Abdullah YILMAZ

Abdullah YILMAZ

‘Eşim Beddua Etmedi!’

2011 yılı Mart ayıydı. O zamanlar çalıştığım üniversitede rektörlük seçimleri yapılmış ve 3,5 yıl yardımcılığını yaptığım hoca rektör olmuştu. Büyük bir meydan muharebesini kazanmış hükümdar ve kumandanları misali rektörlük binasına gitmiş, devir-teslim töreni yapmıştık. Çocukluğumda müptelası olduğum He-Man çizgi filmindeki kahramanın dediği gibi; güç bizdeydi artık.

Nasıl bir heyecan ve motivasyonla başlamışsak artık; bizden önceki ekibi hırsız-uğursuz görüyor, toptancı bir kafa ile hepsini ötekileştiriyorduk. Daha başlar başlamaz, beraber yola çıktığımız ve benden on yüz milyon kez daha hevesli ve heyecanlı arkadaşlar önüme 5 kişilik bir liste koydular. Rivayet o idi ki; bu arkadaşlar eski devrin etkili, yetkili ve sembol isimleri idi ve liyakatsiz, ehliyetsiz oldukları halde köşe başlarını tutmuş, keyif sürüyorlardı. Ve biz ilk icraat olarak bunları o koltuklarından göndererek dosta güven, düşmana korku salacaktık.

-Arkadaşlar, emin miyiz bu listeden? Bu listedekilerin sıkıntılı bireyler olduğuna kesin kanaatiniz, deliliniz var mı? Hakkı hâkim kılmaya, adaleti te’sis etmeye gelen bizler daha ilk icraatımızla haksızlığın adaletsizliğin numunelerine vesile olmayalım! Dedim.

“Kesinlikle hayır!” dediler. Ben de; “Tamam o zaman, ben size itimat ediyorum, sizin adalet terazinizin şaşmayacağını umut ediyorum.” Dedim. Uzatmayayım. Vatandaşlara görevlendirme yazıları gitti. Tabii olarak hepsi benden randevu istedi. Önce bir abla geldi, ürkek, çekingen. Böyle bir tasarrufa niye gerek duyulduğunu sorgulamaya çalışıyordu. Yeni bir döneme başladığımızı, bu dönemde kendi ekibimizle çalışmak istediğimizi, bunun için de kendisini en yakındaki ilçemizdeki yüksekokula sekreter olarak eşdeğer bir göreve görevlendirdiğimizi anlattım. Abla ağlamaklı bir ses tonuyla; “Hocam, ben annemle beraber yaşıyorum, annem hasta, onu hastaneye götürüp getiriyorum. Hiç olmazsa diğer kampüse gönderseniz” dedi. Ben de birkaç teselli cümlesinden sonra; “Tamam, seni diğer kampüse gönderelim” dedim. Abla odadan hüzünlü ve kederli bir vaziyette çıktı.

Sonra Mehmet Bey geldi, Rektörlükte şube müdürü imiş. “Hocam, ben nereye isterseniz giderim ama bu aralar eşim çok hasta, sürekli tedavi ve kontrolleri var. O yüzden başka bir yere kıpırdayamam. Size yalvarıyorum, beni göndermeyin.” Dedi. “Mehmet Bey ne kadar zamandır eşiniz hasta?” diye sordum. “Bir yıldan fazladır hasta.” Dedi. “Memuriyet böyle bir şey, başka bir meslekte olsaydınız ve tayininiz çıksaydı mecburen gidecektiniz. Farz edin ki bu da böyle bir tayin” dedim. Ve Mustafa Bey eli böğründe odadan çıktı.

Listeyi ilk gün bana getiren arkadaşı aradım; “Sorup soruşturun bakayım, gerçekten eşi hasta mı? Eğer hastaysa vebale girmeyelim.” Dedim. “Hayır, yıllardır hanımının hasta olduğunu söylüyor ama ciddi bir rahatsızlığı yok, çok iyi biliyoruz, gitmemek için eşini bahane ediyor.” Dedi.

Sonrasında bu 5 arkadaş ile ilgili hangi tasarruflarda bulunulduğunu zihnimi o kadar yorduğum halde hatırlamıyorum.

Sonraki 7-8 aylık süreçte kader cihetinden ciddi imtihanlara dûçâr olup nihayetinde beraber yola çıktığım ekiple anlaşamayarak bütün idari görevlerimden istifa edip odama döndüm. Sonraki bir yıl hayatımın en sıkıntılı, en zahmetli, en meşakkatli dönemlerinden biri oldu. Geriye dönüp geçen 8 ayda -bilerek veya bilmeyerek- bir parçası olduğum ekipteki gözlerini ve kalplerini hırs ve intikam bürümüş arkadaşlarımın önayak olduğu nice yanlışların, haksızlıkların ve hukuksuzlukların icrasında pay sahibi olduğumu anladım, öğrendim.

O sıralar Muazzez Üstadımızın Hz. Hüseyin Efendimiz ile alakalı şu tespitleri hatırıma gelmişti: “Hazret-i Hüseyin'in yakın taraftarları değil fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gururu millîyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip mağlubiyetlerine sebep olmuş.” (Mektubat; s. 58)

Bir yola çıkarken sizin iyi niyetli olmanız yetmiyormuş, beraber yola çıktığınız yol arkadaşlarınızın da sizinle aynı halis ve samimi niyet ve hislere sahip olmaları icap edermiş. Binler nedamet, pişmanlık ve istiğfarla hatalarımın kusurlarımın affını Rabbimden niyaz ettim.

Çok geçmeden aynı ekibin bana reva gördüğü haksızlıklar ve yanlışlıklar neticesinde evimi, barkımı, çalıştığım kurumu ve yaşadığım şehri bırakıp başka bir şehirde yepyeni bir hayata, yepyeni bir ortama ve yepyeni bir göreve “Vira Bismillah” demek zorunda kaldım.

Yeni görev yerimde geçmiş 2 yıla yaklaşan sıkıntılı ve zahmetli zaman diliminin his dünyamda yol açtığı tahribatı tamir edeceğim tatlı, zevkli ve güzel 2 yıl geçirdim. Heyhat kader canibinden başka bir imtihan mukaddermiş, meğer. 2. yılın sonlarına doğru geçmiş yazılarımda bahsettiğim Lenfoma kanserine yakalandım. Ameliyat sonrasında ilk kemoterapiyi İzmir’de aldıktan sonra eve dönmüştüm. Rabbim tecrübe etmeyenlerden uzak tutsun ama tecrübe edenler bilir; kemoterapi sonrası ilk bir hafta on gün zor, zahmetli ve meşakkatlidir.

2. veya 3. gece midemdeki bulantı ile bedenimdeki ağrı ve sızıdan kıvranırken bilmediğim bir numaradan arandım. Telefonu açtım;

-Buyurun!

-Hocam, ben Mehmet Yıldırım.

-Tanıyamadım, kimsiniz?

-Ben 3 yıl önce falan ilçeye göndermek istediğiniz şube müdürü, Mehmet Yıldırım.

-Hatırladım Mehmet Bey, buyurun!

-Hocam, duydum ki kanser olmuşsunuz. Allah şifa versin.

-Rabbim cümlemize şifa versin, Mehmet Bey.

-Hocam, ben eşimi geçen yıl kanserden kaybettim.

O an zaman durdu, saniyelerin saat gibi geçmek bilmediği anlar olduğunu insan yaşamadan bilemiyormuş. Ne kadar sürdüğünü bilmediğim derin bir sessizlikten sonra;

-Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun inşallah!

-Hocam, şuna emin olun ki; eşim size hiç beddua etmedi. Biz de sonradan öğrendik bizimle ilgili tasarruflarda hiçbir dahlinizin ve art niyetinizin olmadığını, birilerinin bizi mağdur etmek için sizi kullandıklarını.

Sesim titreyerek, iç dünyamda kıyametler koparak birkaç cümle daha konuşup karşılıklı haklarımızı helal ettirip telefonu kapattık.

Telefonu kapattıktan sonra kendi kendime sordum; “Tamam beddua etmedi ama ya ahı ya mazlumun arşı titreten hüznü ya dilinden dökülen duaları! Onlar da mı kabul olmadı? Elbette oldu ki işte ben bu musibete giriftar oldum.” Saatlerce 17 metrekarelik çilehanemde ağladım, hüzünlendim. Dergâh-ı İlahîye el açıp tövbe istiğfar ettim.

Faydası meşkûk bir idarecilik, bir makam, bir koltuk uğruna kim bilir nice insanları mağdur etmiştim; ahlara, beddualara bilmeden, haberim olmadan, ruhum duymadan hedef olmuştum! “Ya Rab! Beni de bilmeden mağduriyetlerine sebep olduğum masum ve mazlumları da afvet!” Diye hüzünlü kalbim ve yaşlı gözlerimle Rabbime iltica ettim. O gün azm ü cezm ü kast eyleyip dedim ki; bir daha asla başkalarının telkinleriyle, getirdikleri yalan yanlış bilgileriyle hüküm vermeyeceğim. İnsanların işiyle, aşıyla, koltuğuyla asla uğraşmayacağım!

Aman siz siz olun bir masumun, bir mazlumun ahına hedef olmayın!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum