Dr. Ömer ŞEKER

Dr. Ömer ŞEKER

Bediüzzaman'ın TBMM beyannamesi-2

2- “Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.”

Katılımcı demokrasi açısından bakıldığında bu ifadede, asil konumundaki vatandaşın, kendisinin temsilcisi konumundaki vekiline, sorumluluğunu hatırlatması anlamına gelecek pozitif, meşru, güzel bir davranış modeli sergilendiği görülmektedir. Diğer yandan burada asilin vekiline yapacağı müsbet işlerde destek olması güç vermesi de sözkonusudur. Böylece seçimle, millî iradeyle bile olsa iktidara gelenlerin muktedir olamamaktan şikâyet etmelerine gerek kalmayacaktır. Yani vekiller arkalarında milletin gücünü hissederek yapmaları gereken icraatı yapabileceklerdir.

Yine bu ifadede “bu fakirin” ibaresinden, maddî zenginliğe sahip olmayan Bediüzzaman’ın Meclise gelerek milletvekillerine çok kritik bir dönemde fevkalade önemli hususları hatırlatmasında maddî bir güce dayanmadığı anlaşılmaktadır. Burada olsa olsa onun söylediği sözlerin hakkaniyetinden gelen manevî bir güç sözkonusu olabilir. Esasen bu beyannamedeki ifadelerin bugün halâ kalıcı bir tesiri görülüyor ve kendinden söz ettiriyorsa, sanırız bu durumun yine, bu sözlerdeki isabet, haklılık ve doğruluktan kaynaklandığından olsa gerektir. Mebusların da kendilerine hak söz söyleyen halkını dinlemeleri, onların doğru sözlerine kulak vermeleri beklenir.

3- Bediüzzaman Hazretleri mebuslara girişte hitap cümlesinden sonra, ilk olarak muzafferiyetin devamlılığının sağlanmasının asıl olduğunu bunun da ancak şükür ile mümkün olabileceğini belirtmektedir. Böylece devamlı, sürekli bir başarının elde edilmesi hedeflenmektedir. Yoksa kalıcı olmayan bir başarının hele devlet ve milletlerin tarihi açısından değerlendirildiğinde, çok büyük bir anlamı yoktur. O’nun son kutsal kitabı olan Kur’an’a yapılan hücumu önlemeye çalışan imanlı bir millete Allah yardım etmiş ve zafer kazanılmıştır ve bu zafer ise ancak şükürle devamlı olabilir. Kur’anın en açık ve kesin emri günde beş vakitte kılınan namazdır. Namaz kılınmakla onun feyzi mebuslar üzerinde görülecek ve başarıdan başarıya koşulacaktır. Yoksa ne kadar önemli ve kıymetli de olsa arızî ve geçici bir başarının getireceği rehavet ve keyf, sonraki başarısızlıkların sebebini teşkil edecektir.

Bediüzzamanın 1. Dünya Savaşında cephede Ermeni ve Ruslarla çarpışırken bir yandan telif ettiği İşârât-ül İ’caz tefsirinde, Kuranın esasının tevhit, nübüvvet, haşir ve adalet-ibadet olmak üzere dört olduğunu belirtirken (Bkz. Age: s. 17), “adalet ve ibadet”i beraber zikretmektedir. Yine aynı eserde Bakara Suresinin 21-22. ayetlerinin tefsirinde ibadetin dünya ve ahret saadetine vesile olduğu, istikametin (sırat-ı müstakîm) bununla sağlanacağı izah edilmekte (Bkz. Age: s. 140) ve Bakara Suresinin 3. ayetinin tefsirinde de, namazın bütün iyiliklere fihrist ve örnek olduğu açıklanmaktadır (Bkz. Age: s. 42). Dolayısıyla Dar-ül Hikmet-il İslâmiyye üyesi olarak görev yapmış Bediüzzaman gibi Kur’an müfessiri bir Zât’ın, namaz üzerinde niçin bu kadar durduğu, O’nun hayatı ve eserleri dikkatle incelendiğinde, bunun son derece normal, isabetli ve yerinde olduğu sonucuna varılabilir. Zira adaletsiz bir devlet payidar olamaz, millet adalet olmadan ayakta kalamaz ve adaletin hâkim olmadığı bir toplum darmadağın ve perişan olmaktan kurtulamaz. Nitekim Beyannamede, bu milletin bireylerinin kendisi namaz kılmayan günahkârlarının bile, başlarındaki idarecilerini dindar görmek istedikleri, hattâ doğuda, görev yapan memurlarla ilgili olarak ilk önce "namaz kılıyor mu?" diye sordukları, namaz kılarsa mutlak emniyet ettikleri dikkate sunulmaktadır.

4- Birinci dünya savaşında ve Kurtuluş Savaşında milyonlarca şehit olmuş vatan evladıyla ahirette de beraber olmak için yine iman ve ibadet şarttır. İşte vatandaşlar arasında böyle gerçek, sağlam ve muhkem bir gönüldaşlık, kardeşlik ancak iman ile sağlanabilir. Bu bakımdan mebusların vatandaşa örnek olmaları lâzımdır. Çünkü insanlar idarecilerinin yolundadırlar (Münazarat, s. 33).

5- Mebuslar ve idareciler hareketlerine dikkat etmeliler. Çünkü onlarda hukukullah, hukuk-ul ibadı içine alıyor. Yani bu iki hukuk iç içe geçmiş, yani hukukullahın yerine getirilmemesi, insanların hukuklarının da ihlalini netice veriyor. İnsanların hukukları ihmal edilmiş oluyor ve zayi oluyor. Bundan tüm toplum zarar görüyor. Yani bir namaz meselesi kişiyle Allah arasındaki bir mesele, kimseyi ilgilendirmez demek gerçeği yansıtmıyor.

6- Garplılaşmak dinde gevşekliğe sebebiyet vermemelidir. Batının İslâmiyete zıt olmayan insanlığın faydasına olan gelişmelerini almakta bir engel yoktur. Ancak Batının İslâma zıt, ahlâkı çökerten uygulamalarını almak bize iyi gelmez, biz bundan çok zarar ederiz ve ettik ve etmekteyiz. Çünkü esasen Avrupanın sefih, ahlâksız, dinsiz, pis medeniyet anlayışı, dünya savaşlarının çıkmasına sebebiyet vermiş insanlığı mahvetmiştir. İnsanlık bu anlayışın bütün vahim sonuçlarını bizzat yaşayarak görmüştür. Bu anlayışın artık yırtılmaya, geçerliliğini kaybetmeye doğru gittiği bir dönemde bizim bunu benimsememiz, canlandırmaya kalkışmamız, hem kendimiz, hem insanlık âlemi için ne kadar büyük bir zarar olduğunu bilmeliyiz. Belki burada bize düşen, Kur’an’ın doğru ve insanlığa saadet getiren medeniyet anlayışını yaşayarak gösterip dünyaya örnek olmaktır (Bu konuda Bkz. Sünûhat, 55 vd; Hutbe-i Şamiye).

7- Bu milletin düşmanları, İslamın şeairlerini, sembollerini, bu vatanın İslâm diyarı olduğunu gösteren alâmetleri tahrip etmeye çalışıyorlar. Çünkü bu vatanı parçalamaya ve bu milleti bölmeye ancak böyle muvaffak olunabileceğini biliyorlar. Çünkü bin yıldır bu vatan ahalisini bir arada tutan mayanın İslâm olduğunu çok iyi farkediyorlar. Buna rağmen bizim, adeta düşmanın ekmeğine yağ sürercesine, sanki bindiği dalı kesercesine, bu mayayı kendi elimizle bozmamız; düşmana, onun emeline ulaşmasına yardım etmek, onun işini kolaylaştırmak demek değil de nedir? Lâiklik şeairlerin yok edilmesini gerektirmediği gibi, şeairlerin muhafazası da lâikliğin ihlâl edilmesi değildir. Şeairlere karşı savaş açmak olsa olsa dinsizlik hesabına yapılan bir icraat olabilir. Kamu hizmeti ve kamu görevi anlayışı ile kamu yararı kavramları şeairlerin muhafazasını gerektirir.

8- Kaynağını dinsizlikten alan menfi milliyetçilik, asabiyet yani ırkçılık; tahrip edicidir, kargaşa ve fesat çıkarıcıdır, nizam ve huzur bozucudur. Dinde lakaytlığımız ırkçılığı beslemekte ve bölünmeye götürmektedir. Bölünmenin kime ne faydası vardır? Türklere mi, Kürtlere mi, vs diğer ırklara mı? Yaşanan ve yaşanmakta olan olaylara baktığımızda ne kadar acılar yaşadığımızı, ne kadar büyük kayıplara duçar olduğumuzu açıkça görüyoruz. İşin en kötüsü içinden çıkılmaz bir hale gelmesidir (Bkz. Mektûbat, 425). Bölünme de olmamakta, ama sadece kayıp üstüne kayıp yaşanmaktadır. Aslında burada gizli bir dinsizlik eli tarafından hem Türklük ve hem Kürtlük kullanılmaktadır. Çünkü Türklük de, Kürtlük de Araplık da Müslüman demektir. Müslümanlıkta asıl olan sünnet-i seniyyeye ittibadır. Siyasî bakımdan ise, temel haklar ve özgürlükler gerçekleştiğinde Müslüman olan bu vatan ahalisi dininin icaplarını samimi bir şekilde yaşayacak, din siyasete, siyaset dinsizliğe alet edilmeyecek, özgürlük ortamı dinin istismarına da fırsat vermeyecektir. Böylece sulh, sükûn huzur, maddî ve manevî terakki elde edilecektir. İslâmiyetin, samimi bir şekilde yaşanmasıyla unsurlar, ırklar, adeta yakıcı bir gaz oksijenin, yanıcı bir gaz olan hidrojenle birleştiğinde su gibi söndürücü bir maddenin ortaya çıkması gibi birbirine kaynaşır (Bkz. Divan-ı Harb-i Örfî, 56). Pek çok muhaceretlerin olduğu vatanımızda uzun zamanlardan beri birçok kavimler yerleşmiş, birbirleriyle kız alıp vermiş, ırklar birbirine karışmış, böyle bir durumda ancak “levh-i mahfuz açılsa”, hakiki ırklar birbirinden ayrılabilir (Mektûbat, 314). Öyleyse hareketi ve hamiyeti ırka dayandırmak hem anlamsız hem zararlıdır. Bunu ister Türk, ister Kürt, ister Arap, vs kim yaparsa yapsın zararlıdır. Zarara zararla mukabele edilmez (Bkz. Mecelle, Genel Hükümler). Belki zarar tazmin edilir ve zararı doğuran haller düzeltilerek ortadan kaldırılır. Yani yangına körükle gidercesine güya eşitlik adı altında, o ırkçılık yaparsa ya da yaptıysa, benim damarıma dokundurduysa, ben de yaparım deyip, ırkçılığa ırkçıkla mukabele etmek, ayrışmaya yol açmaktan, büyük zarar ve kayıpların doğmasına yol açmaktan başka kime ne fayda getirecektir (Bkz. Tarihçe-i Hayat, 128).

9- İslâmî şeairler, bir beldenin İslâm beldesi olduğunun alâmetini teşkil eden, orada Müslümanların güven içinde yaşadığını gösteren delillerdir. Diğer bir deyişle bu şeairler, bir beldede, insanların yaşadığı yerlerde, ortamlarda İslâm ahlâkının getirdiği, iyiliklerin, güzelliklerin, temizliğin, gerçekleştirildiğini, o beldenin; barış, huzur, sulh ve sükûnun, emniyetin sağlandığı bir İslâm beldesi olduğunu gösteren ezan, namaz, oruç, kılık kıyafet, günahların alenen işlenememesi gibi sembol değerleridir. Hukukullah ve hukuk-ul ibadın çakıştığı, kamu hukuku haline gelen, yani tüm toplumun ortak hukukunu ilgilendiren bu değerlerin yani şeairlerin yaşanması, yaşatılması ve muhafazası noktasında milletvekillerine sorumluluk düşmektedir. Bu sorumluluk hilafetin manasının vekâleten meclis tarafından üstlenilmesi anlamına da gelmektedir. Böylece Meclis milletin dinî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayacak, tatmin edecek, milletin güvenini tasvibini kazanacaktır.  Bu haldeki böyle bir Meclis manen, tüm dünya Müslümanlarının, inançlı insanların ve hatta insanlığın sulh ve sükûnunu isteyen tüm insanların manevî desteğine de mazhar olmuş olacaktır. Aksi halde, yani Meclis, milletin bu ihtiyacını karşılamazsa, millet hilâfet manasını isme ve lafza verecek, bununla kuvveti dahi o isme verecek, o zaman da milletin topyekûn kuvveti bölünecek çatışma çıkacak,  kamu düzeni bozulacak ve bundan milletin tamamı zarar görecektir. Böylece bu şekilde gösterilecek bir İslâmî hassasiyet ve davranış, hilafetin şahs-ı manevi şeklinde tesis edilmesi anlamına gelmektedir ki, bu da hilafetin gerçek manasını ortaya koyan güçlü bir hilafet demektir. Yoksa bir şahsın halife olması veya bu şekilde bir şahıs anlamındaki halifeliğin kaldırılmasının çok bir değeri yoktur. Ancak şahs-ı manevi şeklinde tezahür eden, yaşanan manevî bir anlam ve içeriği bulunan bir hilâfetin olması (6)* hem zaruri, hem de fevkalâde önemlidir. 

10- Bediüzzaman Ankara’da bulunduğu süre içinde eskiden beri gerçekleştirmek istediği doğuda din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı üniversite kurulması çabasına devam etti. Bunun üzerine bazı mebusların “Sen yalnız İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım” şeklindeki itirazlarına karşı verdiği cevapta, şarkın terakkiyatının din ile kaim olduğunu, böyle bir üniversitede vatan millet maslahatı namına din ilimlerinin esas olması gerektiğini, böyle bir üniversite sayesinde bu vatan ahalisinin birbirini hakiki kardeş olarak görüp hissedeceğini ve bunun ırkçılık belâsını izale edeceğini ifade ederek onları ikna etmiştir.

Sonuç olarak: Bediüzzaman Said Nursi, 1922 yılı Kasımında Ankara’ya gelerek çok kritik bir zamanda milletvekillerine hitapta bulunmuş, yeni dönemde fevkalade önemli gördüğü hususlarla ilgili görüş ve düşüncelerini bildirmiştir. Buradaki temasları sırasında milleti nasıl zorlu bir geleceğin beklediğini fark etmiş ve nasıl bir hareket tarzı izlenmesi gerektiğini anlamıştır. Beyannamenin sonunda  "O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır", "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir" mealindeki ayetleri (7)* zikretmesi kanaatimce bunu göstermektedir. Nitekim M. Kemal Paşanın, kendisine yaptığı mebusluk, hem Darü’l-Hikmetteki eski vazifesi, hem Doğuda Şeyh Sünûsi’nin yerine vaiz-i umûmî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifleri, ahirzamanla ilgili hadîs-i şeriflerin ışığında böyle bir harekete karşı siyaset yoluyla mukabele edilemeyeceğini anlayarak kabul etmez, hayatını Kur’an’ın mucizeliğini ispatlayan Risale-i Nurların telifine adar. Çilelerle, işkence ve ızdıraplarla geçen uzun ve bereketli ömür sonunda O, -hatta kendisine onca eziyet ve işkenceleri reva görenlere bile hakkını helâl ederek-, yüklendiği Allah’ın rızasını kazandıracak Kur’an hizmetini bihakkın ifa ederek bu dünyadan ayrılır.

Bediüzzaman’ın gerek bu Beyannamede, gerekse telif ettiği Risale-i Nur Külliyatında belirttiği hususlar, bu memleketin ve dünyanın sorunlarının çözümünü sağlayabilecek Kur’anî ve nebevî düstur ve prensipleri ihtiva etmektedir. Keşke bu sözlere uyulsaydı da bu kadar kayıp ve zayiat verilmeseydi. Gerçi bütün olumsuzluklara rağmen yine de bu ülkede olumlu bir şeyler olmuşsa bunlar bu sözlere uyulmasıyla sağlanmış, ne kadar zarar doğmuşsa o da bunlara sırt çevrilmesinden dolayı olmuştur. Şimdilerde de yine kulak verildiği ölçüde olumlu gelişmeler devam edecektir.

Yeni yasama döneminde Meclisin gündeminde, özellikle yeni bir anayasa hazırlanması, Anayasa Mahkemesinin ve HSYK’nın, YÖK’ün yeniden yapılandırılması başta olmak üzere yargı reformu, kamu yönetimi reformu, yeni Ticaret Kanunu, Bankacılık gibi son derece önemli konularla ilgili kanun tasarıları bulunmaktadır. Milletvekilleri böyle bir dönemde baskı ve dayatmalara kapalı, sonuna kadar özgürlüklerin önünü açan, hakkın yüce ve üstün tutulduğu, ideolojiden arındırılmış, insanlığın ortak değerlerini benimseyen bir 21. yüzyıl anayasası hazırlanması için ellerinden gelen gayreti göstermelidirler. Bu noktada parti lideri, parti disiplini, maddî menfaatler, baskılar vs gibi birtakım etkenlerin onların millete karşı olan sorumluluklarının gereğini yapmalarına engel olmamalıdır. Milletin yararına ve doğru olanı her şeye rağmen yapmalıdırlar. Millet de kendi seçtiği temsilcilerinin bu manâda kendilerine dönecek müsbet hizmetlerini fiilî ve kavlî dualarıyla desteklemeli, teşvik ve takdir etmeli, yanlış icraatları karşısında ise tepkilerini meşru vasıtalarla iletmeli onları yanlıştan döndürmeye çalışmalıdır. İnşallah yönetenler ve yönetilenler arasında güzel köprüler kurulur, iyice işletilir.

Dipnotlar:
6-Bundan sonra bizzarure hilâfeti temsil eden Meşîhat-ı İslâmiye ve Diyanet dairesi, hem âli, hem mukaddes, hem ayrı, hem nezzâre olacaktır. Şimdi hâkim, şahıs değil, efkâr-ı âmme olduğu için, onun nev’inden şahs-ı mânevî bir fetvâ emîni ister. İşte şu hâkimin fetvâ emîni, Meşîhatta mezâhib-i erbaadan kırk elli ulemâ-i muhakkik bir meclis-i mebusân-ı ilmiye teşkiliyle şahs-ı mânevîleri, öteki şahs-ı mânevîye fetvâ emînlik edecektir. Yoksa, hâkim ve müfti bir cinsten olmazsa, birbirinin lisânını anlamazlar. Zîrâ şahs-ı vâhid; Şahs-ı mânevîyi kandıramaz ve tenvir edemez (Münazarat, 80).
7-  (Enfal Suresi, 8:40), (Âl-i İmran Suresi, 3:173).

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum