Bir rıhletin seyri, Orhan Okay’ın ebediyete intikali

Orhan Okay hocam ebedi mekanına kabrin kapısından girdi. Bediüzzaman “kabir alemi ahirete açılmış bir kapıdır, arka ciheti rahmet ön ciheti ise ızdıraptır” şeklinde konuşur. Hocamın ölüm haberini alınca İstanbul’a hareket ettik, gece Fatih’te Nurtaşında kaldım. Daha varır varmaz Orhan Bey Hocam’ın kırk yıllık hukuku gereği onun için bir taziye neviinden yazı yazdım. Yahya Kemal’in Yavuz Sultan Selim han için yazdığı ünlü Selimnamesinin rıhlet bölümünü adapte ettim. Hocam da söz sultanı idi, varlığı bir yeni bakış açısı ve yeni bir dünya idi. Hocam kabre konmadan ben yazımı yayınladım telefonla tebrik edenler oldu hatta bir öğretim üyesi arkadaşım “sen dersi bırak da böyle yazılar yaz“ dedi. Abdullah Uçman, hocamın en yakın bendesi ve yaranı idi. Çok zaman onunla bulundu ona hem müsahip hem de  arkadaştı. Ölüm haberini gazetede verirken aniden ölümden dolayı  çok üzülmüştü. Hastalık türü ölümler insanı alıştıra alıştıra ölüme götürür ama ani ölümler çarpıcı ve sarsıcı idi.

Osmanlı üdebası ölümler karşısında daha duyarlı gibi. Nabizade Nazım 1893’te öldüğünde o günün şartlarında hakkında birkaç yazı yazılır. Hatta birinde ölüm haberi ölmeden şuyu bulur. Nabizade hasta yatağında “doğru da biraz acele etmişler“ der. Abdullah Uçman’dan aldığım haber ile Fatih camii şerifine gittim, hocamın tabutu musallada uçuş saatini bekliyordu. Etrafında oğulları, gelini ve diğer akrabaları vardı. gelini Yeliz Hanım’la telefonda görüşmüştük ama yüz yüze burada görüştük. Tebcile layık Mübeccel hanımefendinin ölümü üzerine yazdığım yazıdan hocam dahil çok mütehassıs olmuşlar. Yeliz Hanım “ancak böyle olur“ demişti. Hocam da “inşallah dua olur Himmet” demişti. Ben doktora yaparken Cüneyt ilkokul öğrencisi idi. Bir gün evlerine gittiğimde annesi talebe, Cüneyt muallim konumunda Kur’an öğreniyorlardı. Cüneyt öğretiyor ama öğrenen o idi, böyle bir dramatik durum söz konusu idi. Mübeccel hocanın öğretici yanının bir zerafet tablosu idi.

Cenaze‘de yıllardır birbirimizi görmediğimiz öğretim üyesi arkadaşları gördüm. Zeynep Hanım, Sema Hanım oradaydı. İnci Hanım’ın bir yeni usül çelengi vardı. Herkes orada olmaya gayret etmişti. Hemşehrim Nazım Hikmet oradaydı. Mustafa İsen Beyefendi, Turan Karataş hatırladıklarım idi. Hocam, Mevlana yürekli Önder Göçkün oradaydı. Görüştük kendisine sarıldım, hocamla Ömer Faruk Akün hocanın cenazesinde birlikte oldukları söyledi, hatta bana haber vermeyi düşünmüş, ben de başka bir kanalla haber alıp İstanbul’a gelmiştim.

Fatih Cami’nin her karış yerinin tarih koktuğu o azametli caminin önünde neler hissetim neler. Akif’in Fatih kürsüsünde isimli harika anıt şiiri aklıma geldi. Babası Fatih Dersiamlarından Temiz Tahir Efendi’dir. Akif için neler neler yazmış hocam. O Fatih camiinde ebedi yolculuğuna hazırlanıyordu. Oradan kalkması isabet olmuş. Hocamın üzerinde  çalıştığı benim de makalelerini topladığım ve hakkında bir kitap yazdığım Ahmet Mithat Efendi’nin mezarı da oradaydı. Bediüzzaman’ın da Fatih Sultanın Kabri Şerifi yanında dua ederken bir resmini biliyordum. Fatih Sultan Mehmet, Fatih Camii ve “İstanbul mehdinin talebeleri tarafından ikinci defa fethedilecektir” hadisi aklıma geldi.

Yatarken yerde ilhadıyle haşr olmuş sefil efkâr
Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrar,

Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler,
Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr;

Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel,
Gelir fevkınden eyler sermedî binlerce nûr îsâr.

Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu:
Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr!

O revzenler, nazarlardan nihân dîdâra müstağrak,
Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr.

Bu kudsî ma’bedin üstünde tâbân fevc fevc ervâh
Bu ulvî kubbenin altında cûşan mevc mevc envâr.

Tecessüd eylemiş gûyâ ki subhun rûh-i mahmûru;
Semâdan yâhud inmiş hâke,Sînâ-rengolup, Dîdâr!

Tabiat perde-pûş-i zulmet olmuş,hâbe dalmışken,
O, gûya kalb-i nûrânîsidir leylin, durur bîdâr.

Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır,
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr.

Nümâyan cebhesinden Sadr-ı İslâm’ın meâlîsi:
O sadrın feyz-i enfâsıyle gûyâ bir yığın ahcâr,

Kıyâm etmiş de, yükselmiş de bir timsâl-i nûr olmuş.
Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr,

Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda,
Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadanbîzâr:

Bu bir ma’bed değil, Mâ’bûd’a yükselmiş ibâdettir;
Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr.

Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir:
Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir.

Bir infilâk-ı safâdır ki yâr-ı cânımdır,
Sabâhı pek severim, en güzel zamânımdır.

Ridâ-yı leylî henüz açmamıştı dest-i semâ;
Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha,

Fezâ yı rûhda aksetti, es-salâ perdâz
Müezzinin dem-i mahmûru, bir hazîn âvâz.

İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrâk,
Ezânı beklemez oldum; açılmadan âfâk,

Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan
Kemâl-i vecd ile geçtim önümde bir meydan

Göründü; Fâtih’e gelmiştim anladım, azıcık
Gidince, ma’bede baktım ki bekliyor uyanık!

Sokuldum artık onun sîne-i münevverine,
Oturdum öndeki maksûreciklerin birine.

Fezâ-yı ma’bedin encüm-nümâ meşâ’ilini,
O lem’a lem’a dizilmiş ziyâ kavâfilini

Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda…
Neler düşündüm o sâ’atte bilseniz orada!

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle câmi’e gitsek çocuklar erkence.

Giderseniz gelin amma namazda uslu durun,
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”

Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namâza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi,

Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde!

Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden
Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben:

Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;
Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak;

Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz;
Yanında bir küçücek kızcağızla pek yaramaz

Yeşil sarıklı bir oğlan ki: Başta püskül yok.
İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk!

Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;
Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır!

Koşar koşar duramaz, âkıbet denir “âmîn”
Namaz biter: O zaman kalkarak o pîr-i güzîn,

Alır çocukları, oğlan fener çeker önde,
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûde

Derin bir uykuya…Derken bu hâtırât-ı lâtîf
Çekildi aslına, artık hakîkatin o kesîf

Likâsı başladı karşımda cilve eylemeye;
Zaman da kalmadı zâten hayâli dinlemeye:

Sağım, solum, önüm, arkam huşû’a müstağrak
Zılâl-i âdem iken, bir sadâ bülend olarak,

O kâinât-ı huzu’u yerinden oynattı;
Fezâ-yı mahşere döndürdü gitti eb’âdı!

Sufuf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr
Gibiydi. Her birisinden duyuldu sîne-fıkâr,

Birer enîn-i tazarru ; birer niyâz-ı hazîn,
Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enîn!

Eğildi sonra o dağlar Huzûr-i İzzet’te
Göründü sonra o dağlar zemîn-i haşyette!

İnayetiyle Hudâ kaldırınca her birini,
Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini

O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd,
Ki rûhum eyliyecek tâ ebed o dehşeti yâd.

Kesildi bir aralık inleyen hazin âvâz…
Ne oldu Arş’a kadar yükselen o sûz ü güdâz?

Bir şiir değil evet bir şiir, oku düşün ve ağla. Nasıl hissetmiş bu harika imajları, çocukluğunu, babasının hatıralarını anlatır. Ne dünyadır Akif ‘in dünyası? Babası, camiye gidişleri, camiyi ilk görüşü, babanın namaza duruşu, hasırlar üstünde koşması…

Alemi misalin perdesini çekip Sultan Fatih Hazretlerinin camiinin açılışındaki edasını ve İstanbul ahalisinin ulvi neşesini görmek isterdim. Miraçtan dönen Cenab-ı Nebiden, Ebu Cehil Mescid-i Aksanın tarifini ister. Allah o resmi Habibinin iltiması ile karşısına getirir. Şaşıran ümmet, küfrü ziyadeleşen Ebu Cehil. Hazinende mi yok Allah’ım sen istersen getirirsin, bak şu yazara neler hayal ediyor neler?

Bir karınca dağlar ile yarışa girer mi? Kültür Bakanı Nabi Bey konuştu, hocamızın değerinden bahsetti, ilkeli duruşunu anlattı. Herkesi aynı eda ile görünmek ve değer olduğunu bütün siyasi telakkilerin üstünde hissettirebilmek. Orhan Bey hocamın duruşu tam bir psikanalitik inceleme.

Sonra cenaze namazı kılındı, haklarımızı helal ettik. Kabristana, çamlık mezarlığına gittik. Annesi ile babasının mezarının bulunduğu yere konuldu hocamızın naşı. Kabir kapısı tıpkı bir kapı gibi sağa sola açıldı, maveraya konuldu hocanın bedeni ve kapatıldı. Kulunu istemiş kainatın Sahibi biz de onu uğurladık. Birol Bey konuştu arkadaşını anlattı, sonra talebesi Nazım Bey konuştu, arkasından ben bir iki cümle ettim. İmam Efendi Hocama dersini hatırlattı, nasıl cevaplar vermesi gerektiğini tenbih etti. Ve sessiz gemi ebediyetin sahilinde açıldı. Burada Yahya Kemali hatırlamamak mümkün mü?

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

Hocamı biz de böyle uğurladık eskimez ülkeye. Kimler karşıladı, neler oldu oralarda? Bütün sırlara kapalı yaşamak çok hazin...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.