'Bediüzzaman'ın talebesiyim' diyerek şeyhlerle görüşen ajanlar vardı

'Bediüzzaman'ın talebesiyim' diyerek şeyhlerle görüşen ajanlar vardı

Medreselerde yetişmiş, Risale-i Nur ile hemhal olan emekli müftülerden merhum Fehmi Türkmen Hocaefendi ile yapılan röportajın devamı

Tahsili bitirdikten sonra ne yaptınız?

Askere gittim. 1969'da terhis oldum. Birkaç ay babamın yanında kaldım. Daha sonra Ahlat'ın Saka köyünde imamlığa başladım. Orada Risale-i Nur'u bilen kimseler vardı. Dört beş sene orada imamlık yaptım. Daha sonra köyüme döndüm, 6-7 ay kadar da orada imamlık yaptım.

İlkokul, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirdim. Daha sonra, 1976'da Muş merkezine geldim. Orada 8 ay kadar imamlık yaptım. Molla Mehmet Çağlayan -Allah rahmet eylesin- o zaman Muş Müftüsü idi. Beni kadroya almak istemiyordu. Uzatmayalım, bayağı bir şeyler geçti. Allah bir şeyi murad etti mi oluyor, engel olamıyorsun

Molla Mehmet, Ohin şeyhlerinin aleyhindeydi. Daha evvel kendisiyle bu konuda bir münakaşamız olmuştu. Kendisi Nurşin'de okurken babası kendisini ziyarete geldiğinde babama misafir olurdu. Bu vesileyle tanışıyorduk. Daha sonra ben Ahlat'ta imamken kendisini Muş'ta ziyaret etmiştim.

Molla Mehmet ziyaretim sırasında Ohin şeyhlerinin aleyhinde konuştu. "Bu zamanda şeyh yok, eskiden varmış ama şimdi yok" dedi. Dedim; "Valla şeyhtirler ve köyümüze de çok faideleri oldu. Sadece bizim köye yaptıkları hizmetler onlara yeter." Gerçekten de köyde münakaşalar, ihtilaflar olur, bunlar gelir barıştırırlardı. Belki onlar olmasa bizim köyde çok cinayetler işlenirdi.

Dedi ki "ben inanmıyorum, eskiden şeyhler vardı ama şimdi yoktur" dedi. Dedim; "İbn-i Hacer diyor ki; "her asırda vardır." "Feteva-yı İbn-i Hacer burada var mıdır" diye sordum. "Yok" dedi. Muş'ta Molla Rahmi isminde bir kitapçı vardı. "Molla Rahmi'de vardır, gidip bakalım" dedim. Molla Mehmet "Olur, İbn-i Hacer ne derse ben kabul ederim" dedi.

Gittik kitapta o bahsi açtık. İbn-i Hacer diyor ki; "her asırda, kıyamete kadar evliya vardır, Kim dese ki 'eskiden vardı, şimdi yoktur' onun akıbetinden korkulur."

whatsapp-image-2023-12-17-at-18-05-45-1.jpegMolla Mehmet bu ibareyi görünce çok kızdı "ya ben bu yaşa geldim, sen beni yola mı getireceksin" dedi. "Seyda öyle bir şey yok" dedimse de kızdı, çıktı.

Bir sene sonra da ben imtihana katıldım. O da vazifeyi başkasına vermek istiyordu. Ama Allah bize nasip etti, biz vazife aldık.

Biz bu şekilde Muş'ta Hacı Şeref Camiinde görev aldık. Bazı çekemeyen kimseler cami cemaatine "bunu şikâyet edin, Türkçe bilmez" demişler. Hâlbuki ben Risale-i Nurlardan Türkçeyi öğrenmiştim.

Ben de Zülfikar mecmuasının Arapçasını elime aldım, Cuma günü vaaz etmeye başladım. Cemaat memnun kaldı ve Allah onlardan ve sizden razı olsun, cemaatim beni şikâyet etmediler.

Bir gün Molla Mehmet'in kendisi geldi. Ben yine Zülfikar'dan vaaz veriyordum. Onu görünce vaazı kestim, "Müftü beyin olduğu yerde ben vaaz veremem" dedim. "Yok, devam et" dedi. Allah rahmet eylesin, sonradan aramız çok iyi oldu. Fakat kısa bir süre sonra Müftü Efendi'nin Muş'tan tayini çıktı.

Ben o zaman kendisine demiştim ki; "Hocam, benim şehir merkezine gelmek istememin sebebi, üniversiteye hazırlanmaktır. Köyde olsam, hazırlanamayacağım." Gerçekten de öyle oldu, sınavlara hazırlandım ve Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünü kazandım.

Sınavı kazandım. Ama o sırada 20 gün devamsızlık olursa enstitüde kayıt siliniyordu. Ben de o zaman aday imamım, asaletim tasdik olmamış, oraya nasıl gideceğim? Ama Cenab-ı Hak bir şeyi murad ederse sebeplerini de yaratır.

Siyasiler beni kandırdılar "hemen tayinini yaparız" dediler, ama aradan zaman geçti, tayinim yapılmadı.

mehmet_kirkinci.jpgAllah razı olsun Mehmet Kırkıncı Hocamın yanına bir Cuma günü gittim. "Hocam" dedim, "ben tayinimi buraya aldıramazsam, okuyamayacağım." "Tamam, sen yarın gel, sana bir mektup yazacağım" dedi. Erzurum eski müftülerinden Sakıp Danışman'ın oğlu Rıfkı Danışman o zaman bakan idi. Hocam ona bir mektup yazdı ve "bunu Rıfkı Danışman'dan başka kimseye vermeyeceksin, bizzat ona vereceksin" dedi.

Bir de orada Hürsöz gazetesinin sahibi Ahmet Polat vardı. Kırkıncı Hoca "ondan da bir mektup al" dedi. Ona gittim, durumumu anlattım. "Tamam" dedi, o da bir mektup yazdı ve "bu mektubu bizzat bakana vereceksin, başkasına verme" dedi.

Ankara'ya geldim. Ama bakana ulaşamıyoruz. Bakanlık özel kaleminde akşama kadar bekliyoruz, bakan o sırada bir türlü uğramıyor. Oradaki yetkililer, "hocam siz elinizdekileri teslim edin, biz bakana iletiriz" diyorlar. "Yok, ben bakanla bizzat görüşeceğim" diyorum.

Böylece 17 gün bekledim. Bu sırada Maltepe'de, ilahiyat öğrencilerinin kaldığı bir dershanede misafir kalıyordum. O talebeler de diyorlar ki; "Allahım! Bakan gelmesin." Çünkü bu zaman zarfında onlarla Arapça okuyoruz.

Neyse, bekleyişimin 17. Günü özel kalem müdürü Ömer bey "bugün bakan bey gelecek, ama ne zaman geleceği belli değil. Sen kaldığın yere git, bakan gelir gelmez ben sana haber vereceğim, hemen gel" dedi. Akşama kadar bekledim, tekrar dershaneye döndüm. Talebe arkadaşlarla okumaya başladık.

Ömer Bey gece 11 civarında bana telefon açtı. "Bakan geldi, acele gel" dedi. Gittiğimde baktım ki benim gibi, bakanla görüşmek isteyen 15 kadar insan gelmiş. Hemen beni görüştürdü. Önce Kırkıncı Hocamın ve Allah rahmet eylesin, Ahmet Polat ağabeyin mektuplarını takdim ettim. Sonra durumumu izah ettim. Dedi ki; "yarın gel" ve özel kalemi çağırıp "yarın geldiğinde beni mutlaka görüştür" dedi.

Ertesi gün gittim. Ben çok seviniyorum ama o talebe arkadaşlar ben ayrılacağım için hiç sevinmiyorlar. Gençtiler ve okumaya aşıktılar, Allah bağışlasın onları..

Neyse, bakan beyle görüştüm. Hemen personel daire başkanını çağırdı "bu hoca ne istiyorsa ona göre bir görev ver, tayinini yap" dedi. Personel daire başkanı; "Hocam, ne istiyorsan bir dilekçe halinde yaz" dedi, yazdım.

