Abdullah YILMAZ

Abdullah YILMAZ

Bir müptedinin umre notları

-MEKKE-

Yıllar yılı büyük bir yanılgının girdabına kapılıp kendimi ve aile efradımı mukaddes, ulvi ve lahuti bir lezzetten mahrum etmişim. Şöyle ki: Yıllarca, “Kısmetse farz borcumuz olan haccı eda edelim, sonra sünnet olan umremize gideriz” diyordum. Ama bilmediğim husus; “Umrenin ara sıra kılmadığımız ikindinin sünneti ya da çoğu zaman ihmal ettiğimiz duha namazı misillü bir sünnet olmadığı” realitesiymiş.

Yıllarca kalbimi ilahi rahmetin sağnak sağnak üzerimize yağdığı ve bunu zerrelerimize kadar hissettiğimiz öteler buudlu tavaftan; gözlerimi faniyat içinde bekanın neşvelerini etrafına dalga dalga yayan Kâbe’yi seyir nimetinden ve ruhumu “sultan-ı levlak”in ruhaniyetinin feyizlerinden mahrum ettiğimi o kutlu beldeye “lütf-u Rabbani” ile gittiğimde anladım. Va esefa…

O kutlu diyarlara gitmek için ötelerden kalp ve ruhumuza erişen “Gel” çağrısına “Geldik işte kapına, eli boş döndürme bizleri Sultanımız!” demek için evlad-ü iyal ile yola revan olduk. Bir uçak dolusu “Kâbe sevdalısı” ile “lebbeyk Allah’ım, emrin başımız üzere!” nidaları ile dua dua ötelere müteveccih umutla çarpan yüreklerle bir kutlu seferin ilk merhalesini tamamladık.

Yola çıkmadan veda ve helallik sohbetlerinden birinde aziz bir dosta “O diyarda hangi ibadet daha makbul olur?” diye bir sual tevcih ettiğimde; “Önüne mükellef bir ziyafet sofrası serildiğinde sadece bir yemekle mi iktifa edersin? Yoksa her güzel yemekten kararınca mı tadarsın?” cevabını vermişti. Bu mukni ve latif cevaba muvafakaten, fakir de o kutlu beldede; her şavtında ötelere yeni menfezler açan tavafı, her sa’yinde İsmailî solukları ruh iklimimize üfleyen Safa-Merve yolculuğunu, bire yüz bin sevap kazandıran Kâbe’de namazı, inzal edildiği beldede Cebrail’den (A.S.) dinler gibi Kur’anı ve nihayet manzaraların en güzelini seyr ve temaşa zevkini zerrelerine kadar hissederek, hazzederek ve hazmederek yapmaya/okumaya/yaşamaya gayret etti. Va hasreta…

KÂBE… Fena âleminden Bekaya açılan kapı… “Beytullah” vasfı ile vasfedilmiş şerefli mekân… Her an kanatlanıp uçup gidecekmiş gibi naif duruşlu nazenin… Ötelerin bu fani dünyadaki tecessüm etmiş nurani timsali… Gaibane imanı hazırane mertebesine eriştiren kutlu mekân… En ami mü’mine avuç avuç velayet-i kübra feyizleri yağdıran kudsi iklim… Vasfında kalemin ve kelimelerin kifayetsiz kaldığı muazzam mabed…

Yıllar yılı Kâbe’yi göreceğim anın hayaliyle yaşadıktan sonra, müteselsil aksilikler neticesinde, hazırlıksız ve pat diye görmek mukaddermiş. Hayat, ebed ve yol arkadaşımın tepkisiyle; “Ama hayır… Ben Kâbe’yi böyle görmemeliydim.” deyip gözlerimi kapayamadım. Ancak, o anda hayatım boyunca her namazda bir meçhule yöneldiğimi anladım. “Kıble”min, yıllardır yöneldiğim istikametin, ruh ve kalp pusulalarımın gösterdikleri canibin gözümün görüp ellerimin dokunduğu müşahhas bir varlık olarak karşımda arz-ı endam ettiğine şahit olduğum o anda, imanımın teceddüd edip kavileştiğini zerrelerime kadar hissettim. Ve o günden beri fakir her namazda “Döndüm Kâbe’ye…” diye niyet ediyor.

TAVAF… Bütün farklılıkların eriyip yok olduğu; yaş, baş, renk, ırk ve cinsiyet gibi ayrılık ve gayrılıkların ortadan kalktığı; “ene”lerin “nahnu”ya evrildiği; ışığın etrafında dönen pervaneler misillü bedenlerin ruhlarla birlikte Kâbe etrafında deveran ettiği; her ferdin “kalp ve ruhun derece-i hayatı”na terakki ettiği; dillerin ve ağızlardan dökülen kelimelerin ayrı fakat dua dua açılan ellerin, Rabbani sevinç ve/veya hüzünle yaşaran gözlerin, haşyet ve neşve ile dolan yüreklerin aynı olduğu; en ince hatırat-ı kalbe bile cevab-ı sevabın verildiği kudsi ibadet…

Yalın ayak baş açık, dikişsiz 2 parça –kefen misali- bez parçasına sarılı vaziyette “haşir provası”na çıktığım tavaf ibadeti; ilk andan itibaren bütün benliğimi sarıp sarmaladı, ruh ve kalp dünyamda şiddetli ve cerrahi şifa-bahş ameliyatlar yaptı. Ömrümün en tatlı, en halis ve en samimi gözyaşlarını orada akıttım. Tek bir duanın –Rabbena Atina-bütün ağızlardan ve yüreklerden semaya ve ötesine yükselişine orada şahit oldum. İnanıyorum ki, tavafta fertler kendileri ve sevdikleri için dua ettikleri kadar ümmet için dua ettikleri gün Âlem-i İslam ve âlem-i insaniyet huzur ve saadete erişecektir.

ARAFAT… Günahtan ve manevi kirlerden arınma makamı… Âdem babamızın afvedilişine şahit kutlu mekân… Ümmetin afvolunmak için gözyaşı akıtıp yürek yangınını Yaradan’a arz ettiği ulvi diyar… Arzlıların, oradaki içtimalarıyla, sema ehlini hayret ve takdire sevk ettiği lahuti buluşma mekânı… Kıyamın ve duanın bambaşka metafizik mana ufuklarına yelken açtırdığı muhit…

Arafat; serapa günahla kuşatılmış ruhumun feryadını semaya ve ötesine ulaştırdığı, afvolunmak umudu ile dolduğu öteler buudlu bir mekân oldu bendeniz için. Günahına ağlayan ümmetin, mağfiret yağmurları ile ruh ve kalbini yıkadığına/arındırdığına şahit olduğum ulvi bir meydan oldu Arafat… Arafat’ın, duaların geri çevrilmediği, niyazların ötelerde ma’kes bulduğu fizik ötesi bir mekân olduğunu gördüm/duydum/hissettim…

Hâsılı, Kâbe’ye yolculuk, yıllar yılı gurbeti yaşamış ruhumun asli vatanına –muvakkaten- gidişi oldu. Orada geçirdiğim birkaç gün, ömrümün en feyizli, en semeredar günleri oldu. Rabbimden niyazım odur ki; cümlemize o kutlu beldelere en kısa zamanda gitmeyi lütfetsin… Âmin… Bi hürmeti seyyid-il mürselin…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum