Bediüzzaman’ın isimleri

Said

Şah'ı Geylani...
Yani Abdülkadiri Geylani...
“Müridim” diyordu bir fıkrasında...
“Korkma!”
“Sözlerini çekinmeden söyle!”
“Zamanının Abdülkadiri ol” diye sesleniyordu...
Ve daha niceleri...
Yazdıklarında Said Nursiye işaret etmişti...
Çünkü o şöyle böyle biri değildi...
Ona “Said” ismi ezelden verilmişti...
Ve Peygamberi zişan bir hadis-i şerifinde...
Üç kez “Said... Said... Said...” demişti...
“O, Fitnelerden muhafaza edilendir...”
“O, İbtila olunur ve sabreder...”
“İşte o zayıf ve sakalsızdır...”
Diyerek asrın adamını tasvir etmişti...
Onun adı Said'di...
Dünyada yalnız bırakıldı belki,
Ama aslında O,
iki cihanın en saadetlisiydi...

nursi.jpgMirza Bediüzzaman

İnsanlar babalarının adıyla bilinirdi eskilerde...
İsimden önce baba adı söylenirdi soyadı yerine...
Kah Mehmet oğlu Hasan denirdi...
Kah Hasan oğlu Süleyman...
Bediüzzamanın baba adı Mirza olduğundan,
Ona uygun düşen hitap şöyleydi:
Mirza Bediüzzaman...
Üstad arayış içindeyken bir zaman,
Yani hem aklen, hem de kalben,
Hakikate gidilecek bir yol aradığı bir zaman,
Bir tefeül açtı İmam-ı Rabbaniden...
Ve bir mektupla karşılaştı,
Yıllar evvel yazılmış Mektubat eserinden...
Mektup “Mirza Bediüzzaman” adlı birine hitaben yazılmıştı...
Bediüzzaman bunun tevafuk olduğunu anladı...
Kendi yaralarına ilaç eyledi oradaki haykırışı...
“Tevhid-i kıble et” diyordu İmam-ı Rabbani...
“Yani Tek üstadın arkasından git”
Diyordu İmam Hazretleri...
Bediüzzaman anladı ki,
Kur'andır Üstadların hakikisi...
Böylece rotasını belirledi...
Ve Kur'anı kendine tek üstad eyledi...
Bu tefeül bir tesadüf değildi...
Aslında hakikati beyan etmekteydi...
Her ne kadar başka bir Mirza Bediüzzamana,
Yazılmış olsa da mektup,
Aslında manen asrın adamına da seslenmekteydi...
Onlar ikisi de kendi asırlarının adamıydı...
Bu sebeple imkansız değildi birbirlerine ulaşmaları...
Demek Üstad hazretlerinin bir adı da,
Mirza Bediüzzamandı...
Ve bu isim O'na İmam-ı Rabbaniden yadigardı...

Molla Meşhur
(Said'ül meşhur, Molla Said)

Bin dokuzyüzlü yıllara gelene dek,
İlim ve irfan çok ehemmiyetliydi...
Kişiler onlarca sene medreselerde,
Büyük hocaların taliminde,
Dünya işlerinden çok uzak bir şekilde,
Din ve fen ilimlerini tahsil ederlerdi...
Talebelerin İlmi derecelerini,
Zaman zaman yapılan münazaralar belirlerdi...
Said Nursi'de bu talebelerden biriydi o zamanlar...
Hiç sual sormaz, sorulan her şeye cevap verirdi...
Böylece onlarca şehir ve köyü gezmişti...
Bir çok alimi ilzam etmiş,
Ve İlimde, zekada, akılda en ileri olduğunu,
Herkese kabul ettirmişti...
Öyle ki bu hal sade şark ulemasında değil,
Batıdaki ilim ehlinin bile dikkatini çekmişti...
Bu ona büyük bir şöhret getirmişti...
Artık adına “Molla meşhur” denmişti...
Küçük yaşlarda elde ettiği bu şöhret,
Kıyamete kadar devam edecekti...
Çünkü şöhreti geçici değildi...
O, bu şöhreti gerçekten,
İlmiyle elde etmişti...

Bediüzzaman

Şarkın ayak sesi...
Şarkı ayaklandıran ses...
Şarkta doğmuş, o ilahi nefes...
Fizikte, Kimyada, Coğrafyada,
Felsefede, Astrolojide ve Matematikte...
Ve nice ilimlerde bile,
Gene o en ileride...
Bütün ulemayı ilzam eden bir zeka abidesi...
Şarkı ayağa kaldıran bir ayak sesi...
İnsanlar boyun büker nihayetinde,
Bükemediği eli öper nihayetinde...
Çünkü görülmedik bir şeydir zaman içinde böylesi...
Benzemiyor kimseye,
O, zamanın garibi ve acibi...
İşte ona “Bediüzzaman” lakabı verildi...
Ve Said Nursi'yi sadece Van uleması değil,
Mazi ve müstakbelde herkes,
Bu gün dahi “Bediüzzaman” olarak kabul etti...  

İbnüzzaman

Zaman tüm dehşetiyle ayaktaydı...
Çığlıklarını göklerden koparmaktaydı...
Kıvranıyordu büyük bir sancıyla...
Kıvranıyordu gözleri semalarda...
İnsanlık bir kurtarıcı bekliyordu...
Ve O, karanlığa,
Bir Nur köyünde doğdu...
Aslında görünüşte onu annesi doğurmuştu...
Fakat gerçekte o,
Ahirzamanın çocuğuydu...
Onu, Zaman doğurmuştu...
Onu, bu zamanın gereksinimleri doğurmuştu...
İbnüzzamandı o...
Zamanın tek ve yegane oğluydu o...
Ve o çocuk, kendisini doğuran zamana,
Hiç ihanet etmemişti...
Yani hayırlı bir evlattı Bediüzzaman...
Yani hayırlı bir evlattı İbnüzzaman...

kare-kare-bediuzzaman-foto_56398_7.jpgBedi'

Eşi ve benzeri yoktu onun,
Hayret verici bir güzellikteydi O...
Ama bu lakap onun suretinden öte,
Haline verilmişti...
Demek her hali güzeldi...
Oturuşu güzeldi...
Kalkışı güzeldi...
İbadet edişi güzeldi...
Üstadlığı güzeldi...
Yazdığı, yazdırdıkları güzeldi...
Çünkü onun üstadı sünnet-i seniyyeydi...
Sünnet-i seniyye edep demekti...
Edepli olanın, insanlığa verdiği her şey de,
Bedi' ve güzeldi...

Fatinülasr

Akılca asrının en ileride olanıydı,
Mürşidiydi insanlığın...
Mürşid ışık verirdi...
Nur dağıtırdı aleme...
Karanlıkla, siyah olanla ilgisi yoktu onun...
İrşad ederdi mürşid...
Kapkaranlık olan dünyaları,
Aydınlıklara çıkarırdı...
Ve bunu yapmak için akılca en ileride olunmalıydı...
Bediüzzamanda bunların fazlası vardı...
Aslında hakiki mürşit Kur'andı...
Fakat insanlığı Kur'anın aydınlığına götürecek,
İnsanlığı kurtaracak bir akıl lazımdı...
Nitekim Bediüzaman, “Fatinülasr”dı...
Asrının akılca en ileri olanıydı...
Demek bu vazifeye en çok o layıktı...
Ve zaten ışıkla tanıştırıyor hala,
Onu sevip, ona tabi olan insanları...

Ebu Laşey

Bediüzzamanı sevdiren bir şey,
Mütevazi tarafı...
“Ebu Laşey...”
Onun diğer bir lakabı...
Kendisi böyle atmış bir çok imzasını...
Anlamı: “Hiçbir şeyin babası”...
Altındaki anlamlar aslında çok farklı..
Hiçbir şeyi olmayan,
Hiçbir dünya işiyle alakası bulunmayan demek...
“Yani ben faniliğe ait şeylerin babası değilim...”
“Ben hiçbir şeyin babasıyım...”
“Benim tek valığım O”
“Ben, beni Yaratana aidim...”
“Benimse...”
“Ondan başka hiçbir şeyim yok”demek...
Ebu laşey demek,
“Dünya gamından geçip,”
“Yokluğa kanat açıp,”
“Çağırırım dost, dost!” demek...

Bedi-ül Beyan

Risale-i Nurların en sevilen tarafı...
Onun muhteşem ifadesi ve beyanı...
Bazen on kelime gelir art arda...
Hepsinin manası aynı...
Fakat bozulmaz paragrafın gidişatı...
Risale-i Nur külliyatında...
Türkçe testlerinde sorulan,
“Paragrafta anlam akışını bozan cümleyi bulunuz”
Türünden bir arayışa giremezsiniz,
Çünkü O'nun yazdıklarında,
Böyle bir yer göremezsiniz...
Bu sebeple Bediüzzamanın üslubu,
Daha bir okunur eyler külliyatını...
Aslında Risale-i Nur külliyatı,
Bediüzzamanın Bedi-ül beyanı...
Beyanındaki güzelliğin en büyük kanıtı...

Cevami-ül Kelim

Her kişinin karı değildir...
Sözü uzatmadan,
Fakat anlatacaklarını da atlamadan,
Az bir kelimeyle sonuca ulaştırmak...
Laf kalabalığına girmeden,
Gereksiz olan hiçbir kelimeyi kullanmadan,
Az sözle çok şeyleri anlatmak...
Yani Cevami-ül Kelim olmak...
Peygamberimizin (s.a.v) takdir edilen,
Özenilen, fakat ona has bir ifade tarzı...
O (s.a.v) hem “Kavli leyyin,”
Hem de “Cevami-ül Kelim'”di...
Sözlerini yumuşacık söyler,
Kelimelerin sarp sokaklarına girmeden,
Az bir sözle, çok şeylerden bahsederdi...
Bu sıfatın bir tecellisi de,
Bediüzzamana verilmişti...
O da bazen bir satıra paragrafları,
Bir sayfaya bir kitabı dercederdi...
Bediüzzamanın üstadı peygamberdi...
İkisi de anlatacaklarını,
Aynı üslupla ifade ederlerdi...

Fahrüddeveran

Hoşlanmazdı o medihten, senadan,
“Ben kendimi beğenmiyorum”
“Beni beğenenleri de beğenmiyorum”
Deyişi bundandı...
“Şöhret kalbi öldüren,
Zehirli bir baldır” der,
Ve o baldan asla yemek istemezdi...
Fakat hazin bir tecelli...
Onu suçlamalarının sebebi hep...
Şöhretinden, beğenilişinden,
Her söylediğinin hak oluşundan,
Ve bu sebeple,
Kitleleri ardına sürükleyişinden ileri gelmişti...
Fakat ne kadar istemese de,
İnsanlar onu beğenmişti,
Hep de beğenecek, methedecekti...
Böylece O'na “Fahrüddeveran” denildi...
Yani zamanın en çok iftihar edileni...
Gerçekten o yazdıklarıyla,
Yaşadıklarıyla,
Yaptıklarıyla,
En çok iftihar edilmeyi hak edenlerdendi...

Mehdi-i Zaman

(Mehdi-i azam, Müceddid)

Her yüzyıl başında...
Yeryüzüne bir müceddid gelirdi...
Abdülkadir geylani,
İmam-ı Rabbani,
Mevlana Halidi...
Celaleddin-i Rumi...
Şeyh Nakşibendi ve daha niceleri...
Her biri kendi zamanının mehdisi...
Yani dini ihya edeni,
Ayağa kaldıranı,
Unutulanları hatırlatanı...
Ahirzamanın mehdisi de Bediiüzzamandı...
Fakat mehdilerin en büyüğü, en Azamı...
İlmen en üstün olanıydı...
Bediüzzaman Mehdi-i Azam...
İnsan...
İster kabul edip; “Baş göz üstüne” desin,
İster inad edip “İnanmam desin”...
Fakat, lakin değişmez mutlak doğru olan...
Çünkü bazı şeyleri değiştirmeye ya da,
Yok saymaya muktedir değildir Ademoğlu,
İnsanoğlu insan...

Mehdi İbnu Abdullah

Bediüzzamanın “Üstadım” dediği kişi;
Hazreti Ali Efendimiz Hazretleri...
Bir defasında şunları söylemişti:
“Kıyamet yakınında,”
“Katl, fitne, zarar, açlık, büyük harbler esnasında,”
“Sünnetlerin kalkıp yerini bid'atların aldığı bir hengamda,”
“Bedenin öldüğü gibi, kalplerin de öldüğü bir zamanda,”
“Şüphesiz evladımdan bir Zat çıkacak...”
“İşte Cenab-ı Erhamürrahimin.”
“Ölmüş, öldürülmüş sünnetleri,”
“Mehdi ibn-i Abdullah ile ihya edecek...”
“Onun adaleti ve bereketiyle,
“Mü'minlerin kalbleri ferhan olacak...”
Bu söylenenlerin her biri büyük bir müjdeydi...
Fakat dikkat çeken Hz. Alinin Mehdiye hitap şekliydi...
O, Mehdi'ye: “Mehdi İbnu Abdullah” demişti...
Bu da Abdullahın oğlu Mehdi demekti...
Hz. Ali, peygamberimizin babası olan Abdullahtan bahsetmekteydi...
Demek Bediüzzamanın bir ismine,
“Mehdi ibnu Abdullah” denmekteydi...
Hem Abdullahın oğluydu Bediüzaman,
Hem Hz. Alinin evladıydı Bediüzzaman...
 
Sahibüzzaman

“Ben bu zamanın sahibiyim”
“Sözü geçmeli biriyim”
Demedi...
Ona bu sıfatı, onu tasdik edenler verdi...
O Sahibüzzamandı işte...
Zamanın sahibiydi...
Çünkü “Neme lazım?”
“Başkası düşünsün” demedi...
Bu meyyit ifadeye aleminde yer vermedi...
Sahip çıktı ahirzamana,
Ahirzaman içinde yaşayan aciz insanlara...
Kabul gördü Rasulullah'tan ettiği,
İlim talebi...
“Susacaksın dediler” susmadı...
Soru sormadı ama soranı da hiç cevapsız bırakmadı...
Çekip gidebilirdi uzak diyarlara...
İnsanlığı aydınlatmak uğruna...
Bu kadar çileyi çekmeyebilirdi,
Gidebilirdi Mekke'ye,
Gidebilirdi Medine'ye....
Ama buraya gelirdi gene...
Olsaydı da Hicaz ellerinde...
Çünkü vazifeliydi...
Burasıydı hizmet yeri...
Türkünü, Kürdünü, Çerkezini...
Herbirini aynı sevdi...
Ve sahip çıktı aslında davasına...
“Davam” dedi de başka şey demedi...
“Davam” dedi de kale dibine düşmedi...
Ölüm bile onun samimiyetiyle geri çekildi...
“Davam” dedi...
Ve bu zamanın cahil ve çıplak kafasını,
İlmiyle giydirdi...
Zamanı sahiplenmedi...
Çünkü zaten O,
Bu zamanın sahibiydi...

kare-kare-bediuzzaman-foto_56398_2.jpgGaribüzzaman

Bir devrin çöküşüne,
Bir devrin dönüşümüne,
Osmanlıya,
Meşrutiyete,
Cumhuriyete,
Ve nice değişimlere şahit oldu gözleri...
Öyle bir zamanda gelmişti ki,
Ehlinde değildi işlerin hiç biri...
Buda beraberinde,
Zulmü, baskıyı ve gözyaşını getirmişti...
İnsanların sorgusuz yargılandığı,
Sudan sebeplerle yıllarca hapis yattığı,
Ses çıkaranın sesinin kısıldığı,
Haklının itilip, kakıldığı bir zamandı bu...
İstibdadın en şiddetli zamanıydı bu...
Bediüzzamanda bunlara maruz kalmıştı...
Sürgün, zulüm, tecrit, hapishane...
O da infaz ediliyordu boş sebeplerle...
Tam bir istibdat yaşıyordu Bediüzzaman...
Hem değil bir iki sene değil,
Zulüm yılları otuza ulaşıyordu...
Bediüzzaman da kendine,
“İstibdadın garibüzzamanı”yım dedi bu nedenle...
Garibüzzaman...
Zamanın en garip olanı demekti...
“Bu zorba ellerde garip kaldım” demekti...
O zamanın garibiydi...
Zülmedenlerin elinde,
Bir garip sevgiliydi...
Mazlumdu...
Suçsuzdu...
Kimsesizdi...
Zaman çok garipti...
Bediüzzamansa...
Zamanın garibiydi...

Yetimetüzzeman

Binlerce talebesi oldu yanıbaşında...
Kimi ona hizmet etti...
Kimi birlikte cezaevine girdi...
İçlerinde öyle halis olanlar vardı ki,
Ölüme onun yerine severek gitti...
Başında türlü hadiseler cereyan etti...
Kah oldu cephede savaştı,
Onlarca gönüllü talebeyle,
Kah oldu esir düştü düşman kuvvetlere...
Binlerce insan gördü, tanıdı...
Kimi çok sevdi Üstadını,
Kimi makam dedi, rütbe dedi...
Hiçe saydı o büyük insanı...
Üzdüler, İncittiler...
Nice tarassutlar, nice gözaltları...
Ve ardından akan nice gözyaşları..
Tüm bunlar tamamdı da...
O aslında bunlardan çok uzaktı...
Çünkü karşısında müthiş bir yangın vardı...
Tutuşmuş yanıyordu içinde imanı...
Yolda biri onu kösteklemek istemiş de,
Ayağı ona takılmıştı...
Bunların ne ehemmiyeti vardı...
O, hedefine odaklanmıştı...
İşte bu sebeple, kalabalıklar içinde yalnız kalmıştı...
İşte bu sebeple, diğerlerinden ayrılmıştı...
Fikri ayrıydı...
Amacı ayrıydı...
Herkesin derdi dünya iken,
O Ukbayla donanmıştı...
İşte bu sebeple yalnızdı...
Yetimetüzzemandı...
Zamanının yalnızıydı...
Bir tek Allah'a dayanmıştı...
Bir tek Allah'ı vardı...

Bid'atüzzaman

Ademoğlu,
Kendi varlığından çok,
Zaman içinde ortaya çıkan şeylerle uğraştı...
Ateşin bulunmasını,
Yazının bulunmasını,
Tekerleğin icadını...
Hepsini bir devrin kapanıp,
Diğerinin başlaması için bir sebep saydı...
Bir şehrin fethi,
Bir devrin kapanmasına,
Bir ınkılabın gerçekleşmesi,
İnsanların çağ atlamasına,
Gelişen bir teknoloji,
İnsanlar arasındaki bağların,
Tamamen farklılaşmasına yetiyordu...
Buna Osmanlıca'da,
Bid'atüzzaman deniyordu...
Yani zamanı içinde oraya çıkan harikulade şey...
Zamanın acip ve garibi anlamına geliyordu...
Bediüzzamanda böyle bir harikuladelikle,
Adeta zamanın akış yönünü değiştiren,
Zamanı içinde ortaya çıkan harika bir şeydi...
Bid'atüzzamandı...
Öyle ki,
Bir devri kapattı...
Diğerini başlattı...
Giden zulmet devrine herkes el salladı,
Bu gidişten herkes memnun kaldı...
Çünkü gelen Nur Çağıydı...
Ve herkes yeni çağı sevinçle karşıladı...

Ehul Acaip

Acip insan her zaman ilgi çeker...
İnsan farklı bakar vesselam,
Kendi gibi olmayana,
Kendi gibi konuşmayana,
Kendi gibi düşünüp,
Kendi gibi bakmayana...
Böyle muamele görmüş Bediüzzaman'da...
“Bizden değil O,
“Bizim gibi değil yaşayışı,”
“Bizim gibi değil hayata bakışı...”
Denilerek ayrı tutulmuş...
Aslında bu farklılık,
Onun özünde vardı...
Yaratılışında vardı...
Acip ilimler verilmişti ona...
Garip ilimlere sahipti...
Zaten şaşılacak şeylerin ehliydi O...
Ehul Acaip'ti O...
Böyle olmasaydı...
Bedizzaman olmazdı...
Farklı ilimleri açıklamasaydı...
Herkes gibi biri olur,
Diğer ulemadan ayrı tutulmazdı...
O içimizden biriydi...
Fakat aynı zamanda,
Bilmediğimiz çok acip ilimlerin de ehliydi...
Bu sebeple Ehul Acaip'ti...

kare-kare-bediuzzaman-foto_56398_14.jpgİbnü Ammil Garaib

“Amcasıoğluyum garip şeylerin” derdi...
Yani şaşılacak şey nerdeyse,
Bir akrabalığı vardı onunla Bediüzzamanın...
“Ya da gariplikle akarabayım” demek istiyordu belki de...
“Elbisem garip,”
“Yediğim garip,”
“İçtiğim garip,”
“Yattığım garip...”
Bediüzaman bir garip insandı işte...
Maddiyattan çok uzak,
Çok sade bir hayatı vardı...
Hayatı maneviyat yönünde olunca da,
Bizler tarafından yanlış anlaşıldı...
Farklı sanıldı...
Amaçları çarpıtıldı...
Halbuki onun maddiyatla işi olmazdı...
Bu nedenle peygamberi gibi...
Çok sade bir hayat yaşamıştı...
Garipliğin akrabası olmuş,
Onu kendisine amcaoğlu yapmıştı...

Ceride-i Seyyare

Seyyar bir satıcı,
Gezer günler boyu, sokak sokak...
O da yetmez, şehri değiştirir...
O da yetmez, ülkeyi...
Ya bir şeyler satar,
Ya bir şeyler arar seyyar kişi...
Ya da birşeyler arayanın,
Kapısına geliverir bir anda...
Bazısı da seyyarlığa zorlanır...
Tıpkı Bediüzzaman gibi...
Sürgünlere yollanır diyar diyar...
Şehir şehir gezdirilir...
O da yetmez hapislere gönderilir...
Ne var ki, seyyar gezenin...
Hiçbir şeyi olmaz yanında,
Ufak tefek ihtiyaç malzemesi dışında...
Tıpkı Bediüzzamanın sepetine benzer onunki de...
İçinde bir ibrik, bir havlu, bir seccade...
Belki kırık bir kaşık,
Bir çift çorap ve bir fanila belki de...
Dahası yok...
Bazen bunlar bile yok...
Bütün yükü o ufak sepetin içinde sanılır...
Fakat asıl taşıdığı ilim zihninde...
Bu sebeple gezen bir gazete gibi...
Ceride-i Seyyare gibi...
Güneş etrafında dolaşan bir yıldız gibi...
Bütün ülkeyi dolaşmış bir şekilde...
Alan memnun, satan memnunmuş...
Arayan da bulmuş...
Aranan da bulunmuş böylelikle...

Şah-ı Merdan

Onun hakkında yazılı belge yok pek fazla...
Ya bir arz-ı meram dilekçesi,
Ya bir tutuklu ifadesi bırakmış arkasında...
Ona ait izler var bu kağıtlarda,
Az da olsa...
Bir madeni mührü var mesela bilinen...
Darul Hikmetil İslamiye azasıyken..
Bunu kullanmış Bediüzzaman,
İmzasının yanında...
Mühre kazınanlar şöyle sırayla:
Mirza, Nuriye, Şah-ı Merdan, Bediüzzaman...
Mirza; Babasına...
Nuriye; Annesine...
Şah-ı Merdan; Hz. Ali'ye...
Bediüzzaman da kendisine işaret etmekte...
En dikkat çeken lafız “Şah-ı Merdan” belki de...
Mertlerin Şahı demek...
Onun üstünde bir mert daha bulunmaz demek...
Babam Mirza,
Annem Nuriye,
Şahım, Üstadım, Hz. Ali demek...
O Hz. Ali ki,
Daha on iki yaşındayken müslüman olmakla,
Nasıl bir gönül taşıdığını cümle aleme ıspat etmişti...
Savaşlarda en önde gitmiş,
Eline geçeni, İslam yolunda sarf etmişti...
Hz. Fatımanın eşiydi...
Peygamberin göz bebeği ona emanet edilmişti...
Demek ona mertlerin şahı denilmesi,
Az bile gelirdi...
Bediüzzaman da böyle bir Üstada sahipti...
Mana aleminde daima görüşürlerdi...
Bu güzel lakap ona Hz. Ali'den devredilmişti...
Demek, Bediüzzaman da Hz. Ali gibi...
Mertlikte Şahlığa erişenlerdendi...

Kur’an Dellalı

Gül bülbülsüz anılmaz...
Bülbül olacakki bir bağda,
Gülün şahane güzelliğini anlatsın,
Duyursun bütün cihan varlıklarına...
Çünkü bülbül Gül'ü anlamıştır bir kere...
Donanmıştır tüm ruhu bu güzellikle...
Kendi görmüş ya güzel ve iyi olanı,
Herkese bunu ilan etmeyi vazife bilmiş kendine...
Kur'an bağında da Güller yetişir her demde...
İhtiyaç duyulur böylelikle...
O gülleri ilan edecek Bülbüllere...
O bülbüllerden biridir işte Üstad hazretleri de...
Kur'anın güzelliğini ilan eder tüm aleme...
Yani Kur'an dellalıdır kendi tabiriyle...
Kur'an'a davet eder insanlığı,
Kur'an hakikatleriyle açar,
Paslanmış kulakları...
Açar paslı gözbebeklerini...
Açar gül'ü farketmeyen,
Paslanmış gönülleri...

Eski Said
(1878 - 1926)

Bediüzzaman önceleri,
Siyaset ve sosyal hayatın içindeydi..
Amacı gelişen olaylara,
İslamiyet adına yön vermekti...
Bu nedenle her fikir akımı içinde,
Fikirlerini beyan etmişti..
Bu döneme Eski Said diyordu kendisi...
Olaylar karşısında fikrini,
Korkusuzca dile getirir,
Daraağacı gösterenlere gülüp geçer,
Ölüme yoldaş olup,
Cephelerde savaşır,
Gerektiğinde esir düşer,
Gerektiğinde eser, gürlerdi...
Günde sekiz gazete okur,
Gündemi yakından takip ederdi...
Fakat bir zaman geldi...
İç aleminde büyük bir değişim yaşadı...
Yani eski Said dönemi kapanıp,
Yeni Said dönemi başladı...

Yeni Said
(1926 - 1950)

Yeni said dönemi eskisinden çok farklıydı...
Adeta dünyayı terk etmenin diğer adıydı...
Bu dönemde Bediüzzaman,
Herşeyden uzaklaşmış,
Siyasetten Allah'a sığınmış,
Tüm resmi görevlerini bırakıp,
Van'da Erek dağına çıkmıştı...
Yeni Said Döneminde Bediüzzaman,
Radyoyu dinlememiş,
Otuz yılda tek bir gazete okumamış,
Siyaset hakkında fikir beyan etmemişti...
Dünyada daha önemli şeyler var diyordu...
İman ve Kur'an hizmeti...
Yeni Said dönemi,
Risalelerin yazıldığı,
Elle çoğaltıldığı,
Nur tohumlarının ekildiği,
Onlarca talebenin yetiştiği,
Bediüzzamanın ilahi vazifesini tamamlayıp,
İnsanlığa Nur külliyatını hediye ettiği dönemdi...

Üçüncü Said
(1950 - 1960)

Bu dönem telifin tamamlanıp,
Neşriyatın başladığı,
Eserlerinin Tab edilip çoğaltıldığı dönemdi...
Ayrıca sürgünlerin, tarassutların, hapishanelerin,
Daha bir şiddetlendiği dönemdi...
Ne var ki bu,
Talebelerin binleri bulmasını temin etti..
Nurlar yetişti,
Nurcular yetişti...
Ve üç Said dönemi de gerekliydi,
Ayrım kabul etmez hiç biri...
Çünkü bu üç tarz ve metod değişikliğini,
Zamanın zemin ve şartları gerektirmişti...

Bediüzzamanın isimleri

O Vahidu asrihi...
Asrın tek güzelliği,
O Feridü dehrihi...
Asrın bir tanesi,
O son müceddidi din,
O asrın manevi tabibi,
Çağın müfessiri,
Yaratılış itibariyle,
Nadire-i hilkatti...
Bir bahr-i umman gibi,
Sarmıştı tüm alemi,
Zulmetin nuruydu,
Hidayet serdarıydı...
Fatinülasrdı...
Fahrüddeverandı...
Sahibüzzamandı,
Yetimetüzzamandı
Garibüzzamandı...
O herşeyden öte Bediüzzamandı...
Beklenendi,
Özlenendi,
Sevilendi,
İnsanın sessiz çığlığına ses verendi...
Karanlığa Nur'u getiren,
Kararmış gönüllerimize ışık dolu bir nefesti...
O, İnsanlığı kurtarmaya,
Cennetten inen El'di...
O, anlatmaya kelimelerin yetmediğiydi...
O, biricik Üstadımız,
Bediüzzaman Said Nursi'ydi...

Kaynaklar:
1 İhsan Atasoy Nur'un büyük kumandanı Zübeyir Gündüzalp
2 Bediüzzaman Tarihçe-i Hayat (İlk Hayatı)
3 Necmeddin şahiner Son şahitler 1-2-3
4 www.osmanlicasozluk.net
5 M. Latif Salihoğlu Yeni Asya Üstadın isim, imza, mühür ve unvanları
makalesi 2003
6 Ahmet Feyzi Kul Maidetül Kur'an Risalesi

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
16 Yorum