Bediüzzaman’ın duyarlılığı (2)

Bediüzzaman, Sibirya sürgünü dönüşünde, yani kendi deyimiyle “Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları” çok kolaylıkla bitirdiği esrarengiz kaçış serüveninden, esir düştüğü 19 Şubat1916 tarihinden itibaren tam iki yıl dört ay dört gün sonra İstanbul’daydı.

Gelişini gazeteler haber vermişti. Onu belki de ilk önce Harbiye Nazırı Enver Paşa davet etmişti. Bir kahraman olarak karşılamıştı. Enver Paşa, “Bu Hocayı görüyor musunuz? Doğudaki savaşlarda Rus Kazaklarına karşı koyan, bu Hocadır işte!” diyerek, ordu mensuplarına tanıtmıştı Bediüzzaman’ı. Bu yorucu ve sıkıcı sürgünden sonra İstanbul tam bir gelecekti Bediüzzaman için. Mahreç unvanı verilmekle İstanbul, devlet büyükleriyle de bu kahraman Hocanın hizmetindeydi deyim yerindeyse.

İstanbul onun yoluna halı sermiş olsun, o başka düşüncelerin, başka duyguların, başka hesapların ve belki de başka duyarlılıkların tam arifesindeydi. Belki de bir yol ayırımındaydı. Eski Said ile Yeni Said’in ayrıldığı yol kavşağındaydı. Eski Said’in gülmelerinin yeni Said’in ağlamalarına dönüştüğü bir zamandaydı. Dostlarının farkında olmadığı ruhi bir değişim yaşıyordu. Darü’l-Hikmet’teki görevini ancak dostlarının ısrarıyla yapabiliyordu. Kırk üç gibi olgun bir yaşlardaydı Bediüzzaman. Ama ruhi fırtınalarının yüzünden belki, bu onurlu görevde iken bile sık sık rahatsızlanıyordu; hava değişimine ayrılması da bu yüzdendi. Bazen Yuşa tepesinde ve bazen Çamlıca’da nefesleniyordu. Yıl 1919’du. Yoğun bir sıkıntı içindeydi. Kendini karanlıklar içinde görüyordu. İçinde bulunduğu bu psikolojide bir nur arıyordu. Tam bu sırada gündüz gibi aşikâr o meşhur rüyayı da gördü.

İstanbul işgal edilmişti İngilizlerce. Bu onu daha da üzüyordu. Kendi elem ve acılarına dayanabiliyordu. Müslümanların çektikleri ise onu çok çok üzüyordu; onlara tahammül edemiyordu işte. Ama yine de bir ışık görüyordu; acılarını bu ümit unutturuyordu ona bir nebze de olsa.

Derken, Ankara’daki dostları, kurulmakta olan devlet erkânı da çağırıyordu Bediüzzaman’ı eski Said sanarak. Israrları üzerine Ankara’ya gitti gerçi. Gitti gitmesine, belki de ayağının tozuyla ilk yaptığı iş Ankara kalesine çıkmak oldu. Oradan yalnızca Ankara’ya değil, Ankara’nın daha gerisine, kendisine, kendi hayat serüvenine baktı. Güz mevsiminde Ankara’yı kendisinden daha ihtiyarlamış, daha yıpranmış, daha eskimiş gördü. Bu çökmüş kale, taşlaşmış olayların bir yığınıydı. Şimdi her zerresinden hüzün damlayan bu kalenin üzerinde oturuyordu; geçmiş o acıklı serüvenlere yalnız Bediüzzaman değil, bu kale de ağlıyordu.  

Henüz hayatının yeni Said döneminin başlarındaydı. Ömrünün kırk beş yılı geride kalmıştı şimdi. Güz mevsiminde, tam olgun yaşta olmasına rağmen, kendini bir ihtiyar olarak görüyordu. Kale de, insanlık da, Osmanlı Devleti de ve dünya da ihtiyardı. Nereye bakmışsa her şey ona dişleri sökülmüş, yüz derisi pörsümüş ve iki büklüm olmuş bir ihtiyar görünmüştü. Senenin ihtiyarlığına ramak kaldığı güz mevsiminde bu kaleden, geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktı. Acı üstüne acılar çekti ve ayrılık üstüne ayrılıklar gördü; başı döndü. Ne İstanbul’un sunduğu ve ne de Ankara’nın sunmak üzere olduğu gelecek, onun bu acılarına, bu ayrılıklarına ve bu gurbetlerine merhem olabildiğini ve olacağını bizzat görerek, en koyu hüznün içinde kendini bulmuştu.

İçi lime lime eden bir hüzün, bir gariplik, bir yalnızlık, yüreğini burkan bir acayip duygu ve dayanaktan yoksun bir tuhaf boşluk içinde Ankara ve vatanı değil yalnızca, bütün dünya ve kâinat zifiri karanlığa gömülmüştü sanki. Bir ışık huzmesi bile göremiyordu. Böyle bir anda ne yapabilirdi insan? Asrın Adamı Bediüzzaman, bütün ümitlerin kesildiği bu demde bir nur, bir ışık, bir teselli, bir rica arıyordu işte içini nura boğacak ve rahatlatacak. Böyle bir anda insana en çok gereken, koyu yalnızlığını gideren bir teselli, bir ümit ışığıydı ancak.

Şeş cihetten medet bekliyordu; hiç olmazsa bir küçük huzmecik gelir diye. Şöyle bir geçmişe baktı; orada ilk gözüne çarpan en yakınları ile bütün geçmişlerinin mezarı oldu. Aldığı teselli değil, bütün vücudunu baştanbaşa saran bir ürküntüydü. Geleceğe baktı, kendisinin ve yaşıtlarının mezarını gördü; dehşete kapıldı. Sağdan ve soldan acılarına, karanlığına ve garip haline yarayacak bir şey göremeyince önüne baktı. Bu kez kendi mezarını, bir canavar ağzı gibi onu bekler gördü. Her yer kendi tabutu kesilmişti. Yukarıya kaldırdı başını; ömür ağacının en uç noktada devşirebileceği bir meyve vardı sadece; o da kendi cenazesiydi. Ümitsizliği daha da koyulaştı ve içine kocaman bir taş gibi oturdu. Aşağısına, ömür ağacının köküne baktı; yaratıldığı toprağa öylesine karışmıştı ki kendi kemiklerinin, Hz. Âdem’den beri gelip geçmiş insanların ayakları altında çiğnendiğini görüyordu. Çaresiz arkasına baktı; içinde bulunduğu dünya ve kâinat bir hiçliğe doğru süratle yuvarlandığını gördü. Bir teselli, bir rahatlama, bir ümit ışığı görmek yerine, içinde bulunduğu karanlık daha da koyulaştı, nefes alamayacak bir hal aldı. Dertten kurtulmayı beklerken daha büyük dertlere düştü.

Bir çıkış yolu arıyordu bu zifiri karanlıktan ve bu belirsizlikten. Aksine çıldırmamak elde değildi. İnsan somut bir varlık değildi ki! Aklı ve kalbi vardı her şeyden önce, ebede uzayan duyguları, latifeleri… Biraza değil, çoğa, sonsuza ancak razı olabilirdi. Şimdi Bediüzzaman, eli kolu bağlıydı ve yaşadığı psikoloji ile karanlıklar içindeydi bu kalede; yalnız başınaydı dostlarından uzakta, ümidine bir ışık da yoktu. Güçsüzdü, çaresizdi.

Yokladı kendisini Bediüzzaman. Bir zayıf iradesi vardı ki, onun oracıkta aciz düştüğünü görüyordu; yaptırım gücü yoktu çünkü. Elinde tek bir silahtı iradesi; ama düşmanlarına, ümitsizliklerine, karanlıklarına ve acı elemlerine karşı koyamadığını açık açık görüyordu. Bütün yollar kapalıydı ona. Geçmişten gelen hüzünlere mi, geleceğe ilişkin korkulara mı bir merhem olacaktı, heyhat! Oracıkta gördü Asrın Adamı iradesinin fazla bir şeye yaramadığını; tam aksine eline ve ayağına bulaşan bir engel, bir oyalayıcı olduğunu. Aklı da uçup gitmişti başından.

“Şeş cihetten” gelen dehşet, vahşet ve karanlıktı yalnızca. Çırpınıyordu çaresizlik içinde. Ama yine de bir ışık, bir teselli arıyordu. İnsandı her şeyden önce. Tam bir acizlik içinde aradıktan sonra, aradığı teselliyi bulurdu er geç. Buna inanıyordu kesinlikle. Böyle bir nur imdadına yetişmezse, yaşadığının ve yaşayacağının ne anlamı olurdu? Evet, yaratılışının bir anlamı kalır mıydı? İnsan yaratılmışsa ve insan arıyorsa bir çıkış yolunu bulması an meselesiydi. Her acının sonunda rahatlık vardı elbette; gecenin arkasında gündüzün, kış mevsiminin arkasında yaz mevsiminin geldiği gibi. Böyle bir çıkış yolu yoksa, kâinatta var olan her şey, ulvi sanatlar, orada burada gözüken parıltılar bütünüyle anlamsız kalırdı. Mükemmel bir sanat varsa, bir düzen, bir nizam, bir büyük oluşum varsa, mutlaka bir çıkış yolu olmalıydı ve vardı da. Buna inanıyordu Asrın Adamı. 

Duyarlılığın zirvesindeydi bu kalede şimdi Asrın Adamı. Çıkış yolu vardı elbette. İçindeydi ve çağları geçip ta bulunduğumuz çağa kadar gelen ilahi mesajlarla dolu Kur’an’daydı beklediği teselli. Kur’an bir büyük gökyüzü göründü ona, orada parlayan iman nurları geçmişini, geleceğini ve “şeş cihet”ini ışıtıyordu. Her şeyi ayan beyan gösteriyordu. “Şeş cihet” yollarının üzerinde bulunan bütün canavarlar, birer sevimli yaratığa dönüyorlardı. İman ona biraz öncekinden çok değişik bir gözlük takmıştı gözlerine. Onunla nereye bakarsa her şey canlanıyordu adeta, konuşuyordu, ona teselli veriyordu. “Korkulacak bir şey yok” diyorlardı bütün varlıklar. Her tarafta bir bayram vardı, bir cümbüş, bir şehrayin. Hani geçmiş zaman bir mezar gözükmüştü ona ya; o bütün dostların toplandığı bir yer oldu şimdi. Gelecek zaman onun bir mezarıydı ya; orası cennetlere uzanan bir görkemli kapı oldu şimdi. Bir tabut şeklinde düşündüğü şimdiki anı da artık panayır olan geniş zamana dönüştü. Ömür ağacının uç noktasında gördüğü tek meyve olan cenazesi değil, yıldızlarda, güneş sisteminde ve galaksiler arası gezintiye çıkacak ruhuydu artık. Kemikleriyle çiğnenmiş olduğunu gördüğü toprak artık cennetlerin üzerinde bir perdeydi sadece. Kırk beş yıllık son derece hareketli bir serüvenle geldiği bu noktadan geleceğe uzanan bu yol, öyle hiçliğe, yokluğa değil, varlığa, ebedi mutluluğa giden bir yoldu artık.

İman ve bütün ümidini bağladığı Allah, bütün acılarına, bütün ayrılıklarına, bütün gurbetlerine, bütün özlemlerine bir merhem olduğu gibi, üzerinde belki de saatlerce oturduğu bu ihtiyarlamış kaleyi de canlandırdı. Kendisi de hayata karşı yeni yepyeni bir ümitle doldu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum