Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Bediüzzaman’ın penceresinden ‘sebep ve sonuç ilişkileri’

Kainatta hakim güç vardır, tesadüflere yer yoktur ama sebepler ve sonuçlar dünyasında yaşarız. Sırları çözülen olaylardan çok, henüz çözülemeyenler vardır. Bir de hiç çözülemeyecekler…

BİRİNCİ BÖLÜM

Işık aslında beyaz görülür fakat bir prizmadan geçirilirse 7 renge ayrılır. Sebep sonuç arasındaki ilişkiler şu 7 başlık altında incelenecek ve buradan çıkan beyaz ışık, son söz ile anlatılacaktır

1-Amaçlara bakan yüz, 2-İnsana bakan yüz, 3-Tabiata bakan yüz, 4-Bitkilere bakan yüz, 5-İyiye ve nimete bakan yüz, 6-Çirkin ve kötüden iyi ve güzeli gören yüz, 7-Ehl-i Sünnet, Mezhep, tarikat ve ekol yüzü.

1-Amaçlara bakan yüz

Kainatta ve yeryüzünde meydana gelen bir sürü olaylar vardır ki bilim insanları onları inceler, aralarındaki sebep-sonuç ilişkisini çözmeye çalışır. Sebepler dünyasının kendi gerçekleri vardır. Acaba gerçekten de öyle midir, sonuçların gerçek sebepleri yalnızca görünen sebepler midir?

Bitki, hayvan ve insanlar dünyasında yani kısaca canlılar dünyasına bakıldığında hayat denilen o sırlarla dolu yaratılış hangi sebep-sonuç ilişkisiyle açıklanabilir? Bugüne kadar herhangi bir bilim insanı/ekibi bu konuda bir şey söylemedi ve laboratuarda organik maddeleri alarak basit görünen mikroskobik bir canlı yaratılabildi mi?

Sebeplere bağlanmış sonuçlara bakıldığında acaba bunun arkasında sonucu gören ve öyle olmasını isteyen bir ilim, irade, güç ve hikmet mi vardır? Tesadüfler veya sadece basit sebepler mi vardır?

Bediüzzaman, bütün canlıların üzerinde hayatın bizzat kendisine vurulmuş tek bir mühür, tek bir damga ve tek bir imza olduğunu şöyle ifade eder:

*Meselâ, güneş, her bir şeffaf üstünde, seyyarattan tut, ta katarata, ta zerrat-ı zücaciyeye ve tereşşuhatına kadar her biri üstünde cilve-i misâliyesini gösteren turrası olduğu gibi; Şems-i Sermedin ve tecellî-i ehadiyetin ihyâ cihetinde her bir zîhayat üstünde öyle bir turrası vardır ki, faraza bütün esbab toplansa, yine o turranın taklidini yapamaz. (Nurun İlk Kapısı)

Mesela insan yaşamak için suya, havaya, ışığa ve gıdaya muhtaçtır. Tabiatta onlar kendisine bolca sunulmuştur. Işığı güneşten, suyu bulutlardan, yer altı kaynaklarından, göllerden, ırmaklardan alır. Soluduğu havayı atmosferden, gıdayı da topraktan alır. Şimdi bunları kendisine hangi sebepler, niye sunmuştur?

Soluduğumuz havanın yaklaşık yüzde70 i Azot,yüzde20 si Oksijen. Oksijen oranı yüzde17 olsaydı soluk alamadığımızdan boğulup gidecektik. Dünya Güneşe biraz yakın olsa sıcaktan, biraz uzak olsa soğuktan dolayı yine hayat olmayacaktı. Zincirleme ve birbirine bağlı bu büyük organizasyon hangi sebep/sebeplerin işi olabilir? Bu sorunun cevabını sebepler verebiliyor mu? Her şey dış görünüşte sebeplerle bağlı görünürken burada sebeplerle izaha kalkışmak yetiyor mu, aklı ve vicdanı tatmin ediyor mu?

Mesela hayatın kaynağı olan su, iki Hidrojen ve bir Oksijen atomundan meydana getirilmiştir. Her bir atomun kendi başına ayrı ayrı fiziksel ve kimyasal özellikleri varken şimdi su olunca bambaşka özellikler ortaya çıkmıştır. Bu özelliklerin olmasını hangi sebep akıl etmiş, hangi ilim, irade ve güç yapmıştır?

Suyun önemli özelliğinden bir tanesi “çözme ve taşıma” özelliğidir. Birçok metabolik olay sulu ortamda gerçekleştirilir ve sonuçta oluşan birçok artık ürün suda çözünmüş olarak vücuttan atılır.

Suyun “akışkanlık özelliği” de çok yüksektir. Bu değer, bizim için hayati öneme sahiptir. Suyun akışkanlığı biraz daha az veya biraz daha fazla olsaydı yaşamsal faaliyetleri sürdürmek imkânsız olacaktı. Hareketli organların çevrelerinde veya aralarındaki boşluklarda bulunan su, bunların hareketini kolaylaştırmaktadır. Suyun akışkanlık değeri, sadece hücre içindeki hareketler bakımından değil, aynı zamanda dolaşım sistemi açısından da çok önemlidir.

Suyun bir özelliği de “termal kapasitesi”nin yüksek oluşudur, yani   suyun ısısını artırmak için çok yüksek kalori gerekir. Bu sayede, yüzde 70’i sudan oluşan vücudumuz çok hızlı bir şekilde ısınmaz. Bebeklerde bu oran yüzde 90’dır, yaşlandıkça azalır.

Suyun önemli diğer bir özelliği de “termal iletkenliği”, yani ısıyı iletebilme yeteneğidir. Bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Su iyi bir ısı düzenleyicisidir, yüksek buharlaşma yeteneğine sahiptir. Bu sayede vücut, içinde oluşan yüksek ısıyı hızla deriye taşır. Hatta bunun için deriye yakın olan kan damarları genişler ve biz de bu yüzden ısındığımız zaman kızarırız.

Bütün sıvıların yoğunluğu soğudukça artar ama su, soğudukça buz olur yoğunluğu azalır, hacmi genişler ve de üstten donar. Bu özelliği sayesinde denizlerde, göllerde yaşayan canlılar kışın dibe giderler ve ölmezler. Suya bu özellikleri hangi sebepler verebilir? Sebepler böyle birden çok amacı, faydayı düşünüp yapabilirler mi?

Eğer suyun bu özellikleri olmasaydı hayat olmazdı, bitkiler hayvanlar ve insanlar, kısacası canlılar olmazdı. Öyleyse kim bütün canlıların olmasını istemiş ve onların yaşam koşullarını belirlemiş ise ise suya da bu özellikleri O vermiştir denilebilir mi? Hakiki tesir sahibi kimdir? Hangi sebebin/sebeplerin eli bu neticeye erişebilir?

Sebeplerle sonuçlar birbiriyle o kadar yakın gözükürken gerçekte aralarında çok uzun mesafeler vardır. Dağlara baktığımızda uzaktan gökyüzünün eteklerine yaslanmış ve yakın görünür ama yanına gidince arada öyle uzun mesafe vardır ki orada sayısız yıldızlar bulunur. İşte sebep-sonuç ilişkileri buna benzer.

*Esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir. (Mesnevi- i Nuriye)

*Şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki, görüyoruz, vücuda gelen her mahlûk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek, bir Rabb-i Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp gönderiyor, o faideleri onlara gaye-i vücut yapıyor.

Meselâ yağmur geliyor. Yağmuru zâhiren intaç eden esbab, hayvânâtı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malûmdur. Demek, hayvânâtı halk eden ve rızıklarını taahhüt eden bir Hâlık-ı Rahîmin hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura "rahmet" deniliyor. Çünkü çok âsâr-ı rahmet ve faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş,  katre katre geliyor.

Hem bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebâtat ve hayvânattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delâleteder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder. (Sözler, 33.Söz)

Suyun kaynağı gökyüzünden yağan yağmurlardır. Ve İslamda yağmur rahmettir, yağışı güneşin doğuşu batışı, gezegenlerin ve yıldızların hareketleri gibi kesin kurallara, kaidelere bağlı değildir. Beş bilinmeyen olarak isimlendirilen “Mugayyebât-ı Hamse”den biridir. Meteorolojinin hava tahmin balonları bazı ön belirtileri ortaya çıkmış olan yağmuru tahmin ediyorlar, yoksa belirtisi olmayan yağmurun ne zaman yağacağını bilemiyorlar.

