Mustafa İslamoğlu’nun Risale-i Nur hakkındaki iddiaları

Mustafa İslamoğlu’nu eleştirirken öfkesine mağlup olarak bazı tehlikeli imalara karşı dikkatli olmaya dair serd-i kelam etmeye çalıştığımız önceki yazımızda “Peki İslamoğlu hakkaniyetli bir yolda mı?” diye sormuş, orada bırakmıştık. Şimdi de Mustafa İslamoğlu’nun eleştirilerine kısaca bakmaya çalışacağız.

 

Cenab-ı Hak, Mustafa İslamoğlu’na tatlı bir hitabet istidadı vermiş. Gerçekten yüksek bir konsantrasyonla sohbetlerini baştan sona dinletmeyi başarıyor. Söz konusu Kur’an hakikatleri olunca bu sohbet daha da tatlı oluyor. Daha önce duymadığınız bir yaklaşımla, karşınıza yeni pencereler açıyor ve bir de o pencereden bakmanıza vesile olabiliyor.

 

Faziletleri yerle bir etmek

 

Fakat söz konusu Kur’an’ı anlamak ya da anladığını paylaşmak değil de, başkalarının anladığını, o şahısları tezyif ederek çürütmeye çalışmak olunca, durum biraz değişiklik arz ediyor. İyi veya kötü, hakkıyla veya eksik olarak vazifelerini yerine getirip giden ve artık kendini savunamayacak olan insanların arkasından böylesine konuşmak ve onların hukuklarını yerle bir etmek, en başta İslam ahlakına uygun bir davranış değil.

 

Mesela İmam Şafii’nin Risale’sini yirmi yıldır okuyup okuttuğu için hakkında söz söylemeye kendinde hak buluyor muhterem Mustafa İslamoğlu hocamız, fakat o hakkı eleştiri yönünde kullanıyor.

 

Buna da tamam diyorsunuz. İnsanların farklı içtihatları vardır. Yanlış bulduğu yönleri eleştirirler. Ama bu sadece İmam Şafii’yle sınırlı kalmayınca, İmam-ı Azam, İmam-ı Eş’ari, İmam-ı Buhari, İmam-ı Gazali ve ismi liste boyunca devam eden daha pek çok önemli şahsiyetler eleştiri ağına girince o zaman insan ister istemez şüpheleniyor ve “Ya hu bu insanlar bu kadar kötü olabilir mi?” demeye başlıyor. Ve derken bu şüphemizde haksız olmadığımızı gösteren bir olay cereyan ediyor.

 

Nitekim en son kitabının yayınlanacağını söylediği günkü televizyon programında Bediüzzaman Said Nursi ve Mevlana Celaleddin Rumi hakkında söyledikleri sözler hem tetkiksiz hem de normal eleştiri üslubunun çok üstünde hem de hiç lüzumu olmadan durduk yerde açılan bir tartışmadan farksızdı.

 

Derken “korkunç” şeyler gördüğünü söylediği Risale-i Nur’la alakalı verdiği kaynakların ya aslında olmadığı şekliyle “ilaveli” ya da “cımbızlanarak” alındığına üzülerek şahitlik ettik.

 

Cifir ilmi

 

İddialarına bakmadan önce şunu ifade edelim ki Mustafa Hoca’nın cifre dair verdiği tarihî malumata dair bir itirazımız yok. Cifir ilminin tarihçesi çok daha eskiye dayanıyor, doğru. Fakat bilgileri ele alışı ve sunuşu çok yanlı ve iğneleyici. Daha başlar başlamaz “cinayet silahı” olarak niteliyor ve Babil büyücülerinin kültünün temelinde de “muhtemelen” bunun yattığını söylüyor. Bir yerde ebcede dayalı Kur’an yorumunu hokkabazlık (fakat dürüst olmayan hokkabazlık) olarak niteliyor. Ve yazı ilerledikçe eleştiri dozu giderek artıyor. Böyle olunca daha en baştan maksadın üzüm yemek olmadığı hissi içinizde kıpırdamaya başlıyor.

 

Nitekim aynı meseleyi İbni Haldun da ele alıyor. Birkaç sayfada bu konu hakkında detaylı bilgiler verdikten ve her okuyana bu konu hakkında ciddi kanaat verdikten sonra üç-dört cümleyle sıhhatli bir yöntem olmadığını söylüyor, bu kadar. Her paragrafını hakaretlerle bezemiyor.

 

Cifir ilminin Kur’an nazil olmadan önce de kullanılıyor olması, bu ilmin Kur’an nazil olduktan sonra kullanılmayacağı anlamına gelmez. Nitekim Kur’an nazil olmadan önce Araplar birbirini anlıyorlardı, nazil olduktan sonra okuduklarında Kur’an’ı da anlıyorlardı. Yani Kur’an zaten kullanılan bir dil üzerine nazil oldu. Böyle olması, Arapçayı inkâr etme, yok sayma hakkını kimseye vermez. Hem ayrıca hâlihazırdaki dil üzerinde kullanılan bir formül, neden aynı dil üzerine nazil olan ayetler için kullanılmasın?

 

Bugün kimse Risale-i Nur’u cifir kitabı diye almıyor ve zaten Risale-i Nur cifir dersi vermiyor. Kur’an’ın çok sayıdaki mucizevi yönlerinden belki birisi olarak bakıyor. Şayet hatalı bir yöntem bile olsa “Lazım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki muahez değil”* kaidesince burada hata o ilimden kaynaklanacağı için Kur’an’a bir zarar sirayet etmez. Eğer isabet ederse o zaman Kur’an’ın mucizeliğini parlatan bir araç olmuş olur. Bu zarar mı olur, kâr mı? Elbette kâr. Hal böyleyken cifir yöntemiyle Kur’an’dan yorum yapmak neden hurafe, daha da ilerisi, tahrif olsun ki?

 

Peki Kur’an’ın cifre ihtiyacı mı var? Hayır, yok. Kur’an’ın pozitif ilimlere de ihtiyacı yok. Ama okuyunca istifade ediyoruz. Orada öğrendiklerimizin Kur’an’ın anlattıklarını nasıl da parlattığını hayretle görüyoruz. Her ne kadar o ilim sahiplerinin bir kısmı aksini iddia etseler de pozitif ilimler kâinatın derinliklerinde yol aldıkça Kur’an’ın hakikatlerinin daha iyi anlaşılmasına hizmet ediyor. Ama bu ilimlerde bir hata olursa onu biz tutup da Kur’an’a vermiyoruz.

 

Mustafa İslamoğlu’nun iddiaları

 

Şimdi gelelim Mustafa İslamoğlu’nun “okudum” dediği Risale-i Nur hakkında Kur’an’ı Anlama Yöntemi isimli son kitabında yer verdiği eleştirilerine:**

 

1. Mustafa İslamoğlu, 339. sayfada, 88. dipnotta Said Nursi’nin “ebced sistemiyle Kur’an’dan kıyametin vaktini haber vermeye kalkışanlardan biri” olduğunu söylüyor. Buna tamam diyelim. Gerçi tam olarak tamam demek zor. Çünkü burada Kur’an’dan değil, hadisten yola çıkarak bu izahı yapıyor. Son kısımda Fatiha suresinin 6-7. ayetlerinin de bunu teyit ettiğini söylediğini hesaba katarak buna tamam diyelim. Bediüzzaman ilgili mektupta 3 ayrı tarihe değiniyor ve bunların üç büyük inkılaba tetabuk ve tevafuk ettiğini açıklıyor, bu doğru.

 

Ama sonrasındaki açıklamayı eklemezsek, işte bu tam anlamıyla cımbızlamak olur. Çünkü Bediüzzaman orada zaten cifir ilmiyle yapılan bu çıkarımların “kesinlikle doğru” olduğunu söylemiyor. Bu tarihlerin “tam tamına manidar, makul ve hikmetli” olduğunu söyledikten sonra şunları söylüyor:

“Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.” (Kastamonu Lahikası, Söz Basım Yayın, s. 47-48.)

Üstelik dört paragraflık bir mektupta dört defa “Gaybı yalnız Allah bilir” diyerek bu konuda nasıl hassas durduğunu da unutmamamız icap eder.

Burada şunu sormamız gerekir: Tefsir açısında hadiseye baktığımız zaman, kim yaptığı izaha “işte bu kesin doğrudur” diyebilir ki?

 

2. 341-342. sayfalarda Bediüzzaman’ın “muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede suiistimal girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimâli” ifadesini, “şarlatanların kötüye kullanacağı kuralsız gizli ilim” olarak niteliyor, devamında ise sonraki dönemde cifri “Kur’an’ın icazının bir parçası ilan” ettiğini söyleyerek arada bir çelişki olduğunu ihsas ediyor. Halbuki Bediüzzaman’ın hemen bu cümlenin devamında söyledikleri hiç de çelişkili olmadığını gösteriyor. Öncesi ve sonrasıyla ilgili kısım şöyledir:

 

“İkincisi, hakâik-ı esâsiye-i imâniye ve Kur’âniyenin berâhîn-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulûm-u hafiyenin yüz derece daha fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazife-i kudsiyede kat’î hüccetler ve muhkem deliller suiistimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede suiistimal girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimâlidir.

 

Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsan edilir. İşte, ilm-i cifrin anahtarları içinde en kolayı ve belki en sâfisi ve belki en güzeli, ism-i Bedi’den gelen ve Kur’ân’da Lâfza-i Celâlde cilvesini gösteren ve bizim neşrettiğimiz âsârı ziynetlendiren tevâfukun envâlarıdır. Kerâmet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir nebze gösterilmiş.” (Lem’alar, Söz Basım Yayın, s. 81.)

 

Burada çelişki yok. Nitekim Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî’deki ilgili dipnota baktığımızda Kastamonu Lahikası’ndaki bir mektuptan alınan kısım çıkıyor karşımıza. Oradaki izahla buradaki birbirini nakzeder tarzda değildir. İslamoğlu’nun özellikle vurgulamak istediği yer burası olsa gerek:

“Bence, Kur’ân’ın, nasıl ki her sure ve bazan bir ayet ve bazan bir kelime bir mu’cize olur; öyle de, bu ayetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nev’inden bir lem’a-i i’câziyedir.” (Kastamonu Lahikası, Söz Basım Yayın, s. 118.)

Bu ayetten kastettiği Hucurat suresinin 12. ayetidir. Nasıl işaret ettiğini de öncesinde anlatıyor.

 

Buradaki ifade az önce alıntıladığımız yerden farklı mı?

Farklı olan kısmı şu: Önceki bölümde uyarıda bulunuyor ve bu ilimde kötü niyetlilerin araya girip de suiistimal etmesi ihtimalinin olduğunu söylüyor. Buradan her kullananın kötü niyetli olduğu anlamı çıkar mı? Mesela herkes evinin, işyerinin kapısını kilitler. Maksat hırsızlara karşı güvenliği sağlamaktır. Kapıyı açmak için uğraşan birisini gördüğümüz zaman bu kişiden şüphelenebiliriz, bu normaldir. Fakat kilidi açmaya uğraşan her kişinin hırsız olduğu anlamına gelmez bu.

 

3. Nur suresinin 35. ayetine ve sonrasındaki elektrik ve trene dair izahlara örnek verdiği yerde keyfilikten bahsedilmiş. Başından beri ebced ilmine karşı çıkan birisi için bu çok normaldir. Çünkü o kişiye göre bunların neden konduğunun bir anlamı yok. Lâm harfinin ebced değerinin 30 olmasıyla râ harfinin 200 olması anlamsızdır. Tek açıklaması vardır ki o da kuralsızlıktır. Böyle olunca bütün bu harflerin değişmesi, mesela kapalı te’nin bazen he olması, tenvin’in bazen tek sayılıp bazen çift sayılması, şeddenin bazen bir, bazen çift sayılması hep neticeyi tutturmak için verilen uğraşlar olarak değerlendirilir.

 

Cifir ilmiyle hesap yapanların geleceğe dair malumat verdiklerinde birkaç farklı tarih serdetmelerinin nedeni bu “kurallardan” kaynaklanıyor. Yani kapalı te’ler hem te olarak hem de he olarak, tenvinler hem tek hem çift olarak vs. değerlendirilerek tarihler çıkarılır. Böyle olunca birkaç tarih ortaya çıkar. Fakat vuku bulmuş (mesela elektriğin icadı gibi) bir olayın tarihi zaten belli olduğu için bunda her kuralı tek tek yapmaya gerek yoktur. Bir tanesinin denk gelmesi kâfidir.

 

4. 342. sayfadaki 99 nolu dipnotta yazılanların hızına yetişmekte zorlandım doğrusu. Bir cümleye o kadar esassız ve asılsız iddialar sığdırılmış ki, o bir cümle olarak yazılan yerde onlarca hata var ki sırf bu dipnotu okuyunca bu yazılanlarda maalesef iyi niyet emaresi göremedim (14. maddeye kadar olanların hepsi bu iki sayfalık dipnotta yer alan asılsız iddialar).

 

Mesela en başta söylenen “Kur’an’ın ruhunun Risaleler’in cesedine girdiği” meselesi tamamen saptırmaktan ibaret. Nitekim söz konusu mektupta geçen o ifade, “Kur’an’ın ruhu” olarak değil “hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeyi bir şahs-ı mânevî mahiyetinde, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinin cesedine girmiş ve eczalarının li­basını giymiş” şeklinde ifade ediliyor. Bu ifade “Kur’an’ın ruhu” olarak lanse edilirse okuyanların zihninde canlanan nefreti tahayyül etmek bile istemem. Burada kast edilen şey, iman ve Kur’an hakikatlerinin Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin cesedine girmesidir ki, şahs-ı maneviden kasıt da onun yerine getirdiği umumî hizmeti ifade eder.

 

Ve bu ifade, o mektupta adı geçen şahsın Risale-i Nur hakkında yaptığı bir değerlendirmedir. Bediüzzaman zaten bunu ilk gördüğünde itiraz ettiğini söylüyor. Sonra kabul etme nedenini de şöyle izah ediyor:

 

“Ben, baktıkça, birden itirazkârane hüsn-ü zannı pek ziyadedir tahattur ettiğim dakikada, haki­kat-ı Kur’âniye mânen dedi: ‘Cesede, libasa bakma; bana bak: O, benim hak­kımda konuşuyor. Doğru söylemiş.’ Ben daha ilişmedim. Yalnız, Risale-i Nur tercümanı hakkında sarihan veya işareten veya kinayeten onun haddinden pek fazla senâkârane tâbiratı tâdil etmeye lüzumu var. Başkalar, hususan ehl-i tenkit insanlar nazarında biçare şahsıma bu nevi hüsn-ü zannını kabul etmemek mesle­ğimize lâzım geliyor; tâdilime gücenmesin.” (Emirdağ Lahikası, Söz Basım Yayın, s. 50.)

 

Ehl-i insaf bu ifadeleri Kur’an’ın ruhunun Risaleler’in cesedine girdiği şeklinde yorumlamasa gerektir.

 

5. Said Nursi’nin Hz. Muhammed’in parıldayan bir aynası olduğu” meselesi zannedersem başka bir ifadenin İslamoğlu’nun kendi ifadeleriyle söylenmiş halidir. Nitekim kaynak belirtilmediği için geçtiği yeri bulamadım.

 

6. “Şimdiye kadar böyle bir mazhariyete kimse nail olmamıştır” ifadesi doğrudur. 15. Şuâ’da var ancak “tevazu abidesi” bu söz müellifin talebelerine aittir ve şayet bahsedildiği gibi ilmiyata değil de hissiyata dayalı ise bu, kime, ne zarar verir?

 

7. “Yazdırıldı,” “izin olmadığı için yazılmadı,” “manen icbar ediliyorum,” “kalbime ihtar edildi” ifadeleri pek çok inceliği taşıyan beyanlardır. Müellif aklına gelen bir mesele için “kalbime ihtar edildi” demeyi tercih ediyor. Nitekim bunda yine Allah’la bir bağlantı kurma meselesi vardır. Çünkü “aklıma geldi” dendiğinde, özne, insanın kendisi oluyor. Ortaya çıkan güzellik, netice, kendi kabiliyetine mal edilmiş olur. Allah ilham etmese kim neyi düşünebilir ki? Mesela unuttuğumuz bir şey birden aklımıza geliyor. Neden az önce gelmedi de şimdi geldi? Gönderildiğine bir işarettir. Ama söz konusu ifadede, hizmette bir hata varsa, o zaten şahsın kendisine ait olur ki Bediüzzaman’ın bu manada pek çok izahları vardır.

 

Yine mesela Bediüzzaman’ın, “Ne ile yaşıyorsun?” diye soranlara “İktisat ve bereketle yaşıyorum” şeklinde cevap verdiğini biliyoruz. Bu manada Risale-i Nur’un çok yerinde izahlar var. Biraz geçmişe gidersek Bediüzzaman’ın henüz 10’lu yaşlarındayken İşrakiyyun ulemasının fikre açıklık kazandırdığı için riyazat yaptıklarını duyduktan sonra çok hızlı bir şekilde riyazata başladığını görüyoruz. Hatta bir dönem ekmek bile yemiyor. Daha sonra bu riyazat düsturunu hayatı boyunca takip ediyor. Sürgünlerdeyken zenginlerden zekâtı kabul etmeyip az bir yiyeceğe günlerce talim eder. Sonraki yıllarda da “Lezaiz çağırdıkça sanki yedim” diyerek lezzetlerden de uzak duruyor. Şimdi buradan yola çıkarak “Nefsimi ikna ettim. Az yiyerek yaşıyorum” diyebilirdi. Fakat burada kullandığı üslup, başlı başına ders verir mahiyette:

“Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzakımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim.” (Mektubat, Söz Basım Yayın, s. 102.)

 

8.“Risaleler’in Kur’an’la kıyaslanması ise başka bir fecaattir” iddiasında yine kaynak yok. Dolayısıyla neyi kastettiğini anlamamız çok zor.

Devamındaki “Buna göre nasıl ki, Kur’an Allah Resulü’nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî’nin eseri değilmiş. O, sadece Nur Risaleleri’nin tercümanı, tebliğcisi imiş” ifadesinde de yine kaynak yok. Bu ifade nerede geçiyor? Mustafa İslamoğlu neden ifadenin orijinalini koyma zahmetinde bulunmuyor? Demek ki anladığı gibi yazıyor ve hataya düşüyor.

 

“Nur Risaleleri’nin tercümanı, tebliğcisi” de aynı hatanın kurbanı... Nitekim “Kur’an hazinesinin dellallığını” yaptığını pek çok yerde söylüyor. Aynı şekilde Risale-i Nur’un Kur’an’ın bir dellâlı olduğunu dile getiriyor. Ve bunda itiraz edilecek hiçbir şey yok. Nitekim her müfessir iftihar ede ede bunu dile getirir.

 

9. “Risale-i Nur’dan alınan bilgiler, onu yazarken akıtılan mürekkepler, şehitlerin kanından daha üstündür! Risale-i Nur’a yapışmak suretiyle Peygamberin yolundan gidenler, şu fesat zamanında yüz şehit sevabından daha çok sevap kazanırlar. Risale-i Nur’u okumak ya da yazmak, âlim olmak için yeterlidir. Başka şey istemez. (Nur Meyveleri, s. 66)” bu ve devamındaki yerler içiçe geçirilmiş ve sanki anlaşılmasın diye özellikle birkaç şey üst üste eklenmiş gibi görünüyor. İnternetten aratıp bulabildim. Bir facebook sayfasında çıktı. Güya kaynakça verilmiş ama bu şekilde alıntılama tarzı hiçbir yerde yoktur. Bir de tırnak içine almış ki kaynaksız konuşulmadığı izlenimi verilsin.

 

10. Mustafa İslamoğlu, 25. Söz’den alıntıladığını iddia ettiği “Kur’an ve Risale-i Nur arş-ı azamdan, ism-i azamdan...” şeklindeki yer konusunda kendi internet sayfasında “sehven” yazıldığını ifade etti. Sonraki baskılarda düzelteceğini söyledi. O nedenle bu meseleye yeniden bakmaya gerek kalmadı.

 

11. “Paralel Kur’an’lar nasıl icad edilir?” diye sorup da hiç sıkılmadan bunun “fiili cevabı” olarak nitelendirmesi gerçekten enteresan düşmüş. Mustafa İslamoğlu’nun bu iddiası, baştan beri itiraz ettiği “kehanete” şapka çıkartacak türdedir. Ya sonrasındaki Said Nursi’nin Allah, vahiy, gayb karşısında sergilediği tutumun İslam açısından neye tekabül ettiğinin özel olarak ele alınıp incelenmesi çağrısı? Gerçi bunda ben bir beis görmüyorum. Risale-i Nur zaten ortadadır. Dileyen alıyor, okuyor, inceliyor. Ve cımbızlanmadan, art niyetlilerin yaptığı uyduruk ilavelerden değil de orijinalinden takdirde Allah’ın izniyle nasıl hakikatler içerdiğini herkes görecektir. (Adavetle bakanlar hariç. Onlara elmas da verilse kömüre bulayacak bir bahane bulurlar.) Fakat Mustafa İslamoğlu’nun buradaki kastı çok başka. Suçsuz bir insanın bir iki hatasını gösterip derakap idamla yargılanmasından daha vahim bir infazdır bu çağrısı. Yazdıklarını eleştirenlere daha önceki yazdığından daha uzun yazdığı cevabına seçtiği başlık işte tam da buna uyuyor: kıymığı gösterip ormanı gizlemek.

 

Ha şunu da söylemek gerekir ki Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî ve lahika mektupları, Bediüzzaman’ın kendisi ile talebeleri arasında olan özel yazışmalar olduğu için buna bakanların biraz insafla yaklaşmaları gerekir ki maalesef pek böyle olmuyor. Orada gördükleri birtakım mahrem mevzuları Risale-i Nur’un tamamına teşmil edip hata ediyorlar. Ve hatta kimisi ilk olarak bunlara yoğunlaşıp Risale-i Nur’a hiç nazar etmiyor. Bir-iki de insafsız eleştiri duymuşsa, artık tam bir düşman kesilebiliyor.

 

12. “Bediüzzaman” lakabına dair itirazlarına değinmeye gerek bile duymuyoruz. Bu sorunun bir benzerine Bediüzzaman kendisi hayattayken cevap vermiş. Aynı cevap Hz. Mevlana için de geçerli. Dileyen, ilgili yazıyı buradan okuyabilir.

 

13. Nurculuğu gelecekte “sır dinlerinden biri olmaya aday görünmesi” artık kehanette son nokta denecek türden. Haşa! O televizyon programında bunu delillendirmek için verdiği örnekler de çok uç örneklerdi. Öyle anlaşılıyor ki serdettiği her örnek biraz daha öfkelendirmiş Mustafa İslamoğlu’nu ve derken sırlı bir kehanete aday bir iddia ortaya atmasına kadar getirmiş işi. Onun asıl eleştirdiği cemaatleşme olsa gerektir ki, bu eleştirisinden kurtulan tarikat, cemaat pek yoktur. Fakat burada şu da hatıra gelmiyor değil.

 

Kendisinin de teşekkül etmiş bir cemaati yok mu? Ya da bugünlerde teşekkül ediyor. “İslamoğlu cemaati” ifadesi etraftan az duyulmuyor. Peki madem öyle, kendisi farklı cemaat ve tarikatlere hakk-ı hayat tanımazken etrafında toplananlara neden müsaade ediyor? Bu oluşuma ne ad koyuyor? Ne ad koyarsa koysun, öteki cemaatlerin kendi cemaatinden farkı, yöntem farklılığıdır.

Şu ayırım koymamız icap eder ki, bu oluşuma biz itiraz etmiyoruz. Bilakis, istifadenin artmasına, güzelliklerin paylaşılmasına vesile olduğu için memnun da oluruz biz. Fakat başkalarını yok ederek değil, güzellikleri paylaşmak kaydıyla...

Mustafa İslamoğlu merak etmesin. Kur’an’ın “son vahiy” oluşuna ne Risale-i Nur’dan ne de Nur talebelerinden bir zarar gelir. O daha farklı mevzular için endişelensin. Ve ilk önce kendi üslubundan ve yönteminden başlayıp sonra sair meslek ve meşreplere el uzatsın. O zaman sorun daha çabuk hallolur.

 

14. Mustafa İslamoğlu’nun burada dile getirdiği “her şeyi Kur’an’a arz etmek” gerçekten çok mühim bir mevzu. Kur’an ne diyorsa doğrusu odur elbette. Burada ondan farklı düşünmüyoruz. Ayrıldığımız nokta, onda anlamadığımız hususlar karşımıza çıksa ne yapacağımız mevzuu. Böyle bir durumda kime soracağız? Kimden izah isteyeceğiz? Bu nedenle hadisler hayatî önem arz ediyor. Madem Kur’an Allah Resulü vesilesiyle bize ulaştı, elbette onun söyledikleri Kur’an’ı tefsir eden en önemli izahlar olacaktır.

 

15. 343. sayfadaki güya Bediüzzaman’ın “itiraf”ına çok güldüm. Sahiden güldüm. “Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyi ki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu.”

Yine kaynaksız bir iddia. Hatta ötesi, iftira. Sırf buraya kadarki itirazlarımızdaki alıntılara bakarak bile Bediüzzaman’ın böyle bir şey söylemeyeceğini anlarız.

 

Bediüzzaman’ın ihtarı

 

Doğrudan konuyla alakalı değil ama manidar bulduğum bir hususu paylaşmayı yerinde buluyorum. Mustafa İslamoğlu’nun bir iddiasına delil niyetiyle adres verdiği 2070. sayfaya baktığımda karşıma çıkan yerde gözüme ilişen mektubun ilk cümlesi şöyleydi:

 

“Ben, ‘senin içtihadında hata var’ diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım.”

 

“Eleştiriye açık değilsiniz” diyenlere, müellifin kendi dilinden bir cevap niteliğinde. Bunun devamında şayet iddia edilen bir mevzu varsa ispat etmeye hazır olduğunu da ifade ediyor. Bunu yapmak yerine, kendisini gıybet edenlere hakkını helal etmeyeceğini belirtiyor.

 

Bu minvalde izahların yapıldığı mektup şöyle bitiyor:

“... Bazı işârâtı zayıf görmekle onu (Risale-i Nur’u) inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık olamaz. İnkâr eden mazur olamaz. Hususan lüzumsuz ve zararlı ve müfritane bir gıybet olsa, bu zamanda ehl-i ilim ortasında ehl-i hakikati ağlattıracak bir hâdise-i elîmedir.”

Bediüzzaman’ın başka bir yerde “Kur’an namına ve Kur’an hesabına” Risale-i Nur’a rekabetle yaklaşanlara yaptığı ihtar da her insaf ehlinin kabul edeceği mahiyettedir:

“Kur’an’ın elindeki kılıcı Kur’an’a çevirmek ve Kur’an’ın sadık hizmetkârını, Kur’an’a karşı mübareze vaziyetini vermek ve Kur’an’dan gelen ve Kur’an’ın nurundan ve mizan-ı i’câzında bulunan nurlarını Kur’an’a karşı muvâzene etmek, elbette bir hıyanettir ve bir cinayettir. Sakın dikkat ediniz ki nefs-i emmare bu cihette sizi aldatmasın.” (Mektubat, 29. Mektup, 3. Kısım, İkinci Mesele, Tenvir Neşriyat, s. 447.)

 

Netice

 

Mustafa İslamoğlu gibi Kur’an endeksli bir hayat sergileme ve başkalarının da bu eşsiz hazineden istifade etmesi gayretinde olduğuna inandığım bir âlimin ilk önce İşârâtü’l-İ’câz’a dair bir açıklama yapmasını beklerdim. Bediüzzaman’ın klasik tefsir bağlamında yazdığı ve yer yer harflere varıncaya kadar ince bir mana tahlili yapmaya çalıştığı kitap oydu. Fakat ilk önce cifir konusunda açıklama yapması bana cidden tuhaf geldi.

 

Bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nun burada yönteminden benim gördüğüm, kendi tabiriyle, kıymığı gösterip ormanı gizlemek olmuş. Okudum dediği Risale-i Nur’u sadece cifir açısından değerlendirmek için okumuş. Ya da “cifir/ebced” taraması yapıp ilgili yerleri okumuş. Ya da bu konuyla alakalı önceden yapılan tenkit amaçlı çalışmaları okumuş. Bu daha mantıklı geliyor. Çünkü 6 bin sayfadan müteşekkil bir külliyatı satır satır okursa insan, şayet insaf/vicdan namına bir şey taşıyorsa “korkunç” derecede güzelliklerin olduğuna da şahit olurdu. Sadece bulunduğu dönemde verdiği mücadelelere dair dile getirdiği genel geçer birkaç cümleyle yetinmezdi.

 

Keşke “korkunç” hatalar gördüğünü iddia ettiği Risale-i Nur’u gerçekten okuyup da o satırları kaleme alsaydı da başkalarının “eklemeli alıntılarına” göre hemen hüküm vermeseydi. İşte o zaman, ehl-i imanın kalplerinden imanlarını söküp alma gayretinde olanlara karşı savaş açan Bediüzzaman’ın gayretini bir nebze olsun anlar, belki “din kardeşlerine” karşı başlattığı savaştan vazgeçerdi. İşte o zaman, Risale-i Nur’un gunagûn çiçeklerle bezeli geniş bahçeleri dururken mahrem odalar hükmünde addolunabilecek Sikke-i Tasdîk-i Gaybî’den örnekler vermekle iktifa etmezdi. Biz de o zaman kendisine eleştirisinden dolayı teşekkür ederdik.

 

Son olarak şunu ifade ederek yazımızı hitama erdirmeyi uygun görüyoruz:

Her şeyde olduğu gibi bu hadisede de kader-i İlahînin bir remzi olduğu kanaatini taşıdığımız için her ne kadar moral bozucu bir niteliğe sahip olsa da neticesi itibariyle hayra hizmet edecektir inşaallah. Bu sayede az çok herkes kendisine düşen miktarda özeleştiriye tabi tutacaktır kendisini. Bir yerlerde sekteye uğrayan unsurlar varsa onlar açısından bir kalp masajı mahiyetinde değerlendirilebilir.

Söylediklerimizde marziyat-ı İlahiyeye uymayan unsurlar varsa, Rabbimizden affımızı niyaz ediyoruz. Ve minlallahittevfik.

 

* Bu kaideyi özetle şöyle ifade edebiliriz: Bir ilim dalının daha iyi anlaşılması için başvurulan başka ilim dalından kaynaklanan bir hata oluşursa, bu hatadan, o başvurulan ilim dalı sorumlu tutulur. Ve bu hata asıl ilim dalını mesul bırakmaz. (İstatistik ilminin matematiğin kurallarını kullanması gibi. Matematik kuralında bir hata varsa bunda istatistik ilmi mesul tutulmaz. Matematik kuralı gözden geçirilir. Ya da bu kural atılır, başka bir kurala başvurulur.)

** Biz Bediüzzaman’ı “hatasız” kabul ettiğimiz için cevap niteliğindeki bu açıklamaları yapmıyoruz. Beşer şaşar, bunun idrakindeyiz. Fakat bunu öne sürüp de “hadi, eleştir de görelim” demeyi de doğru bulmuyoruz. Nitekim Mustafa İslamoğlu’nun hatalı diye yerle bir ettiği yerlere bakınca aslında kendisinin hatalı olduğu gün gibi ortaya çıktı.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum