Ben Mısır Ezher’de aşkı ezberlerken

Birkaç yıl önce bilim ve sanat faaliyetlerine sponsorluk eden bir vakfın yardımıyla antropoloji masteri için Mısır’a gittim. Üç yıllık yoğun bir çalışmanın ardından tezimi tamamladım. Bu süre içinde insanın bütün kainatı gösteren engin burçlarından hayatın derinliklerine baktıkça kendimin daha bir farkına vardım. Yepyeni bir değerler dünyasına ulaştığımı sandım.

 

İnsanın varoluşuna ait bir yığın soruyu çözmüş olmanın verdiği haz ve sükun hali içimde belirince, “Artık ben ‘oldum’ ” deyip, doğduğum topraklara dönmeye karar verdim.

Ayrılmadan önce Mısır’da bulunduğum süre içinde benden yardımlarını esirgemeyen hocalarıma ve dostlarıma veda ziyaretlerine çıktım.

 

Mısır’da birçok  hoca ile tanıştım. Hepsinden farklı bir ses, farklı bir renk kendime kattım. Onlardan birisi var ki, onu hayatım boyunca unutmam mümkün değil. Bu Abdülmecit Nur idi. Abdülmecit Nur cümlelerimin başında ifade etmeye çalıştığım hayat anlayışının bende oluşmasına en büyük katkıyı sağlayan kişiydi.

 

Yıllar önce benim gibi insan ırkı ve kültürü üzerine araştırmalar yapmak üzerine Mısır’a gelmiş. Fakat kendi kalbi, ruhi ve akli sebeplerine göre burada vaktini doldurmadığını fark edince, kainat vatandaşlığına soyunup, Kahire’ye yerleşmeye karar vermiş.

 

Doğu’nun mistisizmine kendini teslim etmiş. Mesnevi-i Nuriye Risalesini şerh etmiş. Teknolojiyi ve bilimi reddetmiş. Riyazete girmiş, kendini hayatla canlı ilişki kurmaya zorlayan bedeninin iplerini ruhunun çıkrığında eğirmiş. Nefsini ruhuyla, aklını kalbiyle bileylemiş. Gülüşlerine, ağlayışlarına çeki düzen vermiş. Dünyanın ve içindeki insanların seslerine ayar çekmektense, kainattaki ahenge kendini bırakmış. Kendince, o gün bu gündür, bu topraklarda ahenk içinde iç dünyasının iz düşümlerini ve iç sesini aramayı sürdürüyor.

 

O gün, Abdülmecit Nur’a veda etmek üzere toprak evine geldim. Ahşap kapı yarı açıktı. Kapının önünde bir duvar gibi bir süre onu izledikten sonra, onun “duvar olma, kapı ol” sözünü hatırlayıp, hafifçe kapıyı vurdum.

“İçeri gir” dedi.

 

Bir duvar gibi yıkıldım, bir su gibi içeri sızdım.

Odası kandillerle ve mumlarla aydınlanıyordu. Tütsü kokusu odayı bir anne gibi sarıyordu. Odası nereden bakılırsa bir ayin yerini hatırlatıyordu. Yanına vardım. -Daha sonra M.Ö.300 yıllarına ait olabileceğini söylediği- antik saray ve birkaç mumyalanmış insan fotoğrafını inceliyordu.

 

Minyatür rahlesinin sağındaki şilteye iliştim. Sırtımı kırmızı koyun yününden yapılma yastığa dayadım. Öylece bekledim bir zaman.

 

Mısır’ın hüzünlü yatsıları ince hastalığa tutulan beni kötü kötü öksürtüyordu. Bu yatsı vaktinde, odayı saran çeşit çeşit antikalar, renk renk çiçekler, bir de tütsü kokusu hüznüme hüzün katıyor, beni biraz daha öksürtüyordu. Şimdi şu ciğerdeki öksürüğü ancak dervişçe bir yürek dindirebilirdi. Gündüzleri serseri, geceleri melankoli olan şu kalbimi ancak Abdülmecit Nur’un sesi terbiye edebilirdi.

 

Abdülmecit Nur’un sanki göğün göğsünü sıvazlayan ince, uzun dallar gibi parmakları resimlerin arasında hayal gibi görünüp, kayboluyordu. Onun bu dalgın hali bana biraz merak, biraz da cesaret verdi.

 

Yerimden doğruldum. Rahlenin üzerine bıraktığı Tac Mahal’e benzeyen bir saray resmine ve dolgun bedenli, iri kemikli, enli göğüslü, ilk bakışta günümüz insanlarından biraz daha farklı gözüken bir insan resmine bakmaya başladım.

 

Resimlere dikkatle baktığımı gören Abdülmecit Nur, söyleyecek çok şeyi olduğu zamanlardaki kabz hali ve bunun soyadı uzun süreli sessizliyle bir süre beni süzdü. Sonra tunç şamdanlara takılı mumların rengini verdiği kitaplığa doğru yürüdü. Kitaplıktaki küpten özenle zımparalanmış kürdan büyüklüğünde iki çubuk alıp, rahlenin yanına döndü.

 

Resimleri eline aldı ve konuşmaya başladı:

Bu saray zamanın Mısır kralı tarafından M.Ö. 300 yıllarında yaptırılmış. Kral bunu yaptırırken, değişik zaman, mekan, iklim ve kültür özelliklerini temsil eden onlarca farklı nitelikte kum, taş ve ağaç kullandırmış. Böylece ölümsüzlük duygusunu, sonsuzluk hissini, eşya - yaratıcı bütünlüğünü, zamanın ezeliliğini ve ebediliğini, mekanın bütünlüğünü ve aynı anda birden fazla zaman ve mekanda bulunabilmenin mümkün olduğunu anlatmaya çalışmış.

 

Şimdi de şu ön ve arka cepheli insan resmine bakalım. Bu da saray misalinde olduğu gibi farklı zamanların ve mekanların özelliklerini taşıyor. Bu haliyle çok basit bir varlık gibi durmasına rağmen, aslında onun vücuduna yansıyan her hal onun bir başka durumunu anlatıyor. O öyle özenli dokunulmuş, öyle güzel damıtılmış ki.

 

Bu insanın bir kanadı ruhlar dünyasından geliyor. Bedeni bir duvar olmuş, içinde bir güneş taşıyor. Kanadının bir yanına misal dünyasından bir şeyler serpilmiş. Bazı yerleri kader kitabının fihristini hatırlatıyor.

Onun bir kanadı da cismaniyetaleminden besleniyor. Kainatın tutanakları ve tutamakları olan hava, su, toprak, ışık unsurları onun bedeninde rafine edilmiş. İla nihaye...

Bu resimdeki adam sanki kainatın özeti. İradesinin zayıflığı, gücünün azlığı bedeni ile alakalı iken, iradesizliğine karşı koyduğu tepkiler veya teveccühler de akıl, ruh, kalb, ruh gibi manevi duyguları ile bağlantılı.

 

Onun ortadan ayrılan kamçılı saçları, yeryüzünü rüzgarıyla döven ormanlardır. Büklüm büklüm alnı sapsarı ufuklardır. Gözleri bereketli bir kıtayı iki yanından besleyen ırmaklardır. Barut ve madenleri eriyik halinde bulunduran yüzü, damar damar vadilerdir. Yumru çehre kemikleri kayalardır. Burnu, denize açılıp da geri dönmeyenlerin umutla beklenildiği burunlardır. Bukleli ağzı mağara kapılarıdır. Dişleri, içinde dalga dalga büyüyen seslerin önündeki dalgakıranlardır. 

 

Boynundan sağa ve sola doğru uzanıp, iki omzundan açılan kolları denizleri iki yanından kucaklayan sıra dağlardır. Göğsü denizin ikiye ayırdığı çöllerin kaburgalarıdır. Ki  sol çölün altındaki testide zemzem saklıdır.

Dikkat edilecek bir diğer konu da, vücudunda yer yer kabaran, öfkeye ve lezzete hazır tümsekli sinirleri, eşyaya dağıttığı parçalarından haber alma santralidir. Kan kırmızı damarları ırmak ve göllerin yataklarıdır.

 

Onun maneviyatı bir anasır-ı etbadır. Ruhu bir ışıktır.

Kalbi, hayatın her şeyi sudur. Kah bir çağlayan, kah bir buzdağı...

Aklı ateştir. Kah yakar, kah pişirir. Kah bir yangın yeri, kah bir taş ocağı.

Gizemlerin anahtarı nefsi, topraktır. Nefsi toprak gibi doğurgan olduğu kadar, yorgunluğu ile de gün gelir kendi kendini yiyip bitirir, kendine mezar olur.

Sır duyusu bir ışık gibi yol alır. Ona yaratanın sırrı sızdırılmıştır.

Hafızası bir arşivdir. Kader kitabını kendi tecrübeleriyle film banyolarında boyar, yıkar.

 

Hayalleri harikulade şeylerin, kerametlerin arka bahçesidir.

Vicdanı içliğin ve dışlığın, altlığın ve üstlüğün köprüsüdür. Aşk duygusu kainatıdır.

Abdülmecit Nur  sözlerinihabire  mahmuzlarken, ben  aklımın çok başlılığıyla kerelerce devrildim.

Ruhumun ayarını ve düzenini yitirdim. ‘Sizden öğrenecek çok şeyim varmış, evinizin bir odasında da ben kalabilir miyim?’, dedim pasaportumu yırtarak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.