Ben ve yıkılmış bir mezar

Sayfa sayfa dökülüyorum. Takvimlere yazılmışım. Yaprak yaprak tutunuyorum hayata. Dalımdan düşen rakamların sürekliliğinde, çabalamaktayım. Bir vuruşlar zincirinin halkalarından tek tek geçiyorum. Önce yelkovan takip ediyor, baltalıyor ömrümü, sonra akrep... Tik, taklar arasında mekikteyim. Önce tik, sonra tak…
“Belki bu son vuruş olacak” diye düşünmeden, kanıksadığım bir halin, zaman nehrinin akıntısında yüzmekteyim. Salladığım kürekler, bazen koca kayalara çarpıyor, bazen hızlanıyorum, akıntı da hızlanıyor. Bazense sakinim, durgunum…
Gülkurusu ikindiler yaşamadan önce, ışık dolu bir sabah konmalı pencerelere. Güneşin ahenkli dönüşlerini fark edemesem de, yine de dönsün istemekteyim. Işısın, ısıtsın… Güllere özlemim, sevecenliğimse hep aynı kalıyor. Hiç değişmeden… Bir kırmızı olsun diyorum, bir beyaz, bazen pembe ya da hep sarı.

İçinde yanan şeyleri kimse fark etmez çok kereler. Güneş yanar, gül yanar, sen yanarsın. Derin bir sevda yaşanır gibi, girdabına çekilirsin içinin ta en içine… Seher olur, sabah olur, gün olur, gece olur. Hayat sürer, mevsimler döner, dolanır ömür ağacının gövdesine. Her günde bir yaprak dökülür, dallarından aşağı. Yere değer, bitmez, hep devam eder bu dökülüş. Ruhun acır, canın acır yere değince. Korkarsın…

Dedim ya… Ben sayfa sayfa dökülüyorum. İşte öyle olur hayat. Her zaman sayfa sayfa dökülürsün. Ve bir gün sökülürsün köklerinin en sağlam yerinden, devrilirsin boylu boyunca yere. Zamanın seyriyle dönen âlemin gidiyor olduğu son noktanın bir önemi yok aslında bizler için. Asıl önemli olan, boylu boyunca devrildiğin o andır işte.

Her şey biter o zaman. Hiç dünyaya gelmemiş, hiç yaşamamış gibi olursun. Toprağın altına uzanan bedenin hep oradaymış gibi, tümsek bir şekilden ibaret kalır. Beyaz bir taştan başka hiçbir şeymişsin gibi öylece durursun orada. Kimse anlamaz seni, dünya yüzünde yaşadıklarını, duyduklarını bilemez. Kendi kıyametin, kopmuştur artık. Sonra, güne değen köklerin üşür, için üşür, toprakta bıraktığın boşluk üşür. Çünkü bir gün, sen bile kalmazsın o mezar taşının altında. Sadece boşluğun kalır geride, boyun kadar kazılmış soğuk boşluğun…

Önümüzde beyaza boyanmış, iki sütunu birbirine bağlayan kemerli bir kapı duruyor. Araba tekerleklerinin altından akıp giden paket taşlar özenle dizilmiş. Tekerlekler dönüyor, sonra bir daha dönüyor, dönüyor… Dünya dönüyor, âlem dönüyor, ay, güneş, cümle eşya katılıyor bu semaya. Dönüyoruz, hızlı bir dönüşle. Tekerlekler de dönüyor.

Sürekli dönen bir şeyin üzerinde olmak, yer değiştirmek anlamına da geliyor aslında. Bir yerden bir yere ulaşmanın adı oluyor bir bakıma. Bizi ikinci hayatımızın başlangıcı olan, diriliş sabahına götüren dünyanın da helezonik dönüşleri, sabit zannettiğimiz evrenin çırpınışları da hep aynı şeyi söylüyor dikkatle baktığımızda.

Bazıları ikinci dirilişe inanmayıp, göz kapamakla daimi bir gecenin içinde yaşamaya zorlasalar da kendilerini, güneş inadına doğuyor gökyüzünde. Aydınlıkların baskınlığı, örtüyor zifiri koyulukları. Tekerleğin dönüşünü, dünyanın dönüşünü ve de güneşin dönüşünü engelleyemiyor biçare bedenler. Vah yazık!

İlerleyen arabayla birlikte farklı bir âleme giren ruhum hissetmiş olacak ki bulunduğu ortamı, sessiz bir hüzne gömmüş kendini, beklemekte… Cesedim madde olayını çoktan aşmış; ama dıştan bakıldığında hâlâ bir et ve kemik birikintisi halinde duruyor.

Ve gözlerim… Sol tarafın kuraklığında seyredecek hiçbir şey bulamayınca, kayıveriyor sağ tarafa doğru. Sağ ve sol… Bu iki zıt kavram, arabanın geçtiği şu anki yolla ayrılıyor birbirinden. Sağ taraf, sol cephenin aksine yeşillik, orman, kalabalık, kalabalık, kalabalık…

Sonra birden duruveriyor biteviye dönen araba tekerlekleri. Asfalt yol bitiyor, artık araba devam edemez gitmeye. İniyorum mecburen. Ardından patika bir yoldan yürümeye başlıyorum. Yürüyorum adım adım… İyice yağmur yemiş toprağın, kesif kokusunu soluyarak, adım adım ölçüyorum zamanı. Sürekli bir nefes alıp verme eylemindeyim…

Nefes alıp verirken, iki fiilin gergefinde mekik dokuyorum aslında. Alıyorum, sonra veriyorum. Alacak mıyım diye düşünmeden, verecek miyim diye tasalanmadan, dünyayla öteki arasındaki çizgide gidip geliyorum. Kanıksadıklarımın içinde kaybolduğumdan mıdır nedir bilmem, öyle doğal, öyle akışında, öyle sıradan geliyor ki bazen… Gittiğimde gelmeyi, geldiğimde gitmeyi tasarlamıyorum bile. İki fiil, iki şükrü gerektiriyor aslına. Ama çok kereler hatırlamıyorum bile...

Hayatın içinde yapabileceğim en anlamlı yürüyüşlerden biri bu belki de. Yüzümü, gerçeğe dönmek, gerçeğin tam ortasında ilerlemek gibi... Oyun ve oyalanmanın içinde yaşanan en büyük gerçeklik… İşte tam önümde duruyorlar.

Şimdi sadece onlar ve ben varız sanki âlemde. Yağmur sularıyla ıslanmış, üzerlerine biriken günlerin tozlu saatlerini silmiş, süpürmüş mermerden yapılma mezar taşları… Kiminde bir şehit edası, kiminde bir kelebeğe öykünmüş bebek elleri. Kimin de anne feryadı, kimin de yorgun yaşlı bir beden, kimindeyse boşluk... Sadece koca bir boşluk… “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümün,” dünya yüzünde görülen ufak tefek tümsekleri… Görkemli lahitlere nazaran; mütevazı, halim selim toprak yığınları…

Toprağı düşünmek ayrı bir hâl. Tüm bedenleri ayırt etmeden bağrında uyutan, zalimini, âlimini ayıklamadan, her kula yer açan bir merhamet damlası o. Tüm insanları, hayatta olduğu zamanlar da da ayırt etmeden doyuran, barındıran bir cömertlik ustası aynı zamanda.

Bu düşüncelerin ağına tutunmuşken, topraktan geçip, yine cesetleri toprağın derinlerine gömülmüş, ruhları bilinmez nerelerde yakınlarımın, mezar taşlarından biri, ruhumun uçuşa geçmesine neden oluyor… Farklı bir mahale doğru yol almaya başlıyor hayalim.

Uçuyor, uçuyor, uçuyor… Sonunda Urfa kalesinin mancınıklarından, İbrahim’in (as) atıldığı ateşin hararetiyle, ısındığını hissediyor. Sanki İbrahim’i (as) yakmayan ateş, hâlâ orada yanıyor. Yanmak maddesi hiç tükenmemiş, İbrahim peygamberi hala bağrındaki gül bahçesinde koruyor. Ruhum yol almaya devam ediyor o sırada ve kalenin altındaki kayalarda göz göz yuvalanmış güvercinlerin kanat çırpınışlarıyla yarışarak, en aşağı doğru süzülüyor. Sonunda da demir parmaklıklarla örülmüş bir mezarın önünde duruveriyor.

“Yıkılmış bir mezar” ziyaretidir bu. İçine yığdıklarını çoktan kaybetmiş, olmayan mezar sahibinin anısına, taşmaya başlamış manevi rüzgârlarını, etrafına çektiği çizgilerle sınırlamaya çalışmış bir mezarın ziyareti… Üst tarafta bütün görüntüyü 40 sene önce anlatmış olan, “yıkılmış bir mezar” şiiri yazılı:

face="Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif"

(*)“Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said'den yetmiş dokuz emvât(**) bâ-âsâm âlâma.
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor(***) hüsrân-ı İslâm'a.
Mezar taşımla püremvât enîndâr o mezârımla
Revânım sâha-i ukbâ-i ferdâma.
Yakînim var ki, istikbâl semâvâtı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-i İslâm'a.
Zîra yemîn-i yümn-i imândır,
Verir emn ü emân ile enâma.”

Şiirin altında “Said Nursi” yazılı. Görüyorum ki; gerçekten yıkılmış bir mezar, yığılmış içine her âlem. Ama yine de derdi tek… İslam hüsranına ağlıyor için için, görünmeyen gözyaşlarıyla.

Boş mezarın duyulmayan iç âleminde, önceden anlattığı, tasvirlediği görüntüler ses veriyor bir anda. Ölüm anının sesi yankılanıyor hala, o yıkılmış mezar koyuluğunda. Ben şimdiden görüyorum ki diyor seneler ötesinden bir ses: Yakın bir zamanda kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim Cenazemin lisan-ı hâliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı Rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryat edip nida ediyorum: El-amân el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden hâlas eyle! İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Taşıyıcılar beni bırakıp gittiler. Senin afv- ü Rahmetini intizar ediyorum...

Said diyor bunları, koca Said… Nurla doğmuş, nura doğmuş bir bedenle… TÜM NUR ÂLEMİNİN KAPISI BURADAN AÇILIYOR GİBİ, tüm talebeleri, mezar taşının etrafında halkalanmış gibi…

Ve orda, hayalimin ulaştığı son noktada; “Bahtiyar bir ihtiyar var. Adı Bediüzzaman… Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış, Allah’a! Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, Onun ulu Peygamberine. Onun büyük kitabına. Kur'ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak, her yerde hâzır, nâzır olana, âlemlerin yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak Evet! Ne büyük saadet!” (1)

Bir “Fatiha” serinliğinde, bir “Allah rahmet etsin” huzurunda, ayrılıyor ruhum ve hayallerim yıkılmış bir mezar aydınlığından. Yanı başına yapılmış Bediüzzaman çeşmesinden kana kana su içerek serinlemek diliyor bir an, mümkün olsa…

Hayalimin derinliklerinde yer değiştiren ruhum, tanımsız bir mezar taşını ziyaret ediyor sonra, yeri belli değil, zamanı belli değil. Mezar taşının üstünde “Nurdan” yazıyor. Acıklı bir hali var, ölümün yansıdığı her mezar taşı gibi.

Belki bir sonbahar akşamında, belki bir bahar sabahında veda eyleyecek bedenim bu âleme. Hayatın sonunda kapatacağım gözlerimi ebediyete açmak adına. Belki başarmış olacağım kul olmayı, belki bir “Ah! Keşke” kalacak bana bu günlerden yadigâr. “ Ah! Keşke”…

Sonunda tüm düşlerinden, düşüncelerinden sıyrılarak geri dönüyor ruhum bedenimin olduğu yere. Kendime geliyorum bir anda. Ve kendi kendime şunları fısıldarken ayrılıyorum şehir kabristanından:

Ayrılık vakti geldi ey gönlüm! Ziyaret bitti, gün kararmaya yüz tutuyor. Artık gitme zamanı geldi. Yakın zamanda kaybettiğin yaşlı dedeni, ondan çok önceleri hayata veda eylemiş, üzerini çoktan yeşillikler bürümüş mezarın altında yatan, babaanneni bırakıp gitme zamanı geldi. Hayalen yaptığın “Yıkılmış bir mezar ziyareti” de yazıldı defterlere, sayfalara, akıllara…

Gidiyorum şimdi. O hep devam edecekmiş gibi gelen hayatıma geri dönüyorum. Yine yanlışlarla, günahlarla geçecek günlerime yenilerini eklemek üzere, dalacağım hayatın en içine. Yine de ümit var olacağım ama. Belki bir kurtuluş ümidiyle yaşayacağım, belki de olmasını dilediğim ebedi hayatımın güzelliğini düşüneceğim için için.

Kim bilir belki kaç kez daha sabahın altısında, gecenin bir yarısında çalacak telefonla, yakınlarımın ölüm haberlerini alacağım. Birer birer vereceğim toprağa onları, gözlerimdeki yaşlık, kalbimdeki ürpertiler devam edecek… Öyle demişti ya Peygamber biricik oğlu İbrahim’i toprağa verdiğinde: “Şüphesiz ki göz yaşarır, kalp ürperir…

Ta ki sıra, bir gün bana gelene dek. İşte o gün, gene geleceğim. Hem bu defa hiç ayrılmamacasına, hiç geri dönmemecesine geleceğim. Sizlerden biri olup, uzanacağım mezar taşımın altına. Kendimin sandığım, ama gerçekte ona bile sahip olmadığım mezar taşının altına. Ellerimde boş ameller… Yine geleceğim, hem de bir daha geri dönmemek üzere. Geleceğiz, hep birlikte…

Dipnotlar:
(*) Bu kıt'a, onun imzasıdır.
(**) Her senede iki defa cisim tazelendiği için iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmişdokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki, Said bu tarihe kadar yaşayacak.
(***) Yirmi sene sonraki bu şimdiki hali, hiss-i kablelvuku' ile hissetmiş.

Kaynaklar:
1. Osman Yüksel SERDENGEÇTİ
Said Nursi, Mesnevî-i Nûriye
Câmiüssağir

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum