Bir Destandır Çanakkale-2

Ana Yüreğine Yansımış Cihat Şevki

Çanakkale savaşları sırasında,cepheye sürekli genç insan akmıştı. Bu acemi erler, eğitim ve teçhizatları tamamlanır tamamlanmaz hemen sürüldüler. Yüzbaşı sırrı bey, ikindi vakti yeni gelmiş eratı teftiş ederken, içlerinden biri saçının kınalanmış olduğunu görür ve takılır “Hiç erkek kınalanır mı?” Kınanın sebebi bilmeyen Hasan, anasına mektup yazıp sormuştu. Bir süre sonra anasından şu mektup gelir, “ Ey gözümün nuru Hasanım!, köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından babandan aşağı kalamazsın. Ben senin anan isem, beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah bu vatan için seni yaşattı, bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Bunun için sen bu ailenin seçilmiş bir kurbansın!. Hasanım söyle zabit efendiye, bizim köyde kurbanlık ayırılan koyunlar kınalanır. Ben de seni evlatlarımın arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım. El hüküm lillah (Hüküm Allaha aittir…) Allah seni, İsmai Peygamber`inyolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anıyor. Gözlerinden öperimAnan Hatice”.

1.Tabur 2. Bölüğünde savaşan kınalı Hasan yaralanmış. Cephe gerisindeki kocadere köyü sargı mahalline getirilir. Ancak tedavisi kabil olmaz, ruhunu Rahmana teslim eder. Kınalı hasan cebinde tamamlanmamış bir şiir bulunmuş:

Anam yakmış kınayı, aday diye

Ben de vatan için kurban doğmuşum

Anamdan Allah`a, son bir hediye

Kumandanım! Ben İsmail doğmuşum

Bedr’in Arslanlarını Hatırlatan Bir Yiğit

Çanakkale kahramanları, güzeller Güzeli`nin terbiye tezgahından geçmiş olan Ashab`ın ahlakını örnek almıştı. İşte onlarından bir: Efendimizin sevgili torununun adını taşıyan bir yiğit… Rütbesiz asker Hüseyin…

Hüseyin yaralanmış ve yargı yerinde tedaviye alınmıştı. Ancak yarası çok ağırdı. Durumunun ümitsiz olduğunu kendisi de hissediyordu. Arkadaşları etrafında pervane olmuşlardı. Bu arada hastalara taze ekmek gelmişti. Hemen Hüseyin`e uzattılar. Hüseyin somunu tam ısıracaktı, durakladı, başında bekleyen Mehmetçiklere uzattı, şu sözleri söyledi:

“Kardeşlerim! Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Ben nasıl olsa, şimdi işe yaramadan öleceğim… Alın bunu gavura karşı çarpışacak yiğitlere yedirin de, ekmek boşa gitmesin…”

Saka Eri Hüseyin

35. piyade alayı 2. Bölük`te saka eri olarak görevli bulunan Hayrabolu’lu Hüseyin Topuz, bu cehennemi savaşmada siperlerdeki arkadaşlarının hiç olmazsa susuzluk çekememeleri için elinden gelen gayreti göstermekte ve işini de hakkıyla başarmaktaydı. Gelibolu`nun kavurucu sıcağında iki taraf savaşçıları için hayati önem kazanmış olan su ihtiyacı bulundu, akşama kadar süren çarpışma, cephedeki arkadaşlarına ulaşamadı. Hüseyin bir çukur içinde, içi içini yiyor, arkadaşları nasıl beklemekte olduklarını düşünerek üzüntüden bunalıyordu. Oraya mutlaka ve en kısa zamanda ulaşmalıydı, bütün gün savaşmış olan arkadaşları, hele yaralanmış olanlar suya ne kadar muhtaç olduklarını düşünüyordu. Kanatlanmak istercesine çırpınıyordu.

Birden müthiş bir olayla karşılaşıverdi, anlamadığı bir dille haykırarak yolunu kesilmiş, işin fecaatini anlamakta gecikmedi, demek yolu şaşırmış, düşman hatları içine düşmüştü. Belli etmeden gülümseyerek bir bakışla, katırının sırtındaki fıçıları gösterip, “ kumandan, kumandan” diyerek, el işaretleriyle derdini anlatmaya çalıştı. Nöbetçiler, komutanların yanına götürdüler. Çabalarla fıçılardaki suyu kendi kumandanının yaralılara bir hediye olarak gönderdiğini anlattı. Düşman subayı bu insancıl jest karşısında derin bir memnuniyet duymuş. Hüseyin boş fıçılarının üzerine düşman subayının karşılık olarak verdiği konserve kutularını, çikolata ve bisküvi paketlerini yükleyerek Türk siperlerine doğru giderken, onun düşman hatlarından elini kolunu sallayarak gelmekte olduğunu gören gözcüler hayretler içinde kalmışlardı. Hüseyin siperler varınca,  arkadaşlarınsorularına meydan bırakmadan, “ Affedin gardaşlarım” dedi “ Suyu düşmana verdim emme, boş da gelmedim, hele şunları yiyekoyun, iki saate kalmaz hepinizin matarasını doldururum evvel Allah …”

Kaç Kişi Öldürdüm, Bilmiyorum

Çanakkale Gazisi İsmail Ukuf anlatıyor:

Hava sıcak, su yok, Kanlıdere sırtlarında durmadan siperler kazıyoruz. Akşam olunca düşman zırhlı gemileri sahile yanaşıyor ve cehennemi bir bombardımana başlıyordu. Düşman saatlerce cephemizi top ateşiyle dövüyor, sonra taarruza kalkarak üzerimize saldırıyordu. Hayli düşman süngümle göğüsledim. Kaç kişi öldürdüğümü bilmiyorum. Ama düşman da bizimkilerden çok askeri şehit etti. İngilizler Hellas burnuna çıkarma yapıyorlardı. Arazi kazanmak için durmadan taarruz ediyorlardı. Biz de karşı taarruz geçiyorduk. Makineli tüfeğimiz çok azdı. 29 İngiliz Tümeni 25 Nisan`da Seddülbahir`e deniz piyadeleri ise aynı günde saat 5.55`te Bababurnu`na çıkartılmıştı. Geceyi, açtığımız siperlerde geçiyorduk. Bir gece kaza kaza düşmana 20 metre yaklaştık, düşünün 20 metre ileride yatan düşmanın yirmi metre berisinde insanın gözüne uyku girer mi?Gün ağarıp da düşman ateşe başlayınca, birbirimizi boğazlıyorduk… Yeni gelen erat acemiydi. Doğru dürüst silah atmasını bilmiyorlar. Bu erleri 22 gün sonra Keşan tarafına çektiler. Gece göç hazırlığı yapılırken, düşmanın top atışı başladı. Halil ve Kadir adında iki kardeş vardı. Kadir o gece şehit olmuştu. Halil çavuş onun naaşını bulup, intikamını almak karar verdi.“ Ben kardeşimin intikamını almadan bu cepheden adım atmam”Celal bey “ Oğlum Keşan`a gider, biraz dinlenir, kuvvetlenir, yine gelir, düşmanla çarpışırsın” dediyse de Halil çavuş ısrarlıydı.

Sonra duyduğuma göre, Halil çok yaman savaşmış, hayli düşman kırmış, bilhassa gece akınlarıyla sahildeki nöbetçileri vurmuş. Ona bir makineli tüfek vermişler, iki saat içinde 500`e yakın  düşmanı biçmiş. Bir ağacın altında 250`lik bir mermi şeridini boşaltmış, ikinci bir ağacın altına gider, orada biraz dinlenir, mermi şeridini makineliye sürer, beklemiş. Düşman ilk ateş ettiği yere mermi yağdırmaya başlayınca, Halil da ikinci mevziden başlarmış makineli tüfekle düşmanı biçmeye…

O Halil Çavuş sonra hiç görmedim, belki de kardeşi kadir gibi şehit oldu, belki kurtuldu. Allah ondan razı olsun, “ Daha sonra Gazze muharebelerinde bulundum. Orada Avusturyalılar, Macarlar ve Almanlarla beraberdik. Savaş dört yıl sürdü. Sonra tekrar Edirne cephesine, Cafer Tayyar Paşanın ordusuna katıldım. İşte madalya beratım. İşte teskerem…”

MEKTUPLAR

Üsteğmen Zahid`in Vasiyeti

Bütün şehit mektupları birbirine benziyor. Hepsi de şehadeti hissetmişler. Zahidin eşine yazdığı şu mektup böyle başlamıştı: 

“Bugünlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz. Bilirsin, her muharebeye giren ölmez, fakat eğer ben ölürsem sakın gam yeme… beni ve seni yaratan Allah, bizi nasıl dünyada birbirimize nasip etti ise, benden şehitlik rütbesini esirgemediği takdirde elbette ruhlarımızı da birbirine kavuşturur.    Vatan yolunda şehit olursam, bana ne mutlu… ancak sana bir vasiyetim var: birincisi, benim için katiyen ağlama,  ikincisi, eşyamın listesi ilişikte, bunları sat, ele geçecek paradan mihr-i muaccel ve mihr-i müeccelini al, üst tarafıyla bana bir mevlit okut. Eğer bunlar sana borcumu ödemezse, hakkını helal et ve ilk gece aramızda geçen sözü unutma. Bu vasiyetnamemi aldığınız zaman yüksek sesle ağlamanıza razı değilim.”

Mustafa Kemal’in Corinne Hanım`a Mektubu

“…Gerçekten de cehennem hayatı yaşıyoruz. Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidir. Bundan başka hususi inançlar daha çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün. Ya gazi ya şehit olmak! Bu sonuncusu nedir, bilir misiniz? dosdoğru cennete gitmek… orada Allah`ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzusuna tabi olacaklar. Yüce saadet… görüyorsunuz ya madam, benim insanlarım şehit olmayı ararken de budalaca davranmıyorlar. Peygamberimiz ne kadar bilgeymiş! İnsanların gerçek arzularını ne kadar iyi biliyormuş! Bana gelince, çok yazık ki, bu inanmış insanların, Allah vergisi nitelikleri bende yok, ama bu nitelikleri desteklemeyi de hiç ihmal etmiyorum.

“Çok garip bulduğum bir şey var: erkeklere huriler ve başka güzel eğlenceler vaat eden Hazreti Muhammed, kadınlar için hiçbir taahhüde girmiyor. Bu duruma göre ölümden sonra erkekler, cennetteki kadınlara sahip olarak hoş vakit geçirirlerken, kadınların dayanılmaz hale düşecekleri anlaşılıyor, öyle değil mi?

Gördüğünüz gibi madam, dağdağalı ve kanlı bir yaşama alıştıktan sonra da insan, cennet ve cehennemden söz etmek ve hatta yüce Tanrı`yı bile eleştirmek için zaman bulabiliyor. Madam, eğer Tanrı`mızı eleştirerek günaha girmemi önlemek isterseniz, çarpışmalar dışında kalan zamanımı hangi meşgaleyle geçirebileceğim konusunda lütfen bana yol gösteriniz.” 20 Temmuz 1915, Maydos

MEHMETÇİK

Mehmetçik İnsanlık Dersi Veriyor

Gelibolu Yarımadası, İngiliz ve Fransız zırhlıları tarafından hallaç pamuğu gibi atılmaktadır. Taş toprak, ağaç yığınlarıyla birlikte, Mehmetçiklerin cansız bedenleri de paramparça yerden göğe, gökten yere yağmaktadır. İşte bu kan pazarında acımasız düşman bir zırhlısı olan Bouvet sür’atle suya gömülmektedir. Bir düşman subayı anlatıyor: “ Top başında bekliyordum, her an bir merminin başıma düşmesi mümkündü. Birdenbire bir patlama oldu, mayına çarpmıştık, gemi batıyordu, yüzmekten başka çare yoktu, fakat sağ bacağımdan yaralanmış olduğum halde sahile yüzmeye çalıştım. Tam o esnada, tüfeğine süngüsünü takmış bir Türk askerinin bana doğru koşarak geldiğini gördüm. Düşünerek birazdan göğsüme saplanacak süngüden nasıl kurtulacağım, sonra kabul ettim ki, kurtulmayacağımı ve gözümü yumdum akıbetimi beklemeye

başladım. Hiç düşünmediğim bir şey oldu, asker yanıma geldi, cebinden çıkardığı sargı, yaramı sardı. Sırtından kaputunu çıkarıp, titreyen vücuduma sardı. Üzerime yağan mermi yağmuruna hiç aldırış etmeden koluma girip, yavaşça geri doğru yürüdük. Türk siperleri geldik, çok iyi karşıladılar, bana sıcak bir çay ikram ettiler, kısa bir zamanda kendime geldim.

Eşsiz Bir İnsanlık Abidesi: Mehmetçik

Fransız general Guro, genç bir subayken Çanakkale’de savaşmıştı. Bu savaşta Mehmetçik hem cesaret ve kahramanlık, hem de insanlık öğrendi.…

Yıl 1930’dur, Fransızlar Çanakkale’de bıraktıkları ölüleri için Morte koyuna bakan tepede, büyük bir abide yaptırmışlardır. General Guro, o yere gidip , “ Türk askerlerinin abidesini de ziyaret etmek” istediğini bildirir. Fransız abidesi benzeri bir Mehmetçik anıtı o zamanlar henüz mevcut değil, sadece Mehmet Çavuş abidesi vardır. Oraya varınca, şu hatırayı anlatır “ Bir sabah Türklerle süngü harbine başladık. Onlar mahir dövüşüyorlardı. Süngülü çarpışmamız akşama karar sürdü. Ortalık kararınca Türklerle anlaşma yaptık. Bizim askerler sedyelerle harp sahasına çıktıkları zaman ben de aralarına katıldım. Gözümün takıldığı bir güzel tablo karşısında kendimi buldum, bir Türk askeri, beni büyük bir şaşkınlık içinde bıraktı. Türk askeri kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağındaki yaralı asker için ise gömleğini yatırıp onun yarasını sarmaya uğraşıyordu. Efendiler biliyor musunuz?. Türk askerinin kucağındaki yaralı, bir Fransız askeri idi: bir Fransız askeri!”. General sesiyle birlikte gücü de tükenmiş, yere çöküp tek elini yüzüne kapatıp ağladı, ağladı, ağladı…

Mehmetçik Vicdanı

Bir İngiliz subayı anlatıyor:

“Bir gün Çanakkale’de kara savaşları devam ederken, karşılıklı ateşkes emri verildi. İki taraf geri çekildi. Bizler yaralı askerlerimizi toplamak üzere siperlere gittiğimiz askerlerimizin Türk askerler tarafından tedavi edildiğini gördük. Tedavileri bitince, bize teslim ettiler”

Avustralyalı bir subay da şunları anlattı:

“Çanakkale’de bulunduğumuz günlerden  bir gün bizim dini bayramımızdı. O gün eğlenmek istiyorduk. Ama harp halinde bulunduğumuz için imkansız görüyorduk. Son çare olarak Türklere elçi gönderip, onlarından bu günlük ateş açmamaları için söz aldık, ama hile olup olmayacağı kuşkusuz içindeydik. Bununla beraber, biz eğlencemize devam ederken, bize Türk kumandanının hediyeleri gönderdiği haberini alıp, elçiyi kabul ettim. Ayran dedikleri bir içecek göndermişti. Türklerin bu hareketleri beni son derece duygulandırmıştı.”

Mehmetçik ve Ötekiler

Mehmetçiğin onlarla kıyaslamak üstünlüğü ve avantajı sadece imanı idi, bir de ne için çarpıştığını bilmesi… Mehmetçik, vatan sevgisinin imandan olduğunu söylüyordu. İngilizlerin topladığı askerler ise ne bu imana sahiptiler, ne de niçin çarpıştıklarını biliyorlardı. Bunların bir kısmı nerede bulunduğunu dahi bilmiyorlardı.

Hamilton  hatıralarında şu sözle anlatmıştı:

Birkaç gün evvel, 51. ve 53. Sıhiye  Tümenlerinin yarısının Hintli Müslümanlardan kurulmuş olduklarını, bunların diğer Hintli ve Nepalli ya da Senegallilere karşılık, Müslüman Türklerle karşı savaşmaktan kaçındıklarını bildirmiştim. Yine Hamilton, hatıralarında şu bilgiyi verir:

“ General Gox, emrindeki Hintli birlikleri cepheye sevk etmek üzere hazırlık yapıyor. Ama Pencabi Müslümanlardan kurulu kıtaları W plajı sahasında  bırakacağını söyledi. General, cephede galip gelir de düşmanı püskürtürsek, Müslüman birliklerini de beraber alacağını, aksi halde Müslümanların, Müslüman Türklerle savaşmak istemedikleri kanaatinde olduğunu söyledi. Evet işte bu yüzden Kitchener’e ve Fitz’e, Gurka Tuygayını tahsis etmekleri için ısrar etmiştim, yoksa böyle karışık dinlerden birlikleri değil…”

Mehmetçik Kalbi Böyledir

Gani gönüllü Mehmetçik, Çanakkale’nin her safhasında düşmanı bile hayran etmeye devam eder. Bir keresinde esir düşman subaylarına taze ekmek verirler, aynı sofrada kendileri bayat ekmek yemektedirler. Esir subaylar şüphelenirler, “ Acaba kendileri bayat ekmek yerken, niçin bize tazesini verdiler” diye aralarına konuşurlar, “ Olsa olsa ekmeğe zararlı bir şey ya da zehir katmışlardır!”            çaresiz kalınca da komutanlarına haber verirler. Lisan bilen subayımız durumu anlamak için sorar:“ niçin taze ekmekleri yemiyorsunuz da onlara veriyorsunuz” “ Kumandanım, bu herifler bayat ekmek yemeyi bilmiyorlar, ekmeği yerken yüzler gözleri karışıyorlar. Biz ise zaten bayat ekmeğe alışkınız, askere gelmeden köyde de hep bayat yerdik.” Düşman subayları bu açıklamaya inanmazlar. Bu sebeple taze ekmekten ilk parçayı bizim subayımız yiyerek onlara güvence verir, ötekiler ancak ondan sonra taze ekmeğe saldırırlar.

Mehmetçiğin Yüreği

Mehmetçik yüreğini anlatmazdı, açıklamazdı.  O konuşmazdı, sadece yaşardı, yaşadığını da Allah için yaşar, dolaysıyla da başkalarının bilmesine ihtiyaç duymazdı. İşte o güzellik, sonradan Avustralya genel valisi olan üsteğmen Cosey’den: “ 25 Nisan 1915 günü Conkbayırı’nda Türkler ve birleşik kuvvetler arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arası 8-10 metre mesafe var yok. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildiler. İki siper arasında açıkta bir yaralı, bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı, “ Beni kurtarın” diye yalvarıyor ve ağlıyordu. Ancak hiçbir siperden kimse çıkıp yardım edemiyor, çünkü en küçük bir kımıldanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl alamaz bir olay oldu. Türk siperlerden beyaz bir iç çamaşırı sallandı, Türk askeri silahsız olarak siperden fırladı. Bizimkiler kendisine nişan almış bekliyorlardı. Asker, yaralı İngiliz subayını okşar gibi kucakladı. Bizim siperler doğru yürümeye başladı, siperlerimizin önünde usulca yere bıraktı. Geldiği gibi kendi siperlerine doğru yürüdü, teşekkür bile edemedik Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri olan Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar…

Mehmetçiğin Şefkati

Çanakkale savaşlarında Fransız genel komutanı olan General Guro anlatıyor: Türklerin savaşı, biz Avrupalıların savaşı gibi değildir. Bizde cidden çoğunlukla düşmana karşı yardım ve merhamet hissi yoktur. Halbuki Türkler, mecbur olmadıkça merhametsizlik yapmıyorlar. “ Bir gün, bir taarruzdan sonra cepheyi dolaşıyordum. Yaralı bir Fransız subayını gördüm. Elini sıkmak istedim, fakat elini uzatmadı, ilerde baygın bir halde yatan Türk subayını göstererek “ Onun elini sıkınız, o olmasaydı, ben şimdi hayatta değildim” dedi. Sebebini sordum, yaralı dedi ki, “ İkimiz de ağır yaralı idik, o kendi yarasına aldırmadan sargı paketini çıkardı ve benim yarayı sardı. Rica ederim, yalvarırım size, onu kurtarınız.” General çok meraklanıp, sorar. Aldığı cevap, bir anne yüreğine yakışır şefkati gösteriyordu. Yaralı Fransız cebinden çıkardığı bir yaşlı kadın fotoğrafı ona bakar bakar, öper yüzüne gözüne sürer. Mehmetçik bu kadın onun annesi olduğunu tahmin etmiştir, demiştir ki kendi kendine “ Beni bekleyen ne annem ne de babam var… ben ölsem arkamda ağlayan kimsem olmaz… ama bu arkadaşın onu bekleyen bir annesi var, bari o sağlığına ve annesine kavuşsun. Ancak bu iki subay da, tedavi için taşınırlarken dünyalarını değişirler…

Mehmetçik Sayesinde Mareşal Olan İngiliz 

Çanakkale savaşları cephe gerisi yaşanan güzelliklerle doludur. Harika  olaylar yaşanmış, onlarından birini  de emekli Korgeneral Adnan Orel yaşamıştır. Adnan Orel bey, albay rütbesindedir ve askeri ataşe olarak Londra’da bulunmaktadır. O sırada İngiltere genelkurmay başkanı değişir. Londra’da bulunan bütün yabancı askeri ataşeler yeni genelkurmay başkanı Mareşal Festings şerefine müştereken bir yemek düzenlerler, Mareşal konuşma için ayağa kalkar. Ancak konuşmanın hemen başında ilk olarak Türk askeri ataşesini tanımak istediğini söyler. Adnan hemen bu isteği yerine getirir ve ayağa kalkarak Mareşali selamlar. Bu seremoni, orda bulunan bütün ataşeleri şaşırtır, bu ayrıcalığın sebebi nedir, diye merak ederler. Fakat merak uzun sürmedi, Mareşal şu açıklama yapar, “ Ben bu üniformanın sahibi olan ordunun mensupları sayesinde, şu anda genelkurmay başkanı olarak karşınızdayım!”

Bu sözler üzerine dinleyenlerin merakları şaşkınlığa dönüşür, bu şaşkınlığın sebebi de yine Mareşal’ın açıklamaları çözer. Bu açıklamaya göre Mareşal, Çanakkale’ye çıkan İngiliz birliklerinde teğmen rütbesiyle görevlidir. İngilizler cephe hatlarını hemen gerisinde bir sahra kilisesi yapmışlar ibadet için her Pazar oraya giderler. Mareşal dindar bir zat olduğu için her Pazar o sahra kilisesine gitmektedir. O pazarlardan  birinde cephede bir sükunet vardır. Karşılıklı ateş kesilmiş durumundadır. Mareşal ve birkaç silahsız asker, ellerinde İncilleri, kiliseye gitmektedirler. Fakat yollarını şaşırır ve bir an ne olduğunu anlamadan Türk siperlerine varırlar. Mehmetçikler onları esir alırlar. Mareşal Mehmetçiklerin başındaki çavuşa, silahsız olduklarını ve kiliseye gitmekte olduklarını anlatmaya çalışır. İma ve işaretlerle serbest bırakılmalarını ister. Zeki çavuş ne istediğini anlar, ama bu durumda karar vermeye yetkili değildir. Doğru karar verir, İngiliz esirler takım komutanı olan teğmenine götürür. Takım komutanı lisan da bilmektedir. Önce İngilizleri dinler, sonra emin olmak için “elinizdeki kutsal kitap üzerine yemin eder misiniz” dedi. İngilizler hemen istenildiği şekilde yemin ederler. Bunun üzerine Türk teğmen, İngilizlerin dönmelerini sağlar.

Mareşal, bu hatırasını naklettikten sonra, şu açıklamada bulunur: “İngiliz askeri şeref kanununa göre, savaşta esir düşen, ülkeye döndüklerinde mahkemeye verirler. Esir olmakta hatası görülenler, derhal ordudan atılırlar. Esir olmakta hatası bulunmayanlar da emekliye ayrılırlar. İşte o gün kiliseye giderken yakalandığımda, Türk teğmeni bana esir muamelesi yapsaydı, ben de memlekete döndüğümde en azından emekli edilirdim. Dolayısıyla da bugün Mareşal üniformasıyla ve genelkurmay başkanı sıfatıyla huzurunuzda bulunamazdım. İşte bu sebepten dolayı dünya ordularının güzide temsilcisi subaylar huzurunda, bu asil ve mert ordunun askeri ataşesini de selamlamaktan büyük bir şeref duymaktayım.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.