Ben ancak, bana vahyedilene tâbi olurum

Ben ancak, bana vahyedilene tâbi olurum

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Ahkaf Sûresi 9-12. ayetlerinde mealen şöyle buyuruyor:

9-De ki: “(Ben, bu hakikatleri beyân eden) o peygamberlerden farklı (şeyler söylemekte) olan biri değilim; ne bana, ne de size ne yapılacağını da bilmem. Doğrusu (ben) ancak, bana vahyedilene tâbi‘ olurum ve ben sâdece (Allah’ın azâbından haber veren) apaçık bir korkutucuyum.”

10-De ki: “Söyleyin bana! Ya (Kur’ân) Allah tarafından (gelmiş) olup da (siz) onu inkâr etmişseniz ve İsrâiloğullarından bir şâhid onun benzerine (Tevrât’a) şâhidlik edip îmân ettiği hâlde (siz) büyüklük taslamışsanız (zulmetmiş olmaz mısınız)? Şübhesiz ki Allah, o zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.”

11-Buna rağmen inkâr edenler, îmân edenler için dedi ki: “Eğer (Muhammed’in getirdiği dinde) bir hayır olsaydı, (etrâfındaki şu fakir insanlar) ona (ulaşmakta) bizi geçemezlerdi!” Ve (o inkâr edenler), onunla (Kur’ân’la) hidâyete eremediklerinden, artık: “O, eski bir yalandır!” diyeceklerdir.

12-O’ndan (Kur’ân’dan) önce de bir rehber ve bir rahmet olarak Mûsâ’nın Kitâb’ı vardır. Bu (Kur’ân) ise, zulmedenleri korkutmak ve iyilik edenlere müjde olmak üzere, Arabca bir lisân ile (indirilmiş, kendinden öncekileri) tasdîk edici bir kitabdır.(*)

(*) “Evet, Kur’ân-ı Hakîm bil-ittifâk (ittifakla) ümmî (okuma-yazma bilmeyen) ve emîn (güvenilir) bir zâtın lisânıyla zamân-ı Âdem’den tâ Asr-ı Saâdete kadar, enbiyâların (peygamberlerin) mühim hâlâtını (hâllerini) ve ehemmiyetli vukūâtını (hâdiselerini) öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrât ve İncîl gibi kitabların tasdîki altında gāyet kuvvet ve ciddiyetle ihbâr ediyor (haber veriyor). Kütüb-i Sâlifenin (geçmiş semâvî kitabların) ittifâk ettikleri (birleştikleri) noktalarda muvâfakat (tasdîk) etmiştir. İhtilâf ettikleri (farklı oldukları) bahislerde, musahhihâne (düzelterek) hakīkat-i vâkıayı (gerçek hâdiseyi) faslediyor (yanlışlardan ayırıyor). Demek Kur’ân’ın nazar-ı gayb-bînîsi (gizlilikleri gören bakışı), o Kütüb-i Sâlifenin umûmunun fevkinde (üstünde) ahvâl-i mâziyeyi (geçmiş hâlleri) görüyor ki, ittifâkī mes’elelerde musaddikāne (doğrulayarak) onları tezkiye ediyor (arındırıyor). İhtilâfî mes’elelerde musahhihâne onlara faysal (hüküm) oluyor. Hâlbuki Kur’ân’ın vukūât ve ahvâl-i mâziyeye dâir ihbârâtı aklî (akla âid) bir iş değil ki, akıl ile ihbâr edilsin. Belki, semâ‘a mütevakkıf (işitmeye bağlı) nakildir. Nakil ise, kırâet ve kitâbet (okuma ve yazma) ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifâkıyla kırâetsiz, kitâbetsiz, emânetle ma‘rûf (güvenilir olmakla tanınmış), ümmî lâkabıyla mevsûf (vasıflı) bir zâta nüzûl ediyor (iniyor). Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir sûrette ihbâr eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder.” (Zülfikār, 25. Söz, 35)

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.