Dilekçeyi verdim hemen bir yazı yazdılar. "Git, Diyanetin muvafakatini al" dediler. Diyanete gittim, evrakı verdim. "15 gün bekleyeceksin" dediler. "Ya, Allah aşkına, ben raporlu gelmişim, raporum bitiyor" dedim. "On beş günden evvel olmaz" dediler.

Daha önce de ben tayinimin yapılması için Hamdi Mert beye gelmiştim, kendisi o zaman Diyanette müşavir idi. Yanına gittim, "bak hocam, benim tayinimi yaptırmadınız. Eğer tayinim olmazsa ben görevden atılacağım ve okumayı bırakacağım. Bakanlık benim tayinimi zaten yapıyor, benim muvafakatimi versinler, ben gideyim" dedim. Hemen telefon açtı "Hocamın işini hemen yapın, kendisi şu an benim yanımda oturuyor, derhal muvafakati hazırlayın, getirin" diye emir verdi. 15 günlük iş yarım saatte halledildi. Türkiye'nin hantal bürokrasisi işte böyle bir şeydi.

whatsapp-image-2023-12-17-at-18-05-45.jpegBöylece Erzurum'a tayinim yapılmış oldu. Yani benim Üniversiteyi okuyabilmemin en büyük sebebi Kırkıncı Hocadır, Allah razı olsun.

Erzurum'a tayinim olduktan sonra evimi de oraya taşıdım. Arkadaşlar "Arapça okuyalım" dediler. Nerede okuyacağız? Karanlık Kümbet'te, Kırkıncı Hocamın medresesinde. Biz orada Arapça okumaya başladık. Kırkıncı Hocam, İnam Hoca, Prof. Dr. Mustafa Baktır (o sırada asistandı) ile Suyuti ile Ebu Zehra'nın Usul-i Fıkıh'ını okuduk. Zaten evim de Karanlık Kümbet'in arkasında idi.

Kırkıncı Hoca çok halim selim, çok mütevazı, çok değerli bir âlimdir. Çok da zeki birisidir. Her yönüyle çok mükemmel bir insandır, Allah razı olsun. Risalelere de çok hâkimdir, Hikmet Pırıltıları adlı eseri bunu göstermeye yeter.

Böylece 1976 ile 80 arası dört güzel senemiz geçti.

Erzurum'da mezuniyetten sonra tayininiz nereye oldu?

Seksen ihtilalinden az bir zaman önce Soma'ya vaiz olarak tayin oldum. Üç sene Soma'da vazife yaptıktan sonra Almanya'ya tayin oldum. Almanya'dan sonra Afyon'un Çat ilçesine müftü olarak tayin edildim. Dört beş sene orada kaldık. Sonra Mersin'in Mut ilçesine müftü olarak tayin edildim. Orada da iki sene kadar kaldım. Sonra tayinim Pozantı'ya çıktı.

Ardından Urfa Harran Üniversitesindeki arkadaşlar Arapça okutman olarak gelmemi çok rica ettiler, ısrar ettiler. Servet Armağan Bey o sırada orada rektördü. Allah rahmet eylesin Prof. Dr. İbrahim Canan, Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz (o zaman dekan yardımcısıydı, çok değerli bir zattır) ve sair arkadaşlar "burada Arapça hocasına ihtiyacımız var, gelin" dediler. Dedim, "orası sıcaktır, dayanamayız." "Yok, eskisi gibi değil" dediler. Velhasıl 1993-97 arası orada öğretim üyesi olarak görev yaptım.

Aynı zamanda öğretim görevlileri ile Arapça İşaratü'l İ'caz'ı okuduk, Kızıl İ'caz'ı okuduk. Suyuti'yi okuduk, Şerh-i Akaid'i okuduk.

Kızıl İ'caz çok zormuş...

Zor tabii. Ama Allah rahmet eylesin onun üzerinde Abdülmecid ağabeyin şerhi var, onu 1974'de Molla Zahid -Allah rahmet eylesin- Beyrut'ta bastırmıştı.

abdulkadir_badilli2.20130223141707.jpgMerhum Abdülkadir Badıllı ağabey ile de o zaman mı tanıştınız?

Hayır, biz Abdülkadir ağabey ile çok önceleri tanışıyoruz. 1973 senesinde Elazığ'a İmam Hatip imtihanlarını vermek için gidiyorduk. Hulusi ağabey hayattaydı, onun da çok derslerine katılırdık. Badıllı ağabey ile orada tanışmıştık. Ben ortaokulu bitirdikten sonra Urfa'ya gitmiştim. Badıllı ağabey o zaman gençti ve vakıftı. Sonra Mustafa Hoca vardı. İmamdı. Ben ta yetmişli yıllardan beri onlarla tanışıyorum.

Mustafa Hoca medrese usulü okumuş mu, yoksa sadece imam mı?

İmamdı. Çok değerli bir insandır ve ehl-i kalp birisidir. Allah için halis bir nur talebesidir.

Biz Urfa'ya öğretim görevlisi olarak gittiğimiz ilk sene Rıdvaniye medreselerinde bize bir oda tahsis etmişlerdi. Biz orada öğretim elemanlarıyla Arapça İşaratü'l İ'caz okurduk. Badıllı ağabey de bunu duymuş. Biz zaten kendisini ziyarete de giderdik.

İşaratü'l İcaz'da zorlandığımız bir ibare vardı, onu kendisine sorduk. Dedi ki; "Valla ben ibareyi okumakta zorlanırım ama manasını anlayabilirim." Baktı, bizim verdiğimiz gibi bir mana verdi; "manası budur" dedi.

Ben Pozantı'da müftü olarak vazife yaparken bana misafir olmuş ve yaptığı İşaratü'l İ'caz tercümesinden bana hediye etmişti. Abdülkadir ağabey de çok değerli bir insandı.

Hocam, Allah razı olsun, biraz da izninizle bazı zevat hakkında kanaatlerinizi sormak istiyorum. Evvela başa Şeyh Seyda hazretlerini yazmışım. 1969'da vefat eden o zatı gördünüz mü?

Ben Mantık'a dair Kavl-i Ahmed'i okurken, bu kitabı hiç sevmezdim. Ama Seyda Molla Masum bize zorla bu kitabı okutuyordu. "Âdâtu'l Sâdât, Sâdât'ul âdât (Büyüklerin adetleri adetlerin büyükleridir) Madem bizden evvel ki büyükler bunu okumuşlar, biz de bunu okuyalım" diyordu.

O esnada da (1964-65'ler) Şeyh Seyda'yı ziyaret etmeye karar verdim. Biz Muş'taydık, o da Midyat'ın Hizar köyündeydi. Hatta bu seyahatimde Şeyh Abdülhakim Hüseyni'yi de -Allah rahmet eylesin- ziyaret ettim. O zaman o civarda Süryanilerle Müslümanlar arasında kavga vardı. Zaten Şeyh Seyda da ara bulmak için o sırada o Hizar köyüne gelmişti. O zaman onun oğlu Şeyh Nurullah -Allah rahmet eylesin- gençti, Molla Cami okuyordu.

Şeyh Seyda'yı ziyaret ettiğimizde Batı taraflarından gelen birisi de bizimle beraber ziyarete girdi, "ben Bediüzzaman'ın talebesiyim. Bu devlet bizi çok eziyor, bize dua et" dedi. Şeyh Seyda ona hiçbir şey söylemedi ve onunla hiç ilgilenmedi. Bu durum benim çok tuhafıma gitti.

Ben de "Kurban inşallah bana teberrüken bir ders verin" dedim. Yanımda "El Fuad-ı İlahiyye" diye bir tefsir vardı. "Hangi kitabı okuyorsun" diye sordu. "Kavl-i Ahmed'i okuyorum" dedim. "Vallah, ben Kavl-i Ahmed'i sevmiyorum" dedi. Fakat el Fuat u İlahiyye'den İhlâs suresinin tefsirine dair teberrüken bana bir ders verdi, bize epey dua etti, Allah rahmet eylesin. Birkaç gün o köyde kaldıktan sonra geri döndüm.

Şeyh Seyda'nın kendisini Bediüzzaman'ın talebesi diye tanıtan adama iltifat etmemesi benim çok tuhafıma gitmişti. Baş başa kaldığımız bir sırada o adama dedim ki; "ya madem siz Bediüzzaman'ın talebesi imişsiniz. Bana Asa-yı Musa ve Zülfikar kitaplarını temin edebilir misiniz?" diye sordum. "Ya onlar aşk kitaplarıdır" dedi. Baktım ki yalan söylüyor. İtiraz ettim. "Bunlar Bediüzzaman'ın kitaplarıdır" dedim. "Yahu siz ne anlarsınız, siz cahilsiniz, bilmezsiniz, bize vahy gelir" dedi. "Vallahi doğrudur biz cahiliz, bilmeyiz. Ama bildiğimiz bir şey var ki, Hz. Peygamberden sonra kimseye vahiy gelmemiştir, sana nasıl vahy geliyor, ben anlamıyorum" dedim. O zaman o adamın istihbaratın elemanı olduğunu ve Şeyh Seyda'nın ona niçin iltifat etmediğini anladım.

Dönüşte Gadir köyüne uğrayıp Şeyh Abdülhakim'i ziyaret etmek istedim. Kendisi köyde yoktu. Nurşin'e ziyarete gitmiş. O zaman oğlu Muhammed Raşid Efendi bana bir mektup verdi, "babam burada değil, bugünlerde gelmesi gerekir" dedi. Onlar o sıra Tatvan'ın bir köyünde imişler. Oraya gittim. O vardı, Seydaye Molla Sıddık vardı (o da Şeyh Ahmed-i
Haznevi'nin halifelerindendir) Onlar orada bulunan Şeyh Takiyeddin'i ziyarete gelmişlerdi. Şeyh Takiyeddin de Hazret'in (Şeyh Muhammed Ziyaeddin) torunu ve Şeyh Asım'ın da halifesi idi. Bir gece orada kaldım, mektubu verdim. Sonra oradan ayrıldım.

Şeyh Alaaddin Ohini'nin Üstad hakkında bir sözünü nakletmiştiniz. Bunu size kim söyledi?

Hem hocam Şeyh Masum hem de Şeyh Alaaddin'in oğulları Şeyh Halid ile Şeyh Asım'dan duydum. Şeyh Alaaddin demiş ki; "Her kitap okunmaz. Rahatlıkla okuyabileceğiniz kitaplar İmam Gazali'nin, İmam Şarani'nin, İbn-i Hacer'in, İmam-ı Suyuti'nin ve zamanımızda da Bediüzzaman'ın eserleridir."

Bir de Şeyh Said hadisesi hengâmında Şeyh Alaaddin Efendi'nin tavrından bahsetmiştiniz?

Şeyh Said hadisesinde aşiret ağaları, ileri gelenler Nurşin'de toplanmışlar. Bunu bize Şeyh Mazhar anlatıyordu. Bütün aşiret ağaları ve Şeyh Masum Efendi isyana katılmak istiyormuş. Nurşin'e yakın bir alay varmış. İsyana katılmak isteyenler "silah nerede" diyenlere "alayı basar, silahları alırız, bu çok kolaydır" diyorlarmış.

O esnada da orada bir dilenci de o toplananların aralarında gidip geliyor, dileniyormuş. Fakir, pejmürde birisi..

Şeyh Alaaddin herkesin aksine isyana karşı çıkmış, "hem biz perişan oluruz, hem millet perişan olur" demiş. Ve isyana katılmayı engellemiş. Bizim dedeler de o toplantıda varmış. İsyan bastırıldıktan sonra bunlar İzmir'e sürgün edilmiş. Benim dedemi de Milas'a sürgün etmişler.

Tabii sürgünden önce İstiklal mahkemesine verilmişler. İdamla yargılanıyorlar. Bunlar "biz isyan etmedik" deseler de, İstiklal mahkemelerine laf anlatmak zor.

Namaz vakti geliyor. Şeyh Masum mahkeme heyetine "izin verin, biz namaz kılalım" diyor. Mahkeme reisi alaylı bir şekilde "şeyh, sen kendini tekkede mi sanıyorsun, bugün de kazaya kalsın" diyor. Şeyh Masum itiraz ediyor; "biz kaçmıyoruz ki, namazımızı kılalım, yine mahkeme devam etsin" diyor. Mahkeme reisi izin vermiyor. Bunun üzerine yerinden fırlayan Şeyh Masum Efendi ayakkabısını çıkardığı gibi hâkime doğru fırlatıyor; "gerekirse bizi idam edin ama biz namazı kazaya bırakmayız" diyor. Şeyh Masum böyle acayip cesur birisi. Bunun üzerine diğer mahkeme üyeleri mahkeme reisine "ya insaf edin, bırakın namazlarını kılsınlar" diyor. Böylece namazlarını kılıyorlar.

Mahkeme namazdan sonra devam ediyor. Şahit olarak birisi içeri giriyor. Bakıyorlar ki o gün o toplantıda orada dilenen dilenci. Meğer o dilenci, kurmay albaymış. İstihbarat için oradaymış.

Albay, Şeyh Alaaddin'i göstererek; "bu bırakmadı ve bunlar kesinlikle isyana karışmadılar" demiş. Bunun üzerine serbest kalıyorlar. Mahkeme heyeti sürgünle yetinmişler. Birkaç sene sonra da memleketlerine dönmelerine izin verilmiş.

Hocam zaten Üstad hazretleri buna işaret ederek, "Zâten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çıkaranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, aşairlerin başındadırlar. Herkes terhis edildi. Başlarını yesin dünyalarıyla alâkam olmadığı halde, beni ve iki zât-ı âheri müstesna bıraktılar. Buna da peki dedim. Fakat o zâtlardan birisi, bir yere müftü nasbolunmuş; memleketinden başka her tarafı geziyor ve Ankara'ya da gidiyor. Diğeri İstanbul'da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış. Halbuki bu iki zât; benim gibi kimsesiz, yalnız değiller.. mâşâallah büyük nüfuzları var. Hem... Hem... Hâlbuki beni bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava için ruhsat verilmediği bir derecede, beni muzaaf bir istibdad altında eziyorlar. Hâlbuki bir hükûmet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur." (Mektubat s: 363 )
diyor. Ben bu iki zatı tespit ettim. Biri Van müftüsü Şeyh Masum Arvasi, diğeri de Şeyh Abdülbaki Küfrevi Efendi. (İstanbul'da olan) Sadece Üstad ki bütün hayati haklarından mahrum edilmiş.

Evet..

Sadreddin Yüksel hoca merhumu soracaktım.

Sadreddin Hoca Şeyh Alaaddin Efendi'nin oğlu olan Şeyh Mazhar'ın talebesidir. Şeyh Alaaddin Efendi'de de okumuş. Başka hocaları da var.

Ben kendisini çok göremedim. 1961 senesinde kendisi Adalet Partisinden Muş milletvekili adayı idi. Şeyh Masum ise onun aday olmasını istemiyordu. Babam da kendisini hem Şeyh Masum'un damadı olması hem de ilminden dolayı çok severdi. Onun için babam ona çalışıyordu. Bu vesileyle seçim gezisi için köyümüze geldiği sırada ben elini öptüm. İlk olarak orada gördüm kendisini. Ve sonunda hikmet-i ilahi kazanamadı.

Bir sefer de Tatvan'da bir dükkâna girmiştim. Baktım orada yaşlı birisi var. Dükkân sahibi bana "bunu tanır mısın" dedi. "Yok" dedim. "Bu mele Sadreddin'dir" dedi. Bunun üzerine ben hemen gittim, elini öptüm, o kadar.. Başka da görmedim kendisini.

Şarkta Sadreddin Hoca ayarında ulema çok muydu?

Ohinli Şeyh Halid öyle kabul edilirdi. Yine Molla Muhyiddin Havili büyük bir âlim olarak bahsedilirdi. Biz onları biliyoruz.

Seydam Allah razı olsun.

Cümlemizden Allah razı olsun inşallah.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum