Benden halife olur mu?

Cenab-ı Hak, şu üç meziyeti vermek ile insanı arzda halife olacak yani; Allah’ın hükmünü icra ve kanunlarını tatbik edecek seviyeye yükseltmiştir:

1.  Âlî bir fıtrat

2.  Bütün maâlinin tohumlarına mezraa olacak yüksek bir istidat

3.  Mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan

Her insan bu fıtrat üzere yaratılmış ve hepsinin de raiyeti var ve hepsi de mesul. Arzın halifesi olmak, her insanın yaratılışında var ve ona göre donanım verilmiş. Hepiniz çobansınız ve elinizin altındakilerden mes’ulsünüz fehvasınca her insan bir çoban. Ve evvela kendi kalbinin, aklının, vicdanının, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiyyesinin çobanı. Ve Esma adedince olan yani hadsiz latifelerinin çobanı.

Her bir latifesinden haberdar olup onların kendine has ubudiyyetlerini titizlikle yerine getirmek ancak Peygamerler ve emsali için düşünülebilir. Fakat her sıradan kişi günahlar ile bu latifelerin öldüğü bilgisine ulaşabilir.

İnsan kendini tanımadıkça, bu âlî fıtrat ve yüksek istidat ve ulvî vicdanını fark etmedikçe, insanlıktan uzak bir hayat sürmesi kaçınılmaz. Bu durumun ise bir bunalım ve sıkışmayı netice vermesi elbette beklenen bir durumdur. Bu kadar yüksek istidatta yaratılan insan, hayvan gibi yaşasın da rahatsızlık da duymasın. Elbette imkansızdır.

Hiçbir mü’min bu halife-i arz olma vazifesini yerine getirmeden huzurlu yaşayamaz. Zira evvela kendisi sonra ailesi, evlatları, var ise çalışanları ve çevresi onun kendilerine karşı sorumlu olduğu kişilerdir ve onlara hak ve adalet üzere muamele etmekle yükümlüdür. Onlara karşı Allah’ın emir ve hükümlerini yürürlüğe koyması gerekir.

Bu, çok hassas bir konudur. Zira Allah’ın razı olacağı şekilde muamele etmek, Allah’ın emirlerini bir istibdad çerçevesinde uygulamak ve mes’ul olduğu kişileri de bir istibdad ile Allah’ın emrine uymaya zorlamak anlamına gelmez. Kainatın mayası muhabbet olduğuna göre bizim yapıp etmelerimiz, gidip gelmelerimiz ve sevk etmelerimiz de muhabbet temeli üzerine oturmalıdır. Madem insan, kainatın bir numunesidir, insan dahî muhabbetten yapılmıştır. Öyle ise harekatının temelinde de muhabbet olmalı.

Elbette insanın yüksek kapasiteli kalbini tatmin edecek olan muhabbet muhabbetullahtır. Allah’ın muhabbeti bir kalbde yer etmesi ile o insanın muamelatına da hükmetmeye başlar. Allah’ın muhabbeti ile yapılan iş ise marifetullah ile libaslanmış bir aklın eşliğinde insanı ihlasa taşır. Allah’ı bilen bir akıl ve Allah’ı seven bir kalbin yoldaşı da Allah’ı gören bir latife-i rabbaniyedir.

Latife-i rabbaniyesi ile Allah’ı müşahede etmekle ruhu lezzetlenen bir insan yaptığı işleri artık ruhu ile yapar. Amellerinde bir ayrı el hakim olmaya başlar. Şevk ve zevki hiç eksilmez. Arkasında vicdanı ile duramayacağı hiçbir işe yetlenmez. İçine sinmeyen hiçbir işin peşine düşmez. Yaptığı işleri ise bütün ruh-u canı ile yapar.

Başka sebepler ve yönlendiriciler işine parmak karıştıramaz artık. Aklı başka telden kalbi başka telden çalmaz. Menfaat gibi bir ok sinesini delmez. Ruhun, kalbin ve vicdanın hakimiyeti nefis, heva ve hissin aldatma kapasitesini düşürür.

Akıl gadab ve şehvet kuvvelerinin vasatından hülasa olan sırat-ı müstakîm; iffet, şecaat ve hikmet saç ayağında dengeye gelmiştir. İşte arzın halifesi olmanın hakkının verilmeye başlandığı nokta da burasıdır. İfrat ve tefritten uzak, kainattaki iktisada yani; hikmet ve adalete muvafık hareketin başladığı denge noktası.

Nasıl ki ihlası muhafaza etmek, ihlası kazanmaktan daha ehemmiyetli ve daha hassastır; sırat-ı müstakimde kalmak da ve yolun dışına taşmamak da daha dikkat isteyen bir meseledir. Hepimizin günde en az kırk defa bu duayı tekrar etmesi fıtratın bir gereği ve en büyük ihtiyacımızdır.

Arzın halifesi olmak elbette bir şereftir, aynı zamanda çok büyük bir mesuliyettir. Hiç kimse “ben önemli değilim, öyle emrimin altında da kimse yok” demekle bu işten sıyrılamaz. Zira bu fıtratta yaratılmış ve Adem Aleyhisselam’a verilen sitidatlar, ki bunlar esma taliminin de zeminidir, kendisine de verilmiştir.

Her mü’min sadece kendi ruhu ile cismaniyeti arasındaki dengeyi sağlamak adına sırat-ı müstakîm’i bulması gerekir. Bu sadece kendisini değil, sadece çevresindeki insanları da değil, kainatı alakadar eden bir mes’eledir. Zira kainatın kayyumu insandır. Dünyada Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın emrine uyan ve ondan tevarüsen gelen nuru devem ettirenler kalmadığında dünya kapanacak ahiret kurulacaktır. Yani dünyanın hayatı, üzerindeki sakinlerinin sırat-ı müstakîm’i bulması ile bağlıdır. Dünyanın, ve dünya, kendisi için bir insanın siması makamında olan kainatın, hayatının sebebi Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’dır.

Biz tefekkürümüzün eksikliği ile, üzerinde yaşadığımız dünyadan hayli habersiz kaldık. Fakat dünya bizden haberdar. Beşerin zulmünün ve günahlarının (günah da insanın kendine yaptığı zulümdür) sıkletinden hayli yorgun düştü. Televizyonun hızlı akan görüntülerine müptela olan nazarlarımız sükunetle akıp giden haşmetli ve nurani güneşi izlemek lezzetinden bizi hayli uzaklaştırdı. Kör olası dinsiz gözü / görmez oldu yüzümüzü diyen yıldızların seyri, dindarlar için bile yerini televizyona bıraktı.

Ne ise perişan halimizi tasvir değildir bizi uyandıracak, ayağa kaldıracak, yeis, istibdat, sıdkın ölümü, adavete muhabbet, nurani rabıtaları bilmemek, şahsi menfaat peşinde koşmakpek fazla hükmünü sürdü.

Artık ümidi, meşvereti, muhabbeti canlandırmak zamanı gelmiştir. Ümitsizlik verecek olumsuzlukları sakız gibi ağzında çiğneyeduranlar dinleyici bulamasın artık. Neden hep hastalıklarımızı anlatıp onları müzminleştiriyoruz? Hayallerimizi ve ümidi canlandıran hedeflerimizi anlatalım artık. Evvela kendimize şevkle anlatmaya gayret ettirecek bir hedef tayin edelim.

İnsanlığın ve asrın bütün hastalıklarının dermanı elbette Kur’an-ı Azimmüşşan’dadır. Ve O’nun mucizevî lem’ası olan Risale-i Nur kestirmeden dermanları elimize vermiş. Ah gerçekten de halimiz darı ambarında aç gezen tavukları andırıyor. Elimizde ilaç, kıvrım kıvrım kıvranmaktayız gel gör ki nasıl istimal edileceğini bilmiyoruz. Ne nefsimiz için sırat-ı müstakimi tutturabildik ne de İslam alemi için birliği.

Elde Kur’an ve iken kafiri yenmeye ne zorluk var ki diyen Üstadın, elindeki nurlar ile zulmette kalan talebeleri olamayız, olmamalıyız. Velev ki şimdiye kadar nasıl istimal edeceğimizi bulamadık bir bilene de sormayacak mıyız? Meşveret etmeyecek miyiz? Bir araya gelmeyecek miyiz? Herkes memnun mu kuyu kazmaya devam etmekten. Kazılan kuyular kimleri bekliyor? Kimin kuyusunu kazmakla meşgul muhabbet fedaileri? Bir husumete kurban mı gidecek muhabbet fadeileri? Savunageldiklerini yüz üstü mü bırakacak? Yüzü sürten kim olacak o zaman?

Allah için bir daha mütalaa edelim, bir defa daha Risaleleri okuyalım, evvela nefsimize, kalbimize, aklımıza, vicdanımıza. Ama başkasının kafasını yarmak için değil, hakta ittifak için.

Mutlaka Nurun müştakları arasında Hafiz Ali misaller var. “ben geldim kardeşim, beraber yürüyelim, birbirimize kuvvet verelim, hakta ittifak edelim, mesailerimizi birleştirelim, Hizmet Rehberi Ağabeyimiz olsun, hepimiz omuz omuza elifler olalım, dünya bizi bekler bütün Müslümanlar bizim el ele tutuşacağımız günün hasreti içindeler, ben geldim kardeşim beraber, bir olalım, ayrılmayalım, ihtilafa düşmeyelim, kafirler güç bulmasın aramızdaki anlaşmazlıktan diye ben geldim kardeşim. Allah’ın emri ile geldim, Allah’ın emri için geldim, hepimizin de ana babasından, tatlı canından çok sevdiği Resulallah sevinsin diye ben geldim kardeşim. Birleşip kuvvet bulalım Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım diye ben geldim kardeşim”

Evet evet evet, dünya buna hasret, nur talebeleri Üstadın hizmet edecek dediği hissi içlerinde büyüttüler artık gün yüzüne çıkacağı anı bekliyor sadece. Belki de bu satırların yazıldığı dakikada, kainatta hükmeden bu tearüf, teavün, tesanüd, teanuk emirlerine imtisal için ahiret kardeşleri, yolun yoldaşları, fedakar kardeşler kucaklaşıyorlar.

Uyanık vicdanlar, hareketli kalbler, çalışan rabbani latifeler elbette cem olacak. Elbette Allah nurunu tamamlayacak. Yeter ki biz nurun peşinden ayrılmayalım. Maddi menfaat ve kabileceilik, enaniyet, “bize gelin biz tek doğruyuz”, şöhret, korku, tembellik, ten perverlik, yeis, ucub, gurur, kibir gibi zulmetlerden bir çırpıda silkiniverelim.

Sadece bu ağırlıklarımızı atmakla nurun celb ve cezbi bizi bir edecek inşallah. Çünkü; iman nurdur ve kuvvettir. Madem hepimizde o nur var, o nurun şe’nidir ki biz zulmetli gaflet perdelerinden sıyrılınca o nur kendini gösterecek. Ve aynı iman nurunu taşıyan kabler bir olacak.

Bu nurun muvakkat arızalar ile tesirini şimdiye dek fevkalade tarzda göstermemesi şimdi göstermeyeceği anlamını elbette taşımaz. Her kese düşen sadece zulmetli perdenin arkasından çıkıvermek. Ve böylece nuranî rabıtaları ayan beyan görmek. Bu net görüş istikametli hareketin başlangıcı olacaktır inşallah.

Nurlarla, şahsî ve içtimaî vahdet tahakkuk eder; ferdî istikameti bulamayanlar içtimaî istikameti de tahakkuk ettiremezler. İman üzere yaşayan insanlar ancak iman esaslarını toplumsal hayata hâkim kılabilirler.

Dünyada olan ve dahî berzahta olan her mü’min bu birliği ve beraberliği istemekte. Bu birliğin temellerini tesis edip de ahiret alemlerine gidenlere karşı her müminin, bu birliğin temini için çalışmak gibi bir vefa borcu da var. Bu yolda çalışmak her kesin en büyük vazifesi. Başkası yapsın deme lüksüne hiçbir münin sahip değil. Sadece belli birkaç ferdin üzerine de koyulamaz. Hani Halife Ömer (ra); kendisini yönetim konusunda uyaran sahabî efendimize valilik teklif edince bakıyor ki o kişi nazlanıyor ona ne güzel diyor: “bu büyük ve ağır işi bana yükleyip bir kenara mı çekileceksiniz?”

İhlas Risalesinin dediği gibi omuzumuza İhsan-ı İlahî tarafından konulan bu hizmetin şükrü olarak ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Haydi hepimiz bu risaleyi, kardeşine değil de kendimize okuyalım. Umulur ki nefsimize tesir eder ve insi cinni şeytanların elinden yakamızı kurtarır. Zira ihlas demek Allah’ın isimlerine vasıtasız tutunmak demektir. Medet yalnız O’ndandır.

Arza halife tayin edilen insana da bölüp parçalamak, zayıflatmak değil bütünleyip toparlamak, destek olmak bir olmak, ümit vermek, ihtilafı bırakıp ittifak etmek, ilmini hikmetle eyleme dökmek yakışır. Her mü’min arzda halifelik vazifesinin hakkını vermeye gayret etmelidir. Bu vazife ile tavzif eden de Allah’tır. Allah namına ifa etmekle yükümlü olduğumuz bu vazifeyi yapıp yapmamayı bir kula sormak elbette kuluk edebine münafidir. Şura ile işlerin tanzimi  de Allah’ın emridir.

“Yaşasın sıdk! Ölsün ye’is! Muhabbet devam etsin! Şura kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selam ve selamet Hüdaya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin” Hutbe-i Şâmiye

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.