Bir rüya ve iç huzuru

Yarım asrı biraz geçen bir ömrün çeyreğinin biraz fazlasından canlı kesit: 

İç huzuru deyince gençliğimi, yani öğrenciliğimdeki yoğun bunalım dönemimi hatırlarım ve birilerinden yardım almadan nasıl da bu derin acımı geçiştirdiğimi düşündükçe hâlâ şaşarım.

O zor dönemde ortaöğretimin son sınıfındaydım. Arkadaşlarım gençliklerini doludizgin yaşarlarken ben içimi bilmem hangi yerlerini istila eden o acılı ve sancılı aylarımın, günlerimin ve hatta anlarımın geçmesini iple çekiyordum. O denli ki uyurken, okula gidip gelirken, ders dinlerken, teneffüste dolaşırken, sokakta gezerken ve arkadaşlarımla şakalaşırken hep içimdeki bu kör düğümü düşünürdüm. Bir gencin acı, acılar çekmesi ve ne olduğunu bilmediği şeylerle boğuşması ne kadar zor!

Beni anlayan, bana merhem olabilen, “ne var sende?” diye sorup biraz olsun empati kurmaya çalışan, etrafımda insanlar olsa da beni anlayacak düzeyde olanlar yoktu. Hem evde ve hem okulda yapayalnızdım. İçinde bulunduğum bu sarmaldan elbette kurtulmak için uğraşıyordum. Ama hangi deneyimle? Onu da bilmiyordum. Geceleri zor uyuyordum.

Tarikat kültürüyle az çok yoğrulmuş bir asistanın sohbetlerinde yakaladığım yöntemlerine sarılmıştım ama onlar bile acımı daha çok tetikleyip derinleştirmişti. Okuyordum, okuyarak içimdeki yoğun sıkıntıyı biraz olsun dağıtmak istiyordum. Kendimce bir mantık geliştirmiştim ama nafile, acılarım dinecek yerde dörtnala koşturur gibi beni meçhule doğru sürüklüyordu.

En büyük tesellim şehrin denize bakan Kale Parktı. Okul çıkışında oraya koşup nefesleniyordum. Deniz, ufuk ve ta dipte dalgalardan oyulmuş kayalıklar beni oyalıyordu. Onlarla konuşuyordum. İç huzurumun kaynağını onlardan bulmaya çalışıyordum. Bir zaman sonra içime onlar da bir şey veremez oldu. Gece gündüz ben acı olup çıktım.

Ve bir gün yine soluğu bu parkta almıştım. Akşam üzereydi. Dipteki kayalara ve bir de kızıllaşan ufka baktım. Tam inanmadığım, belki de varlığını henüz işselleştiremediğim ve belki de asıl sorun haline getirdiğim Allah’a yönelerek tam bir hafta sonra buraya geliyorum diye mırıldandım: Bu süre içinde acılarım geçmezse, bu gencecik bedenim ta dipteki şu oyulmuş kayaların üzerinde olacak!

Bu bir sözdü elbette. En kötü kararlılık kararsızlıktan iyidir kuralıyla biraz rahatlamıştım. Sokak ve caddeleri hızla geçtim. Karanlık ve dar sokaklardan evime gidince akşamı da her zaman olduğu gibi içimdeki acılarla kıldım.

O gece ve geceyi takip eden üç gün hiçbir değişiklik olmadan aynen geçiyordu her şey. Çok az konuşuyordum. Dersler, arkadaşlarım ve öğretmenlerim benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Kendimi nesneler, kaskatı kesilmiş ve ruhsuz kalabalıklar arasında hissediyordum sanki. Ama en azından bende beni ahtapot gibi saran bunalımdan ama böyle ama şöyle kurtulmak umudum vardı. Acım koca demirden bir külçe olmuş ve içimde öylesine bir ağırlık yapıyordu ki yürürken bile bunu hissediyordum.

Sanırım dördüncü günün gecesi yine Allah’a yalvarıp gözyaşı dökerek yattım. Ama uyku tutmamıştı gözüme. Sonradan dalmış olmam gerekir ki, ayan beyan bir rüya görmüştüm. Geceydi. Her gün geçtiğim dört yolun kesiştiği bir kavşakta, önümden ancak birkaç metre ileriyi görmeme izin veren kucağımda öteberi dolu çokça paketler vardı. Aniden ışıklar sönmüştü. Ben pardösümün eteğine sürünen araçların tam ortasında kalmıştım. Olduğum yere mıhlanmıştım. Araçların farları yanmıyordu. Çevremde en küçük bir ışık huzmesi de yoktu. Her taraf zifiri karanlık… Korna da çalmıyordu araçlar. Artık bir aracın bana nasıl çarpacağını merak edip bekliyordum. Bir Çin işkencesiydi bu! İyi ki sağ tarafımdan uzaklardan bir ışık belirmişti. Bu ışık veren tek fardı. Ona içimden teşekkür ettim. Yakınıma gelince şehrin ışıkları da yanmıştı ve içimin ışıkları da…

Uyandığım gibi divanımdan aşağı atladım. Tüy gibi hafiftim. Hemen abdestle birlikte mahallemin karanlık sokaklarına ve oradan da şehrin caddelerine daldım. Koşuyordum… İç huzurumun o engin muştusuna koşuyordum. Şehrin büyük camiinde namazı kıldıktan sonra evime gelip günlerden ve belki de aylardan sonra ilk kez güldüğümü kırık aynamdan görünce derin bir iç çektim.

Bugünden sonra daha bir süre acılarım etkisiz de olsa yine de sürmüştü. Rüyamdan herhalde bir yıl sonra rüyamdaki tek ışık gibi nurlar saçan ve iç acılarımı tedavi edip beni ışığa boğan o kültür hazinesi, Risale-i Nur’a da kavuştum. Rüyamdaki o tek ışık, ama bütün kâinatı ve içimi aydınlatan oydu.

Elbette iç huzurun temellerini tevhidin o engin bakışı atabilirdi. Ama onun da çok aşamaları var. O gün bugün bu aşamaları aşmak için ve bu aşamalardaki ayrıntıları, düğümleri ve kaosları bir bir çözmek için sürekli bir uğraş içindeyim. Aldığım yol bana göre çok kısa ama almam gereken yol ise çok çok daha uzun. İçimde düğümlerden oluşan koca bir yumak var.

Sağlam temel atılmadan ve her zaman tetikte olmadan iç huzurumuzu sağlayan çözümleri bulmak çok zor.

Not: Yeni ahirete uğurladığımız Şaban Döğen dostumuz için Allah’tan rahmet, hüzünlü ailesine sabırlar dileriz.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.