Bir Müslümanın Farklılığı (Risale-i Nur Eğitim Programı-29)

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Dersleri-29: Bir Müslümanın Farklılığı

Ölümün çaresini gerçek anlamda keşfetmek ve ölümsüz bir hayatı ve bitmeyen bir mutluluğu kazanmanın yöntemini öğrenmek ister misiniz? O halde bizimle gelin! Risale-i Nur’un Meyve Risalesi’nden 2. Mesele ve 13. Söz’ün İkinci Makamı’nın incelendiği dersimizde, ölüme ve hayata farklı bir ışığın altında bakıyoruz. Bu yazımızda, eğitim programımızın “İman Hazinesinin Kıymetini Keşfetmek” isimli birinci ana bölümündeki beşinci keşif olan “Ölümün çaresi”ne ait beş adetlik yazı dizimizin üçüncü bölümünü takdim ediyoruz. Sunulan hakikatlerin tam olarak hissedilerek pekiştirilmesi için yazımızın sonundaki görsel destekli ders videosunu da izlemenizi tavsiye ediyoruz.

Bir Müslümanın Farklılığı (“Ölümün Çaresi” Üçüncü bölüm) – İzah Metni

Müslümanın, Allah’ı tanımayan bir dinsiz veya semavî dinlerden birine inanan biri ile arasındaki derin fark, Risale-i Nur’un On Üçüncü Söz’ünün İkinci Makamı’nda ele alınarak ilginç bir tespit yapılmış.

Konunun kilit noktası şu: Bir Müslüman, diğer peygamberleri, Allah’ı ve insanı yükselten manevî değerlerin ve ahlakî olgunlukların hepsini, tek bir kaynaktan öğrenmiş. Yani, tüm bunları en son peygamber olan ve daveti bütün insanlığı kapsayan Hz. Muhammed (A.S.M.) aracılığıyla biliyor ve O’ndan öğrenmiş. Diğer dinlere mensup olanlar öyle değil. Peygamberimizi tanımasalar da başka peygamberleri tanıyabilirler. Allah’ı tanımayan biri de, bir takım insanî değerlere sahip olabilir.

Risale-i Nur’da Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Meyve’sinde bu konuyu izah eden bir misal var. O misalde insan, bir saraya benzetiliyor. Müslümandaki durum, bir sarayın aydınlatılmasının, kaynağı tek bir merkeze bağlı elektrik lambalarıyla sağlanmasına benziyor. İşte o tek merkez, peygamberimizdir ki, o ana şalterin kapatılması ile tüm saray karanlıkta kalıyor, ona bağlı bütün lambalar sönüyor. Hâlbuki gayr-ı müslimler veya dinsizler için durum farklı. Sarayın aydınlatması, her biri farklı kaynaklara bağlı çok sayıda bağımsız elektrik lambalarıyla sağlanıyor. Bir veya bir kaç lambanın kapatılması, diğer bağımsız lambaların ortamı aydınlatmasına mani olmuyor. Bu demek oluyor ki, bir Müslüman peygamberini inkâr ettiğinde, O’nun terbiye ve disiplinini bıraktığında ve mukaddes dininden çıktığında, bir gayr-ı müslimle veya bir dinsizle mukayese kabul edilemeyecek kadar manen bozulur ve topluma zararlı bir hâle gelir. Hiç bir ahlak kaidesi tanımaz, hiç bir peygamberi de bilmez ve hatta Allah’ı da tanımaz.

Bunun nedenlerini inceleyelim. Acaba bütün peygamberlerin en büyüğü, sonuncusu ve bir peygamberi peygamber yapan vasıfların hepsini diğer peygamberlerden daha üst bir seviyede kendinde bulunduran bir peygamberi inkâr eden bir Müslümanın, diğer peygamberlere saygısı kalır mı hiç?

En mükemmel ve doğru bir şekilde Allah’ı tanıyan ve tanıttıran bir peygamberi reddeden bir Müslümanın içinde, gerçek manada bir Allah inancı nasıl ve ne şekilde barınabilir?

Esas itibariyle ahlak, insanî değerler ve medeniyet adına ne varsa, ilk önce peygamberler eliyle insanlığa getirilmiştir. Daha sonra bu kıymetli manevî hazineler, insanlığın ortak malı, mirası ve müşterek değerleri olarak kabul görmüş, diğer insan toplulukları tarafından sahip çıkılmış ve bu değerler evrenselleştirilmiştir.

Bu noktadan hareketle, insanlığın gelişiminin ve medeniyetinin ilkokul seviyesinden lise seviyesine yükseldiği ve tüm insanlığın tek bir dersle talim edilebilir seviyeye eriştiği kıyamet öncesi son dönemde yani âhir zamanda, en son ve en büyük peygamber olan, dini ve daveti tüm insanlığı kapsayan, yaşadığı hayat ve elindeki mukaddes kitapla insanlık için en gelişmiş ve mükemmel bir dersi veren Hz. Muhammed (A.S.M.)’i reddeden ve kabul etmeyen bir insan, eğer bu davasında samimî ise ve önceden de ciddî Müslüman idiyse, artık bu çizgiyi geçtikten sonra, tüm insanî ve ahlakî değerleri en mükemmel şekilde yaşayıp yükseltmiş bu peygamberi geride bırakıp da, sinesinde gerçek manada koruyabileceği hiç bir insanî değer ve ahlak olamaz ve bulunamaz. Topluma tam bir zehir olacak mahiyeti kazanır.

Risale-i Nur’da 13. Lem’a’nın 10. İşareti’nde, kıymeti yüksek bir şey bozulduğu zaman, kıymeti daha düşük olan bir şeyin bozulmasından çok daha fazla bozulacağı ifade edilmiştir. Kıymeti daha düşük olana misal olarak süt ve yoğurt verilmiştir. Mâlum bunlar bozulsalar da yenilebilirler. Fakat yağ gibi kıymeti yüksek olan bir şey bozulduğunda yenilmez, bazen zehir gibi olur. Aynen bu misal gibi, kâinatın en kıymetli meyvesi olan insan bozulduğunda, yani inkâr ile insan olmanın mahiyetinden uzaklaştığında, hayvandan da aşağı bir dereceye düşerek bozulmaya uğrayacağı ifade edilmiştir. Bu misali aynen ele aldığımız konu için de kullanabiliriz. İnsanların içinde de, kıymeti en yüksek olanlar, “hakikî ve büyük insaniyet demek olan İslâmiyet”i kabul eden ve yaşayan gerçek Müslümanlardır. İşte, gerçek bir Müslüman da bozulduğunda, bozuk bir dinsizden ve bozuk bir gayr-ı müslimden daha ziyade bozuk olur.

Tabi burada şöyle bir anlam karmaşasına da yer vermemek lazımdır. Günümüzde Müslüman bir ülkede doğmuş olduğu için adı Müslüman olan, fakat hakikatte Müslümanlıkla kuvvetli bir bağı bulunmayan, yaşantı ve inanışça gayr-ı müslimlerden pek farkı bulunmayan çok sayıda insan bulunmaktadır. Sağlıklı bir tespit yapılabilmesi için bu toplumsal gerçeği belirtmemiz gerekiyor. Eser metnindeki iddianın, özellikle ciddî ve samimî Müslümanların bozulduklarında akıbetlerinin ne olacağı ile ilgili olduğunu düşünüyoruz. Yoksa zaten İslamî değerleri içine sindirip benimsemeyen ve tam kabul etmeyen ve yaşamayan, âdeta yarı gayr-ı müslim tarzındaki insanların, İslamiyeti bırakıp evrensel değerleri benimsemeleri ile insaniyeten çok bozulmamaları, tezimizi çürütmez.

Diğer bir deyişle, zaten doğru İslamiyetin öğretilmemesi ve kişilerin de araştırıp gerçek İslamiyeti ve imanın parlak hakikatlerini keşfetmek için çaba göstermemeleri neticesinde, toplumumuzda adı Müslüman olan birçok insan, hakikî bir Müslümanda var olan o yüksek kıymete zaten önceden de sahip değillerdi. O yüzden, böylelerinin dinden çıkmalarıyla kendilerinde aşırı bir bozulma gerçekleşmeyebilir. Gerçi önemli bir bozulma elbette yine olur, ancak önceden samimî Müslüman olan birinin dini terk etmesindeki düzeyinde olmayacaktır. Sanki zaten düşük kıymetteki bir şeyin bozulması gibi olacaktır. Ancak böyle de olsa, tezin geçerli olacağı önemli bir alan yine bulunacaktır.

Şöyle ki: Tek bir yaratıcıyı dava eden İslam’ın tevhid anlayışını bırakan, Hristiyan üçleme inancı olan teslise değer verir mi? Bin tane mucize göstermiş Muhammed Aleyhisselam’a yüzünü çeviren, altı-yedi tane mucizesi ancak olan İsa Aleyhisselam’a hiç dönüp bakar mı? Hiç bir günahkârın başkasının günahını yüklenemeyeceği, yani birinin suçundan dolayı bir başkasının suçlanamayacağı gibi, toplumsal adaletin temel taşları kıymetinde çok sayıda ve doğru etik değerler tesis eden Kur’ân’ı beğenmeyen bir insan, herkesin doğuştan günahkâr olduğunu ifade edecek kadar sağduyuya aykırı inanış esaslarını içinde barındıran ve değiştirilmiş İncil’e hürmet eder mi?

Evet, bu noktadan ele alındığında anlaşılıyor ki, bir Müslümanın dinini bırakması, her durumda daha büyük bir manevî tahribâta yol açma potansiyelindedir.

(İnşallah bir sonraki bölümde inkâr edenin böyle bir inançla ve inandığı gibi yaşamayanın bu tarz bir yaşam tarzı ile nasıl olup da, hayattan lezzet alıp yaşayabildiğini inceleyeceğiz. )

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Görsel Destekli Ders Videosu:

“Bir Müslümanın Farklılığı”
https://youtu.be/MZFwfstLlzE

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.