Bir Ramazan boyunca

1943 yılıydı. Yer yine Kastamonu, zaman da Ramazandı. Bediüzzaman Said Nursî’nin; “Ramazan-ı şeriften bir gün evvel, gizli zındık düşmanlarım tarafından kuvvetli ihtimal verdiğimiz ve doktorun tasdikiyle bir zehirlenmek hastalığıyla hararetim—doktorun ihbarıyla—
kırk dereceden geçmeye başlamış iken, adliye müdde-i umumileri ve taharrî komiserleri menzilimi taharriye geldiler” sözleri ile de ifade ettiği gibi ard arda bazı nâhoş hadiseler meydana geldi.

Önce, Said Nursî Ramazanın arefesinde zehirlendi. Muayene etmeye gelen doktorun da teşhis ettiği tesemmüm sebebiyle, kırk dereceyi aşkın hararet içinde yanarken polisler tarafından evine baskın yapıldı. O günlerde evine sık sık baskın yapıldığı ve her yer polisler tarafından didik didik arandığı için böyle muamelelere alışkın olan Bediüzzaman onlara pek aldırmadı ve yatağının içine oturup Kur’ân okumaya devam etti.

Savcı, komiser ve polisler içeri girdiğinde Tur Sûresi’nin “Sabreyle, başına gelen kaza-i Rabbaniye teslim ol. Sen inayet gözü altındasın. Merak etme, gecelerde tesbih ve tahmidâta devam eyle” meâlindeki kırk sekizinci âyetini okuyordu. Aslında ona revâ görülen muâmeleler tahammül edilecek cinsten hareketler değildi. Onun da onlara mukabele edecek mânevî gücü vardı ama Kur’ân-ı Kerim, tam vaktinde imdadına yetişip tesellî ettiğinden sesini çıkarmadı.

Son zamanlarda yapılan diğer baskınlar gibi bunun sebebi de Beşinci Şuâ idi. Çünkü Denizli’nin Çivril kazasında, Atıf Egemen isimli Nur Talebesinin hizmetlerini hazmedemeyen müftünün ve vaizin ihbarı üzerine onun evinde arama yapılınca bazı risâlelerle birlikte Beşinci Şuâ da bulunmuştu.

Ankara’ya intikal eden mesele cumhurbaşkanının, başbakanın, millî eğitim bakanının ve bazı hükûmet üyelerinin de tahrikiyle iyice büyütülünce eserin müellifi olması hasebiyle Said Nursî’nin ve o havalide bulunan Nur Talebelerinin de evi arandı. İlk baskınlarda aranan risâle bulunamamasına rağmen bulunan kitaplar suç delili sayıldı ve aralarında Mehmed Feyzi’nin, Çaycı Emin’in de bulunduğu on beş kadar Nur Talebesi tevkif edildi. Karakolda ifadesi alınan SaidNursî de evinde göz hapsinde tutuldu.

Ramazanın ilk günü savcının, emniyet âmirinin, komiserin kontrolünde yapılan aramada kömürlükte odunların, kömürlerin arasında bulunan bir sandıktan Beşinci Şuâ da çıkınca zehirlenmenin tesiriyle ağır hasta olmasına rağmen Olukbaşı Karakoluna götürülüp nezarete atıldı.

“Ehl-i dünya Risâle-iNur’a ilişmesinler. Eğer ilişirlerse âfetlerin hücumuna sebep olurlar” demişti SaidNursî. O günlerde Kastamonu ve çevresinde şiddetli bir zelzele meydana geldi. Kaleden kopan büyük kaya parçaları şehrin üzerine yuvarlanarak bazı evlerin yıkılmasına ve birkaç kişinin ölmesine sebep oldu. Zaman zaman şiddetlenen artçı sarsıntılar on beş gün kadar devametti. Zelzelenin sebebini Hoca Efendiye yapılan zulme ve atılan iftiralara’ bağladığından zulüm devam ettiği sürece zelzelenin de süreceğini düşünen insanlar korkudan evlerine giremediler.

O zor şartlarda, kömürlüğü andıran köhne nezarethânede yirmi gün kadar bekletilen Bediüzzaman’ın, Isparta Savcılığı’ndan gelen tutuklama talebi üzerine oraya sevk edilmesine karar verildi. 1943 yılında, Ramazanın sonlarına doğru bir yolcu otobüsü ile Ankara’ya gönderilmek istenen Said Nursî, ihtiyar ve hasta olduğu için sarsıntılı yolculuğa tahammül edemeyeceğini söyledi.

“Beni madem siyasî mücrim kabul ediyorlar, hususî bir taksi ile göndermeleri lâzımdır” dedi ardından da. İtirazı kale alınmayınca içinde çaydanlık, bardak, ibrik, seccade gibi birkaç parça eşya bulunan sepetini eline alıp sivil polis memuru ve jandarma başçavuşunun refakatinde otobüse bindi ve en arka koltukta kendisine ayrılan yere oturdu.

Orası, âdeta ona eziyet etmek için kast-ı mahsusla seçilmiş gibiydi. Yollar çok bozuk, otobüs de eski olduğundan, araç hareket edince arka tarafın şiddetle sarsılmaya başlaması üzerine zaten hasta olan Said Nursî’nin rahatsızlığı iyice arttı. Onun bu hâli bütün yolcuların dikkatini çekti. Otobüsün ön tarafında oturan bir asker yerini ona verdi. Bediüzzaman oraya geçince biraz rahatladı. Yanındaki koltukta oturan talebesi Ziya ile bir süre hasbihâl etti. Bu hadiseden dolayı diğer talebeleri gibi onun da çok üzüldüğünü görünce, ona evine baskın yapıldığı sırada okuduğu âyeti yazdırdı ve mahkûm olmayacaklarını, arkadaşlarına bu müjdeyi vermesini söyleyerek tesellî ettikten sonra evrad okumaya başladı.

Yolculuk uzun süre bu şekilde devam etti. Bir ara yanında oturan Ziya’ya döndü. Dinde zorlamanın olmadığını hatırlattı ve “Şoför Efendiye söyler misin, Acaba makineyi durdurabilir mi, arabadakilere bir nasihatim var” dedi. “Bu gece ağleb-i ihtimal Leyle-i Kadir’dir. Diğer günlerde Kur’ân okunursa, harf başına on sevap, Ramazanda okunursa bin sevap, Leyle-i Kadir’de okunursa otuz bin sevap verilir” diye söze başladı şoför otobüsü durdurunca.

“Size şimdi ‘Şu işi yaparsanız beş sarı lira var’ denilse, bunu kazanmak istermisiniz?” diye sordu yolculara. “Evet isteriz” dedi yolcular. “Öyle ise şimdi her Müslüman üç İhlâs, bir Fatiha, bir Âyete’l-Kürsî okursa, ebedî hayat için dağarcığına azık hazırlamış olur” diyerek onları, içinde bulundukları mânevî fırsatı değerlendirmeye dâvet etti. Hoca Efendiyi dikkatle dinleyen şoför ve yolcular hem söylediği sûreleri okuyarak Kadir Gecesi’ni bir nebze de olsa ihya ettiler, hem de onun bu hassasiyetine ‘Hocam Allah sizden razı olsun’ duâlarıyla mukabele ettiler.

O akşam Ilgaz yakınlarındaki bir çeşme başında diğer yolcularla birlikte orucunu açan ve namazı müteakip yola devam eden Bediüzzaman, Ankara’ya varınca Samanpazarı semtindeki bir otelde konakladı. Said Nursî’nin Ankara’ya geldiğini haber alan Vali
Nevzat Tandoğan, bir komiser göndererek makamına çağırttı. O önce gitmek istemedi ise de başka bir komiserin ve kendisine nezaret eden başçavuşun gitmesi gerektiğini hatırlatması üzerine bir faytonla valiliğe gitti.

Valinin maksadı ona başındaki sarığı çıkartıp şapka giydirmekti. Odasına getirildiği zaman bunu teklif etti. O da yaptığı bu hareketin ‘kanunsuz, keyfî ve küfrî’ olduğunu söyleyerek teklifini kabul etmedi. Vali, odacısına dışarıdan aldırdığı eski bir şapkayı giymesi için ona verirken bunun kanun gereği olduğunu, kendi isteğiyle giymediği takdirde zorla yaptıracağını söyledi.

Said Nursî münzevî bir hayat yaşadığı için dışarıya pek çıkmadığını, kıyafet kanununun münzevîlere tatbik edilemeyeceğini, kendisini onların zorla dışarıya çıkardıklarını hatırlattı. “Ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum, onların bir varisiyim” diyerek cübbe giyip sarık sarmasının ferdî bir tercih olmadığını anlatmak istedi ise de vali gabi tavırlarına devam edince kızdı ve “Başından bulasın” dedi.

Onun anlattıklarını dinlemeyen ve ısrarla şapkayı giymesini isteyen vali, onun kendi isteğiyle bunu yapmayacağını bildiği için şapkayı zorla başına koymaya kalkınca Bediüzzaman hiddetlendi. “Bu sarık bu başla birlikte çıkar” diyerek odayı terketti. Oradan ayrıldıktan sonra kendisini getiren komiser ve jandarma başçavuşunun nezaretinde otele gitti. Sabahleyin tekrar valiliğe getirildi, bazı evraklar
tanzim edilerek istasyona götürüldü. Ona makamında bile şapka giydiremeyen vali, herkesin içinde sarıkla dolaşırken suçüstü yakalatmak için istasyona sivil ve resmî polisler yerleştirdi. Lâkin polisler onu gördüklerinde, o başını kaşımak için sarığını çıkardığından buna fırsat bulamadı.

Tren kalkmak üzere iken istasyona getirildiği için orada fazla beklemeyen Said Nursî, jandarma başçavuşu ile birlikte trene binip kendisine ayrılan yere oturdu. Barla’da kaldığı yıllarda hizmetinde bulunan Çaprazzade Abdullah yanına gelince onunla
biraz hâl hatır ettikten sonra kalan zamanını ibadetle, evradla, ezkârla değerlendirdi.

Said Nursî’yi Isparta’da talebelerinden ve ahâliden müteşekkil büyük bir kalabalık karşıladı. Isparta ona hasretti, o da Isparta’ya. Sekiz sene kadar süren ayrılıktan sonra yine karşılaşmışlardı ama aralarına giren resmî engeller vuslata fırsat vermedi. Pek çok tehlikeyi göze alarak kendisini görmeye gelen masum insanların içli hıçkırıkları arasında faytona bindirilerek hapishâneye götürülüp tek kişilik
küçük bir hücreye hapsedildi.

Arefe günü hapishâneye giren Bediüzzaman, müdürlüğe müracaat ederek bayramda talebeleri ile görüşmek istedi. İzin verilmeyince Isparta Savcılığı’na, Ramazan boyunca kendisine yapılan haksız eziyetleri anlatıp bazı taleplerde bulunduğu uzun bir dilekçe verdi. Dilekçesine cevap alamayınca zor da olsa hapishânedeki bazı talebeleri ile irtibat kurup hâllerini, vaziyetlerini sordu. Onların Ramazan boyunca ailelerinden ayrı kaldıkları, bayramda da kavuşamayacakları için morallerinin bozuk olduğunu öğrenince üzüldü.

“Eski zamanlarda ahireti dünyaya tercih edenler hayat-ı ictimâiyenin günahlarından kurtulmak ve ahiretlerine halisâne çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde riyazetle hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar, Risâle-i Nur Şakirtlerinden olacaklardı” diyerek bu mahrumiyetler sayesinde eski âlimlerin, âriflerin, zahidlerin faziletlerini kazandıklarını hatırlattı.

Aslında kendisinin içinde bulunduğu şartlar onlarınkinden çok daha ağırdı. Ama o kendi rahatından, huzurundan ziyade talebelerini ve yakınlarını düşündüğünden her vesile ile onları tesellî etmeye çalıştı. Zira, ‘Elmasların şişelerden, sıddık fedakârların mütereddit sebatsızlardan ve halis muhlislerin, benliklerini, menfaatini bırakmayanlardan ayrılması için şiddetli imtihana girmeleri’ gerekirdi.

İman ve Kur’ân dâvâsı uğrunda hapishâneye düşüp zulme maruz kalan, ağır eziyetler gören insanları teselli etmenin en müessir yolunun, onlara yaptıkları hizmetin ehemmiyetini anlatmak ve çektikleri sıkıntı nisbetinde ecirlerinin büyük olacağını hatırlatmak olduğunu
bildiği için bu mânâları muhtevi bir mektup yazdı.

Hapishânedeki talebeleri kadar, onların dışarıdaki annelerinin, babalarının, eşlerinin, çocuklarının, akrabalarının, arkadaşlarının da acı çektiklerini ve teselliye muhtaç olduklarını düşündü. ‘Aziz sıddık kardeşlerim’ hitabının içine onları da dahil ettiği lâhikada, muhataplarının geçen Kadir Gecelerini ve gelen bayramlarını tebrik ettikten sonra sözü yaşanan hadiseye getirdi.

“Dünyayı unutmak ve Ramazanımızı âsude geçirmeyi düşünürken, hatıra gelmeyen ve bütün bütün tahammülün fevkinde bu dehşetli hadise hem benim, hem Risâle-i Nur’un, hem sizin, hem Ramazanımız, hem uhuvvetimiz için ayn-ı inayet olduğunu
ben müşahede ettim” diyerek yaşadıkları hadiselerin rahmet cihetine dikkat çekti. Zaten onlar bu hakikati müdriktiler.

Bu itibarla 1943 yılının Ramazanı da, bayramı da Said Nursî ve Nur Talebeleri için oldukça meşakkatli geçti ama mânen hayatlarının belki de en kazançlı zamanı oldu.

Yeni Asya

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.