*Rasathanelerdeki âletle bir yağmurun mukaddemâtını hissedip vaktini tayin etmek gaibi bilmek değil, belki gaipten çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddemâtına ıttıla suretinde bilmektir. Nasıl en hafî umur-u gaybiye vukua geldikte, veyahut vukua yakın olduktan sonra, hiss-i kablelvukuun bir nev'iyle bilinir. O gaybı bilmek değil, belki o, mevcudu veya mukarrebü'l-vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi âsâbımda bir hassasiyet cihetiyle, yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddemâtı, mebâdileri var. O mebâdiler, rutubet nev'inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. (Lemalar, 16.Lema)

2-İnsana bakan yüzü

Evet olaylara baktığımızda ilk önce karşımıza çıkan sebepler dairesini görürüz, ama o daire içinde gizlenmiş başka daireler de var, onlar ne olacak?  Hangi daireler mi? İlim, irade, hikmet ve kudret daireleri, yani hiçbir sebebin elinin yetişemediği o gizli daireler. İşte işin sırrı burada gizli ve böyle de gizlenmesi gerekiyor. Çünkü insan yeryüzüne halife olarak gönderilmiş, gördükleri üzerinde derin düşüncelere dalacak, soru soracak, cevaplar arayacak bu kadar sanatlı yapılmış evrenin, evren içindeki canlı cansız varlıkların sanatkarını arayacak. Ya da işte “sebepler yapıyormuş” deyip, aklını hiç kullanmayacak, o harika gizli daireleri göremeyecek. Ve sonuçta bilenle bilmeyen bir olmayacak ve bilenler ayrılacak.

*Mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san'at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini san'atçığıyla yapmak ve ef'âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle ve san'atlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz'î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef'âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor. (Hutbe-i Şamiye)

Yeryüzünün halifesi olan insan birçok organ ve uzuvlardan yapıldığı gibi 5 duyu ve birçok duygulardan yapılmıştır. Her bir organ ve uzvu sanat harikası olan insan, 5 duyu ve yüzlerce duygusuyla bambaşka bir sanat eseridir? Mesela insandaki akıl ve hafıza gücünün sebebi nedir? Beynin kıvrımları mı? Beyin hücreleri içindeki atomların dizilişi mi? Bu harika sanat eserini hangi sebepler yapmıştır? Beynin neresinde saklanmışlardır? Buradaki sebep sonuç ilişkisi nedir? Bilim bu konuda ne diyor?

*1.İnsanın me'hazi, yani insanı teşkil eden maddeler, eczahanelerde bulunan ağızları mühürlü, ayrı ayrı, çeşit çeşit mütebâyin ilâçlar gibi maddelerdir. Hiç kimsenin eli dokunmaksızın ihtiyaç nisbetinde kemâl-i intizam ve muvazeneyle o ilâçların şişelerden kendi kendine çıkıp hayatî bir mâcun vaziyetine gelmesi mümkün ise, insanın da sânisiz esbab ve mevadd-ı câmideden suduru mümkündür diyebilir.

2.Birşeyin kemâl-i intizam ile gayr-ı mahdut, kör, sağır, câmid, şuursuz esbabdan sudurunun muhaliyeti nisbetinde, sâni'siz insanın da o maddelerden yapılması muhaldir. Maahaza, maddî esbabın yalnız zahire taallûku vardır. Bâtındaki lâtif, ince, garip nakışlara, san'atlara nüfuzu yoktur.

3. O kelimenin iktizâsına göre kemâl-i ittifak ve intizam ile ihtiyâcat nisbetinde gayr-ı mahsur esbabın bir cüzde, bir hüceyrede içtimaları lâzım gelir. Bu içtimâ, âlemin  eczâ ve erkânının azametiyle beraber senin elinin içine girip içtimâ etmeleri demektir.

Çünkü, insanın ustası esbab olduğu takdirde, âlemin bütün ecza ve erkânı insan ile alâkadar olduğuna nazaran, insanın yapılışında âmil ve usta olmaları lâzım gelir. Bir usta, yaptığı şeyin içerisinde bulunduktan sonra yapar. O halde, insanın bir hüceyresinde âlemin eczâsı içtimâ edebilir. Bu öyle bir muhaldir ki, muhallerin en mümteniidir. (Mesnevi-i Nuriye)

*Ve keza, esbab-ı zahiriye pek basit, mahdut, fakir, câmid, şuursuz, iradesiz ve kanunlar kısmı da itibarî, mevhum şeylerdir. Müsebbebatta bulunan harika nakışlar, ziynetler, garip ve acip san'atların o gibi kıymetsiz esbabla kat'iyen münasebetleri yoktur. Binaenaleyh, meselâ bedenin hüceyratındaki nizamlı, intizamlı teşekkülâtı, ekmek yemesine ve kuvve-i hâfızada yazılan gayr-ı mahdud muntazam nakışları, kulaktaki ve baştaki telâfife ve konuşmakta, tefekkürde, harflerin teşekkülâtına ve suver-i zihniyenin husulüne, lisan ve zihnin hareketleri gibi esbaba isnadları, ahmakçasına bir hükümdür. Ancak, o gibi müsebbebat, gayr-ı mütenahî bir kudretle bir ilim ve bir iradeyi iktiza ediyorlar. Bu hakikate binaen sabittir ki, kevn ve vücutta müessir-i hakikî ancak kudreti gayr-ı mütenahîbir  Hâlık-ı Kadîrdir; esbab ise bahanelerdir,  vesait de perdelerdir.  Havas ve hasiyetler dahi, kudretin tecellîyatına ve lem'alarına isim ve unvanlardır. Hem kanunlar ve nevâmis denilen şeyler, ancak ilimle irade ve emrin envâa olan tecellîlerinin isimleridir. Evet, kanun emirdendir, nâmus iradedendir. (Mesnevi-i Nuriye)

*Kâinatta, esbab ve müsebbebat görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki, en âlâ bir sebep, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek esbab bir perdedir; müsebbepleri yapan başkadır.

Meselâ, hadsiz masnuattan, yalnız cüz'î bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hafızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki, öyle bir câmi' kitap, belki kütüphane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mu'cize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir? Telâfif-i dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mu'cize-i san'at, öyle bir Zâtın san'atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'mâlinden, muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük senet istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin san'atı olabilir.

İşte, beşerin kuvve-i hafızasına misal olarak, bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et. Ve bu câmi', küçücük mu'cizelere, sair müsebbebatı da kıyas et. Çünkü, hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece harika bir san'at var ki, değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbab toplansa, ona karşı izhar-ı acz edecekler. Meselâ, büyük bir sebep zannedilen güneşi ihtiyarlı, şuurlu farz ederek, ona denilse, "Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?" Elbette diyecek ki: "Hâlıkımın ihsanıyla, dükkânımda ziya, renkler, hararet çok. Fakat sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir. (33.Söz)

İnsanın yeme, içme ve düşünme gibi 3 faaliyetine yakından bir göz atalım, burada harika zincirleme olaylar yaşanır ama insanın bu olaylarda payı ne kadardır? Yüzde birden fazla mıdır?

Mesela yemek içmek faaliyetine bakalım, ağza alınıp dişlerle parçalanan bir gıdanın yaşayacağı zincirleme olaylarda yani sebepler-neticeler üzerinde katkısı nedir? Alınan bu gıdaların parçalanması, bağırsaklardan emilip dolaşıma katılması ve hücrelere kadar taşınması, kullanılması ve sonra atıkların atılmasında insan gibi her şeye gücü yeten bir varlığın elinde ne kadar yetki, sebep-sonuç zincirinde ne kadar rolü vardır?

İnsanın konuşma eylemine baktığımızda ağza alınan hava gırtlaktaki ses tellerinin titreşimiyle ağızdan çıkarken kelime kalıplarına dökülüp çıkar ve havada yayılır, milyonlarca dinleyen onu işitebilir. Şimdi bu neticenin alınması hangi sebebin aklı, iradesi ve kudretiyle olmuştur?

Peki insan denilen varlık kendi vücudunda meydana getirilen olaylarda bile etken olamazken tabiattaki cansız, şuursuz ve akılsız varlıkların elinde nasıl bir yetki ve güç olabilir? Sonuçların hakiki sahibi o sebepler olabilir mi?

* …"Şirke emare, kâinattaki tertib-i esbabdır, herşeyin bir sebeple bağlı olduğudur. Demek esbabın hakikî tesirleri vardır. Tesirleri varsa şerik olabilirler."

Elcevap: Meşiet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbir şey bir sebeple bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddit Sözlerde kat'î ispat etmişiz ki, esbabda hakikî tesir-i icadî yok. Şimdi yalnız bu kadar deriz ki:

Esbab içinde, bilbedâhe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vâsi, insandır. İnsanın dahi en zâhir ef'âl-i ihtiyariyesi içinde en zâhiri, ekl ve kelâm ve fikirdir. Yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise, gayet muntazam, acip, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz'ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen, ancak bir cüz'üdür. Meselâ, yemekten, bedenin tagaddî-i hüceyrâtından tut, tâ semerâtın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef'al içinde insanın dest-i ihtiyarına verilen, yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip  onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden, yalnız mehâric-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki, ağzında birtek kelime bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir; hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir, milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın kısacık eli nasıl yetişir?

Madem esbab içinde en eşrefi ve en ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakikî icaddan eli bağlansa, sair cemâdat ve  behîmat ve anâsır  ve tabiat nasıl hakikî mutasarrıf olabilirler? Yalnız, o esbab birer zarftır. Ve masnuat-ı Rabbâniyeye birer kılıftırlar. Ve hedâyâ-yı Rahmâniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar. Ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de, esbab-ı zâhiriye ve vesait-i suriyenin, rububiyet-i İlâhiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz; hizmet-i ubûdiyetten başka nasipleri yoktur. (Sözler, 32.Söz)

*İnsanın rızık ve ilâç ve muhtaç olduğu madenler cihetinde gelen hususi ve umumî  inayetler, pek zâhir bir surette bir ilm-i muhîti gösterir ve bir Rahmân-ı Rahîme rızık, ilâç, madenlerin adedince şehadetler ederler. Evet, insanın hususan âcizlerin ve yavruların iaşeleri ve bilhassa mide matbahından cesedin rızık isteyen âzâlarına, hattâ hüceyrelerine, herbirine münasip rızkını yetiştirmeleri ve dağlar bir eczahane ve insana lâzım bütün mâdenlerin bir ambarı olmaları gibi hakîmâne işler, gayet ihâtalı bir ilimle olabilir. Serseri tesadüf, kör kuvvet, sağır tabiat, câmid, şuursuz esbab, basit, istilâcı unsurlar, hiçbir cihette bu alîmâne,  basîrâne, hakîmâne, merhametkârane, inayetperverane olan iaşe ve idare ve himayet ve tedbire karışamazlar. Yalnız o zâhirî esbab, Alîm-i Mutlakın emriyle, izniyle, ilim ve hikmeti dairesinde bir perde-i izzet-i kudret-i İlâhiye olarak istimal ve istihdam edilmeleri var. (Şualar,15.Şua)

Her çocuğun, ilerde gelişecek kendine özel, hayret verici özellikleri, yetenekleri vardır, kendine özel yüz şekli, parmak izi ve sesi vardır. Bunları bilmek, bir sebebe bağlamak mümkün değildir. Bunları bilmek ancak gaybı bilen Allah’a mahsusudur. Bu neticeleri bir sebebe bağlamak ve bilmek mümkün değildir.

*Çocuğun acip istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesb edeceği vaziyetine medar olan mukadderât-ı hayatiyesinin mebâdileri, hattâ simasındaki gayet acip olan sikke-i samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü'l-Guyûba mahsustur.Yüz bin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sima-yı veçhiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sima-yı veçhîsinden yüz defa daha harika olan, istidadındaki sima-yı mânevîyi keşfedebilsin! (Lemalar,16.Lema)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.