Bediüzzaman’ın Gönül Dünyasına Seyahat Etmek

Halk Partisinin bazı mensuplarının dini yıkmak için çalıştığı karanlık, kapkaranlık günler. Dört kıta yedi iklimde Kur’an’ın bayraktarlığını yapan şanlı ecdadın izlerini silmek, din adına ne varsa tahrip etmek için şer faaliyetlerin tatbik edildiği talihsiz bir zaman.

Kastamonu’da yol çalışması, park yapılması bahanesiyle tekkeler, türbeler, mübarek dergahlar kendilerini yıkılmaktan kurtaramıyorlar. Bu bedbahtlığa imza atan kişinin adı: Vali Avni Doğan.

Tarikat hizmetiyle, yıllarca Ümmet-i Muhammedi fazilet ve kemalât vadilerine kamçılayıp kâmil mü’min olmalarına çalışan bir mübarek aileye mensup Hilmi Sema Bey’in bu yapılanlar karşısında çoktan sabrı tükenmiş, bıçak kemiğe dayanmıştı. Ve Hilmi Bey kararını vermişti, Avni Doğan’ı öldürecek, artık ona “dur!” diyecekti.

Silahını temin etmiş, bu düşünceler içinde çarşıda yürürken yolu Bediüzzaman’ın kaldığı, altı odunluk üstü iki odalı evin önüne düşer. Hayatındaki büyük bir değişimin başlangıcını yaşadığının farkında değildir. Bediüzzaman onu çağırır ve yazması için Tahmidiye Duasını verir. O gece sabaha kadar o kudsî dua mecmuasını yazan Hilmi Bey, noktayı koyduğunda değil adam öldürmek, bir karıncaya bile zarar verecek halde değildir. Duanın tesiriyle valiyi öldürmekten vazgeçer; Bediüzzaman’ın şefkat cazibesine kapılmıştır artık.

Bir devlet adamını öldürmekten Bediüzzaman Hazretlerinin himmetiyle kıl payı kurtulan Hilmi Bey, sırf isminin benzerliğinden bir başka devlet adamının zarar görmesine de mani olur.

Zamanın İçişleri Bakanı ve sonraları Halk Partisi Genel Sekreteri olan Hilmi Uran, adeta Hilmi Sema Bey’in şefaatiyle Bediüzzaman’ın bedduasından kurtulur. Bediüzzaman, adı geçen devlet adamına yazdığı mektuplardan birinde “Zulmen bütün hukuk-u medeniyeden ve insaniyeden ve yaşamak hakkından mahrum edilen Said Nursî” şeklinde imza atıyor, bir başka mektubunda da ona şöyle diyordu:

“Hilmi Bey! Tâliin var. Ben hapiste ve burada iken hakkımda seni merhametsiz gördüm. Ne vakit hiddet ettim, bedduayı niyet ettim, Hilmi Bey namında benim bir kardeşim ve Nurun has bir şakirdini her vakit hayırlı duamda ismiyle zikrettiğimden, sana beddua niyet ederken, bu hayırlı duaya mazhar Hilmi Bey ismi adeta şefaatçi oldu, beni menetti; ben de, o niyetten vazgeçtim.”

Ne ince ruh… Ne güzel bir gönül… Ne yüce bir insan…

Hilmi adındaki bir talebesine hürmeten, bedduaya müstahak bir başka Hilmi’yi affeden; Rumlara esir düştüğünde Kosturma’da kaldığı günlerde iki ihtiyar Tatar kadınların yardımlarından dolayı, kendisine zehir veren Afyon Savcısı Tatar olduğu için hakkını helâl eden, “Cehennemin azaplarını çekeceğimi bilsem ondan hak talep etmeyeceğim” diyen; ısınamadığı için boşaltılan 60 kişilik koğuşa tek başına atıldığında, zulmün her türlüsünü yaşadığı için, tahammül edecek hali kalmayınca ellerini kaldırıp, sebep olan savcıya beddua edip, ahı arşı titreteceği sırada, dışarıda oynamakta olan üç yaşındaki kız çocuğunun savcının kızı olduğunu anlayınca ellerini indiren ulvi bir gönül sahibiydi, şefkat kahramanıydı, muhabbet fedaisiydi.

Bir günde arabada giderken, yol kenarında bekleyen subaylara iki eliyle selâm verince, onlar süratle yüzlerini çevirirler. Bu soğuk harekete karşı o büyük zât, kalbi husumet denilen duyguyu tatmamış o gönül insanı, bu sefer de arabanın arka camından, onların yüzlerine tebessüm ederek selâmlamaya devam ediyordu.

Talebelerinden Abdullah Yeğin anlatıyor:

“Emirdağ’da Samsun Mahkemesi için rapor almak icap etmişti. Oranın hükümet tabibini halk mason biliyordu. Hem de bu doktor, Üstadın aleyhindeydi. Rapor vermesi de ihtimalden değildi. Öyle iken, Üstad onun müracaatını kabul etti ve doktoru eve davet ettik. Üstadın hakikaten hasta olduğunu, bir görüşmek iyi olacağını, daha ne söylendi bilmiyorum. Üstadımız yatıyordu. Doktor geldi. Onunla bir müddet yalnız görüştü. Sonradan öğrendiğimize göre, ona Üstadımız, başına neler geldiğini, esas gayesinin ne olduğunu anlatmış. Hakikaten hasta olduğunu, rapor alması lâzım geldiğini söylüyor ve diyor ki: ‘Sen bana rapor verme, Eskişehir’e havale et. Sana bir zarar gelmesin’ diyor. Ve Hüccetü’z-Zehra kitabını vererek, namaz kılmasını tavsiye ediyor. Doktor evden çıkarken ‘Biz Hoca Efendiyi bilememişiz, hakikaten tanıyamamışız!... Şimdi namaz kılmakla borçlandım.’ diyerek gitmişti.”

Bediüzzaman, Denizli’deyken yanına Haydar Özarslan isimli bir sara hastasını getirirler ve muska yazmasını teklif ederler; “Biz muska vesaire yapmayız. Yalnız ben sana dua edeyim,  sen de bu duaya ‘amin’ de. Belki Allah şifa verir.” der ve ellerini açarak şu duayı yapar: “Ya Rabbi! Bu kulun zayıf, dayanamıyor. Bunun hastalığını bana ver. Bu adama şifa ver!” Bu duadan sonra o hastada saranın eseri kalmaz, şifa bulur.

Kendisinin aleyhinde olan doktorun zarar görmesine razı olamayan bir gönül… Çektiği hastalıklar, takat getirilmez musibetler yetmezmiş gibi bir sara hastasının hastalığını üzerine almak için dua eden bir gönül… İşte bu, Bediüzzaman’ın gönül dünyası…

Birkaç örnek eşliğinde, birkaç adımda olsa o dünyada seyahat etmek, ne büyük bahtiyarlık. O dünyanın her anında bir kemalât hazinesi bulmak mümkün.

Onu tanıyan, gönül dünyasına seyahat edenlere ne mutlu… Onun nuruyla nurlanıp, âlemi şefkatle, muhabbetle, adaletle dolduranlara ne mutlu… Ne mutlu onlara…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.