güneşin, ayın, yıldızların da ayrı terbiyelerden geçtiklerini ve hepsinin insanın hizmetine verildiklerini düşünür.

Rahman ve Rahîm isimleri bütün alemlerdeki her türlü terbiyenin insana rahmet olduğunu ders veriyorlar. Bunu düşünen insan artık hangi organına ve duygusuna baksa, çevresindeki hangi meyveye ve sebzeye nazar etse, semadaki hangi yıldıza gözü ilişse ruhu o rahmetten bir nur ile ışıklanır, iç alemi sürurla, neşeyle dolar. İnsanı bu zevkten mahrum bırakmak ona yapılacak en büyük düşmanlıktır.

Sûrenin devamında Allah’ın “din gününün sahibi” olduğu hatırlatılıyor. Demek ki, gerçek hümanizm, asıl insan sevgisi insanların mahşerin dehşetinden, hesap korkusundan ve cehennem endişesinden kurtarılıp cennet yolcusu olmaları için çalışmayı gerektirir.

“Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” diye devam ediyordu sûre.

Bunu düşünürken bir başka ayetin meali aklıma geldi: “Biz cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattık.”

Göz görmek için yaratılmıştı, gözü seven insan onu görmede kullanacaktı. Başka bir işe soksa onu kör ederdi. İnsan da ibadet için yaratılmıştı, yani Rabbini tanımak, hadsiz nimetlerine şükretmek, emir dairesinde yaşamak ve yasaklardan hassasiyetle kaçınmak için yaratılmıştı. Bu insanı başka sahalara sokanlar ona zulmediyorlardı.

Ve gerçek hümanizm insanı bu zulüm yollarından kurtarmaktı.

Bu kurtuluşun nereye çıkacağı da hemen bir sonraki ayette haber veriliyordu:
“Bizi sırat-ı müstakime hidayet et.”

Bu yol, bir başka sûrede haber verildiği gibi, “peygamberlerin, sıddıkların, salihlerin ve şühedanın” yoluydu.

Bu yola girmeyenleri iki büyük tehlike bekliyordu: Birisi, “dâllîn” grubuna girmek, yani dalalete düşmek, sapık fikirli olmak, yanlış bir yol tutmak; diğeri ise “mağdub” güruhuna dahil olmak, yani Allah’ın gazabına uğramak, başta ahlâksızlık ve zulüm olmak üzere İlahî gazabı celbeden davranışların içine düşmek.

İşte bu mukaddes sûre, bu iki tehlikeden kurtuluşumuz için Rabbimize dua ile son buluyordu.

Bu düşünceler beni önceki hayalimin yeni uzantılarına götürdü; daha nice vakıflar kurulması gerekiyordu: Ruh Vakfı, Akıl Vakfı, Vicdan Vakfı, Hafıza Vakfı, Sevgi Vakfı…

Beden ruhun hizmetçisi idi. O hizmetçi için bu kadar vakıflar kurarken sultanı unutmak elbette akıl kârı değildi.

Bütün bu vakıflar bir genel merkeze bağlıydılar: Hidayet Vakfı.

Ve gerçek hümanizm, insanların hidayeti için çalışmak, onları her türlü yanlış ideolojilerden, batıl inançlardan, sakat dünya görüşlerinden, sapık ahlâk telakkilerinden kurtarmaktı.

Hidayet, istikamet yoludur. Her türlü aşırılıklardan kurtuluş demektir.

İstikametten ayrılan kişi, iki aşılıktan birine düşer: İfrat veya tefrit.

Birisi ileriye veya yukarıya doğru, diğeri ise geriye veya aşağıya doğru bir sapmadır. Bunların her ikisi de zararlıdır.

Çok sıcak havadan da rahatsız oluruz, çok soğutkan da. İstikamet, ılık iklimdir.

Bütün maddî hastalıklar da istikametten sapmanın birer acı sonucudur. Hastanede verdiğimiz tahliller için alt ve üst sınırlar çizilmiştir: İstikamet, bu sınırlar arasında kalmaktır.

Kalp aleminde inançsızlık bir aşırılık ise, putlara tapmak da ayrı bir aşırılıktır; kalbin istikameti gerçek imandır.

Cimrilik, kişiyi merhamet duygusundan uzaklaştırırken, savurganlık onu bir gün muhtaç hale sokar; istikamet, cömertliktir.

İlme ilgi duymamak gibi, bütün bilim dallarında ölçüsüz çalışma yapmak da aşırılıktır. İstikamet, belli bir veya birkaç sahada ihtisaslaşmaktır.

Miyop olmak da aşırılıktır, hipermetrop olmak da. İstikamet, bu ikisinden de azade sağlam görüştür.

Her şeyden korkmak gibi, hiçbir şeyden korkmamak da tehlikelidir. İstikamet, korkulması gerekenden korkmaktır.
Örnekler çoğaltılabilir.

Kısacası gerçek hümanizm bütün insanların istikamet üzere olması için çalışmak, en azından, bunu gönülden arzulamaktır.

Burada şu iki soruyla karşılaşıyoruz:
- İstikametten uzak insanları sevmeyecek miyiz?
- İstikametten sapmış insanları da mı seveceğiz?

Bir baba, yanlış yolda giden çocuğu için üzüntü duyar, onun kurtuluşunu arzu eder, fakat onun yolunu da beğenmez. “Yola karşı olmak” başka, “yolcuya karşı olmak” daha başkadır.

Bizim ölçümüz şudur: Tek sağlam yol, istikamet yoludur. Bu yoldan sapanlar mağdup ve dallin olurlar ve bunlar için ebedî alemde acıklı bir azap vardır.

Buna inanan bir insan, her sapık kişiyi yahut her ahlâksız insanı hoş göremez. “O da öyle inanıyor, öyle yaşasın.” diyemez. Çünkü tuttuğu yol o insanı helake götürmektedir. Bu tarz bir düşünce hümanizm değil, insanın felaketine bilerek göz yummaktır.

Böyle düşünenler ahirete inanmıyorlarsa o başka meseledir.

Uygulamada şuna şahit oluruz: Hayatı bu dünyaya hasreden materyalist yahut ateist insanların büyük çoğunluğu sadece kendi menfaatlerini düşünür, kimseye bir yardımda bulunmazlar. Hümanizmin sadece sözünü ederler. İşin tuhafı, bu kişiler büyük bir ekseriyetle İslâm düşmanı kesilirler. Halbuki, müslümanlar da insandırlar, onları da sevmeleri lâzım gelmez mi? Bu büyük bir tezattır.

İnançsız insanlar hakkındaki şu harika tespitle yazımıza son verelim:

“Ölüm ve idam intizarında bulunan bir insan, sehbanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?” (Mesnevî-i Nuriye)

Böyle kişilerin inancına göre ölümden sonrası hiçliktir.

Hayatın sonunu “idam” telakki eden kişi, dünyadan gerçek manada zevk alamayacağı gibi, başka insanlara acıyıp yardım etmesi de onların sehpalarını süslemekten başka bir işe yaramaz. (Sorularla İslamiyet)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum