Bediüzzaman'dan eğitim için altın prensipler

Bediüzzaman'dan eğitim için altın prensipler

Risale-i Nur’un çağımızda her kesimde geniş bir rağbet ve kabul görmesinin önemli bir sırrı, fikir hürriyeti ve aklî muhakeme zemininde telif edilmiş olmasıdır

Prof. Dr. Yunus Çengel'in yazısı:

Etkin Eğitim ve Zihnî Gelişim İçin Gerekli Zemin:
Hürriyet Ortamı, Muhakeme Kültürü/Eleştirel Bakış ve Zamanın Değerleri

Türkiye’de ezberci yaklaşıma dayalı olan eğitim sistemi büyük etapta iflas etmiştir ve yeni arayışlar sürmektedir. Mevcut sistemin çıkmazı dayatmacı olması,  fikirlerin serbestçe ifade edilebildiği ortamdan yoksunluk, sağlıklı tartışma ve muhakeme kültürünü geliştirecek vasatın sağlanamaması, değişime ayak uyduramaması ve gerçek hayattan kopukluktur.

Milli eğitim sistemimizin gayesi öyle görülüyor ki bir torna atölyesi gibi genç beyinleri törpüleyerek belli bir düşünce kalıbına sokmak ve beyinleri adeta iğdiş ederek insanları robotlaştırmaktır. Onları idaresi kolay, insiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten yoksun, bir varlık gösteremeyen,  itaatkar bireyler haline getirmektir. Bu açıdan bakılınca, mevcut sistem, hedeflerine ulaşma konusunda oldukça başarılıdır. Ancak ülkenin zihnen çoraklaşmasını ve fakirleşmesini netice veren bu sistem, insanların uyandığı ve dünya ile bütünleştiği bir ortamda sürdürülebilir değildir ve değişim kaçınılmazdır.

Sorgulama melekesinden soyutlanmış teslimiyetçi düşünce tarzı sadece resmi kurumlar tarafından değil, dini konularda kanaat önderi kabul edilen birçok kişilerce de teşvik edilmektedir. Örneğin akıl ve vahiy birbiriyle kavgalı olarak sunulmakta ve kişiler ikisinden birini tercih etme durumunda bırakılmaktadır. Adeta dinden çıkmamanın yolu akla sırtını dönüp vahye – daha doğrusu vahyi temsil ettiğini iddia eden ve vahyi kendi anlayışlarına göre yorumluyanlara – teslim olmak olarak sunulmaktadır. Yani din de bir tahakküm vasıtası olarak kullanılmaktadır. Din ve devlet kaynaklı bu iki boğucu teslimiyetçilik akımı arasında kalan bireyler adeta bunalmakta ve bu da zihnî gelişimi olumsuz etkilemektedir. Zihni gelişime uygun olmayan bir ortamda ise etkin eğitimden bahsetmek abestir.

Bediüzzaman Said Nursi bütün bu olumsuz etkilerden kendini arındırmış bir şahsiyettir. Kendisi her türlü tahakkümün kapısını kapatıp hürriyet ve akıl gibi insanlık izzetine layık değerleri ön plana çıkararak insanların en üst seviye gelişmişliğe yükselmesi için kapıları sonuna kadar açmıştır. Vahiy ile aklın nasıl bağdaştığı, hatta birbirlerine nasıl destek oldukları konusunda Risale-i Nur külliyatı bir delildir. Hatta denebilir ki Risale-i Nur’daki bütün meseleler muhakeme değirmeninde öğütülüp akıl süzgecinden geçtikten sonra külliyata girmiştir.  Bu da tam bir fikir özgürlüğü zemininde yapılmıştır. Risale-i Nur’un zamanın anlayışına uygun bu yaklaşımı, eğitimde gönüllülük esaslı adeta yeni bir ekol başlatmıştır ve on yıllardır başarıyla uygulanmaktadır. Aklen ve kalben gelişimi netice veren ve etkisini bireylerdeki davranış değişimiyle kendini gösteren bu yaklaşım, her zaman daha iyisinin arayışı içinde olan eğitim sistemleri için dikkate almaya değer bir model oluşturmaktadır.

ZAMANIN HÜKMÜ VE BEDİÜZZAMAN

İnsanlık da bir insan gibi değişik aşamalardan geçmekte ve olgunluğa doğru yol almaktadır. Vahşilikten başlayıp kölelikle devam eden bu gelişim süreci günümüzde bireyi esas alan kişisel hak ve hürriyetlerde karar kılmıştır. Bu hürriyet asrının temel özelliği, serbestliğin esas yasakların ise istisna olmasıdır. Devlet yönetimleri de gerçek adaleti tesis ve bu hak ve hürriyetleri en geniş manada temin edecek şekilde yeniden yapılandırılmış ve toplumların ortak iradesinin bir yansıması olan kamuoyunun hükmettiği demokratik şekillere dönüşmüştür. Değişimler her zaman dirençle karşılaşmış ve bu direncin bayraktarlığını genellikle muhafazakar ve dindar çevreler yapmıştır. 
Modern çağın önde gelen ideolog ve din alimlerinden olan Bediüzzaman Said Nursi ise direnmek şöyle dursun zamanın hükmü ve yükselen değerleri doğrultusunda değişimin öncülüğünü yapmıştır.

Her değişim dalgası insanların kontrolü dışında kendi değerler sepetiyle beraber gelir ve miadı dolmuş eski değerleri tedavülden kaldırır. Bediüzzaman yükselen değerleri çok iyi okumuş ve değişim rüzgarlarını karşısına değil arkasına almıştır. Bediüzzaman, geçmişi geleceğe taşıma gayretlerini imkansızı taleb olarak görmüş ve genel akıma karşı hareket edenlerin yok olup silineceğini ifade etmiştir. Bediüzzaman nereden gelirse gelsin ve ismi ne olursa olsun her türlü istibdata karşı çıkmış ve Osmalı’nın son döneminde istişareyi esas alıp halkın yönetime katılımını sağlayan meşrutiyet ve kişisel hak ve özgürlükleri garanti altına alan anayasanın ilanı gibi hürriyet ve demokrasiye doğru atılan her adımı desteklemiştir. Bediüzzaman olaylara her zaman gerçek bir realist olarak yaklaşmıştır. Zamanı ve değişen şartları doğru algılamış ve hareketlerini hayale değil gerçek zaman ve zemine bina etmiştir.    

Dünyada her şeyin bir ömrü vardır, değişmez gibi görülen bazı doğruların bile. Her yeni çağ kendi değerler sepetiyle beraber gelir ve miadı dolmuş eski değerleri tedavülden kaldırır. Bunu görmemek ve hala eski değerlerle iş görmeye kalkmak çağdışılıktır ve bunun neticesi de gerilik ve çağdaş dünyadan kopmaktır. Bir zamanlar geçerli olmuş doğruları – dindeki teferruata dair hükümler dahil – değişmez doğrular kabul edip onlara sıkı sıkıya sarılmak cahilliktir, ezberciliktir ve akıl yoksunluğudur. “Mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünki fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'an fer'î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.”[1]

Yaratılışta hareket ve değişim esastır ve kainatta atomaltı parçacıklardan galaksilere kadar her şey hareket halindedir.  Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir.”[2]. Yeni gelen kainat da kendi şartlarıyla gelmekte ve özü aynı kalsa da kabuğu değişmektedir. Hızlı değişim rüzgarlarını çok iyi algılayan Bediüzzaman, yeni dünyada eski dünya hayali ile yaşama arzusunu ve geçmişi geleceğe taşıma gayretlerini imkansızı taleb etmek olarak görür ve net bir tavır sergiler: “Size kısa bir söz söyleyeceğim. Ezber edebilirsiniz. İşte: eski hal muhal; ya yeni hal veya izmihlal.”[3]. Yani seçenek sadece ikidir: Ya dünyanın yeni şartlarına ayak uydurup izzetle ön saflarda yürümek ya da eskide ısrar ederek zillete düşmek. Değişim rüzgarlarının hızı ve yönü insanın kontrolü dışındadır. Akıllı insan bu rüzgarları karşısına değil yanına alan kimsedir. Bediüzzaman, genel akıma karşı hareket edenlerin yok olup silineceğini ifade eder: “Cereyan-ı umumî ise, muhalif harekette bulunanları adem-âbâd hiçahiçe atacaktır.”[4].

Bediüzzaman tüm insanlığı bir insan olarak nazara alır ve insanlığın da bebeklikten yetişkinliğe kadar tabiî gelişim safhalarına dikkat çeker. Vahşîlikten başlayıp kölelikle devam eden bu serüven günümüzde insanlık izzetine yakışır medenîlik ve kişisel hak ve hürriyetlerde karar kılmıştır: “Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki, hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevilik devri, ikinci devri memlükiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir.”[5]. Yani kamuoyu olarak bilinen ve ülke yönetiminde bile söz sahibi olmaya kadar varan malikiyet ve en geniş manada serbestiyet, içinde bulunduğumuz modern çağa damgasını vuran temel değerlerdir ve bunu idrak edemeyip yasaklara sığınanlar fikren hâlâ geçmiş çağlarda mahsur kalanlardır. Bu hürriyet asrının ruhuna uygun olan şey, serbestliğin esas yasakların ise istisna olmasıdır.

AKIL, BİLİM ve ZAMANIN HÜKMÜ

Bediüzzaman, İşarat-ül Îcaz eserinde “İslâmiyetin menşei ilim, esası akıl” olduğunu söyler, “hakikatı kabul ve safsatalı evhamı reddetmek”[6] İslâmiyet’in şânından olduğunu ifade eder ve İslamiyetin “‘akıl etmezler mi’[7], ‘tefekkür etmezler mi’[8], ‘düşünmezler mi’[9], gibi kelimatıyla aklı ve ilmi istişhad [şâhit göstermek] ve ikaz ettiği ve alimleri koruduğu”[10]nu dikkatlere arzeder. Aynı eserde, tüm İslamî kural ve prensiplerin aklî deliller üzerine kurulu olduğunu ve tâli meseleler için esaslardan çıkarılacak hükümlerin akılların meşveretine havale edildiğini belirtir. Yapılması gereken, hadiseleri ve sözleri akıl, bilim ve vicdan ışığında değerlendirmek, sonra kabul veya reddetmektir. Akıl ve bilgi sahipleri, değişen şartları iyi okuyan ve mevcut şartlarda “en doğru” doğruları maharetle diğerlerinden cımbızla ayırabilen kişilerdir.

Bediüzzaman dinî meselelerde bile bunun böyle olduğunu ifade eder ve hatta Kur’an’ın dahi sadece tefsir alimleri tarafından değil, belki her biri değişik bir sahada uzman bilim insanlarından oluşan seçkin bir heyet tarafından tefsir edilmesi gerektiğini söyler. Bunun da kendisi büyük bir müfessir olan “zamanın başkanlığınd” yani olaylara zamanın gerçekleri ve mevcut durumun gerekleri açısından bakılarak yapılmasını ister. Kamuoyunun bir delil sayılmasını da bu iddiasına delil gösterir: “Efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur'an istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye [kamuoyu] hocalık edecek yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir [bilime dayalı kamuoyu]. Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde [başkanlığı altında], herbiri bir fende mütehassıs muhakkikîn-ı ülemadan müntehab bir meclis-i meb'usan-ı ilmiye teşkili ile meşveret ile bir tefsiri te'lif etmekle, sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemalâtı mühezzebe ve müzehhebe [temizlenmiş ve parlatılmış] olarak cem' etmelidirler. Evet meşrutiyettir, her şeyde meşveret hükümfermadır. Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-i ümmetin hücciyeti, buna hüccettir.”[11]

Bu ifadeler dinde hiç de alışık olmadığımız yepyeni bir bakış açısını yansıtmaktadır. Her şeyde meşveretin hakim olduğu genellemesi, içinde bulunduğumuz modern çağda değişime en kapalı kurum olan dinde bile hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının habercisidir. Yukarıdaki ifadede kamuoyu, bilim ve meşverete, yani bir konuda karşılıklı konuşup tartışarak karar vermeye yapılan vurgu ve bunların ön safa çıkarılması, içinde bulunduğumuz hürriyet çağında zamanın değerlerine verilmesi gereken önem konusunda şüpheye yer bırakmaz. Zamanın gerek ve gerçeklerini temsil eden manevî şahsiyetin “büyük müfessir” olarak Kur’an’ı tefsir edecek bilim heyetinin başkanlığına layık görülmesi de dine skolastik anlayışla yaklaşımların artık geçerliliğini yitirdiğinin ifadesidir. Geniş katılımlı meşveret ve kamuoyuna verilen ağırlık artık dinde de bir din alimleri sınıfının görüşleriyle beraber konu uzmanı görüşlerinin de esas alınacağını haber vermektedir.

İnsan zahirperesttir ve zahire bakarak hükmeder. Bediüzzaman ise yüzeyi ve görüneni aşar ve arka planda iş gören manevî değişim motorlarını nazara verir. Uçuşan yapraklara değil, esen rüzgarın yön ve kuvvetine bakar. Zamanı gelmiş olan değerleri, önüne çıkan her şeyi öğüten bir zaman makinesi olarak görür. Zamanın değerlerini okumaktan aciz olanlar bu hâkim rüzgarların karşısına çıkıp savrulurken, aklen uyanık realistler bu rüzgara biner ve yeni geleceklere uçarlar. Bediüzzaman gelecek ile ilgili projeksiyon yaparken mevcut kuvvet dengesinden ziyade zamanın yükselen değerlerine bakar ve hükmünü ona göre verir. Çünkü kuvvetli akımlar hükümlerini perde arkasında icra eder. Zaman akımlarına direnenler ise ya yerinde çakılı kalır ya da savrulup giderler.

Bediüzzaman’a göre “şeriat kavanin-i akliyeden [akla dayanan kanunlar] ibarettir.”[12] Zaten doğru bir akıl ve doğru anlaşılmış nakil çelişemez, çünkü ikisinin de kaynağı birdir: “Öyle bir şeriat ki; akıl ve nakil, dest be-dest ittifak vererek ol şeriatın hakaikinin hakkaniyetini tasdik etmişlerdir.”[13] Eğer bir çelişki var gibi görülüyorsa, akıl esas alınır: “Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz [muaraza, çekişme] ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”[14] Çünkü akıl, tüm insanlar için geçerli ve birleştirici bir referanstır ve İslam genel aklın kabul edemeyeceği bir şekilde anlaşılıp uygulanamaz.

Bediüzzaman, zamanın gereklerine de vurgu yapar ve haram bilinen bir şeyin şartların zorlaması ile tersine dönüp vacip olabileceğine dikkat çeker: “Fakat ‘Zarûretler haramları mübah kılar.’ kâide-i şer'iyesince bâzan haram bildiğimiz şey, ilcâ-i zarûretle vâcip olur. Taaffün etmiş parmak kesilir; tâ el kesilmesin. Selâmet-i millet, cevher-i hayata tevakkuf etse vermekten tevakkuf edilmez [çekinilmez]; nasıl ki, edilmedi.”[15] Bediüzzaman, hükümlerin yer ve zamana bağlı olarak da değişebilecegini söyler: “Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünki: Ahkâm-ı Şer'iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar. Ona göre gelir, ilâç olur.”[16]

Hürriyetçi yaklaşımın bir tehlikesi orta yoldan sapıp ifrat veye tefrite düşmektir. Bediüzzaman, aşırılıklardan sakınmanın kriterlerini de şöyle verir: “Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla [dinin mantığı, hikmeti] belâgat [sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi; sözün söylendiği şartların dikkate alınması] ve mantık ile hikmettir [akıl, söz ve hareketteki uygunluk, deney ve tecrübeye dayalı müsbet ilimler, fenler, felsefe]. Evet, hikmet derim, çünki hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır, fakat cüz'îdir. Usûl-i müsellemedendir [herkesçe kabul edilen, şüphesiz kabul edilmiş usul, yol] ki: Şerr-i cüz'î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir. Evet, eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidadsız, efkâr taklid ile mukayyed, cehl avamda hükümferma olduklarından, selef bir derece hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az, efkâr dahi hür, marifet hükümfermadır. Zâten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.”[17] Bir başka önemli kriter de muhtemel sonuçları nazara vermektir: “Bir şeyin aslını gösteren semeresidir.” [18]

Bediüzzaman, İslamiyetin hakikat, delil, akıl, muhakeme ve bilim üzerine tesis edilmesine vurgu yapar: “Kur'an'ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasarayı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız, aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havatiminde nev'-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor.”[19]

Kur’an da düşünmeyi ve muhakeme etmeyi teşvik etmektedir: "Bakmazlar mı?" (Gâşiye, 88:17); ve "Bakınız" (Âl-i İmrân, 3:137; Nahl, 16:36; Neml, 26:69; Ankebut, 29:20; Rûm, 30:42); ve "Onlar hiç düşünmezler mi?" (Nisâ, 4:82; Muhammed, 47:24); ve “Hâlâ düşünmez misiniz?" (En'âm, 6:80; Secde, 32:4); ve “Düşünün" (Sebe', 34:46); ve “Farkında değiller" (Bakara, 2:9; Âl-i İmrân, 3:69; En'âm, 6:26, 123; Nahl, 16:2); ve  “Akıllarını kullanıyorlar." (Bakara, 2:164; Ra'd, 13:4; Nahl, 16:12, 67; Hac, 22:46; Furkân, 25:44; Ankebût, 29:35; Rum, 30:24, 28; Câsiye, 45:5); ve "Aklını kullanıp anlamazlar." (Bakara, 2:170, 171; Mâide, 5:87, 103; Enfâl, 8:22; Yûnus, 10:42, 100; Ankebût, 29:63; Zümer Sûresi: 39:43); ve “Biliyorlar." (Bakara, 2:75); ve "Bundan ibret alın, ey basiret sahipleri!" (Haşir, 59:2).

HÜRRİYET VE DEMOKRASİ ORTAMI

İnsanı diğer mahluklardan ayıran temel özellik cüz’î de olsa bir irade sahibi olması ve hür iradesiyle yaptığı tercihlerin sorumluluğunu üstlenmesidir. Hatta denebilir ki tercih serbestliği ve bu serbestliği kötüye kullanma hürriyeti olmasaydı, insan da olmayacaktı. Çünkü din felsefesi açısından bakacak olursak, Allah’ın melekler gibi kötü tercih yapamayan ve makamları sabit olan ve de hayvan gibi belirli işleri içgüdüyle robot gibi itirazsız yapan mahlukları çoktu ve bunların benzerlerini yapmak abes olurdu. Allah ise abesten münezzehtir ve her şeyi bir hikmet ve gaye ile yapar. Yani insan nevi varlığını, temel cevheri olan hürriyet özelliğine borçludur. O yüzden hürriyete ve tercih hakkına saygı, insan nevinin varlığına saygıdır. Hürriyeti yok edip insanları robotlaştırma gayretleri ise insanlık cevherine bir hücumdur ve fıtrat bunu reddeder. İnsana yakışan, bu hürriyetini müsbet yönde kullanarak, yani tercihlerini doğru yönde yaparak, insaniyeten yücelmesidir. Ama bunu hiçbir baskı altında kalmadan kendi serbest iradesi ile yapmasıdır. Çünkü içinde bulunduğumuz asır, “asr-ı hürriyet”tir[20]. Zaten “güzelin güzelliğini arttıran çirkinin çirkinliği”[21] olduğu gibi, insaniyeten yükselenlerin yüceliğini arttıran da tercihlerini sadece arzu ve hevesleri doğrultusunda yapanların basitliği ve aşağılığıdır. İnsan nevinin devamı, bu iki tercih çizgisinin beraberce var olmasına bağlıdır.

Hürriyete taraftarlıkta Bediüzzaman batılı hürriyetçilerden hiç de geri kalmaz. “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam”[22] sözü onun hürriyete tutkunluğunu şüphe bırakmıyacak netlikte gösterir. Ama Bediüzzaman varoluşumuzun sebebi olan hürriyetin sınırlarının insana ve insanlığa fayda verecek şekilde doğru olarak çizilmesi gereğine vurgu yapar. Ona göre “Derman hadden geçerse derd getirir, öldürür.”[23] Veya Batılı bir tabirle, “İlaçla zehir arasındaki fark, dozajıdır.” Bediüzzaman sınırsız hürriyeti bir vahşilik ve hayvanlık olarak görür: “Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.”[24] Bediüzzaman hürriyeti hak ve hukuk dairesinde kalmak ve baskı ve tecavüzlerden uzak kalmak şartıyla “en geniş manada serbestiyet” olarak tarif eder: “Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te'dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun.”[25]

Hürriyetlerin sınırlandırılmasının gereği hakkında tüm modern dünya mutabıktır; ancak bu sınırlandırmanın şekli ve miktarı konusunda fikir ayrılıkları vardır. Batıda genellikle birinin hürriyeti başkasının hürriyetinin başladığı yerde biter. Yani bir kişinin başkasına zarar verme veya onun hürriyetini kısıtlama hak ve hürriyeti yoktur. O yüzden başkasının hukukuna tecavüz evrensel bir suçtur. Bediüzzaman hürriyetin sınırını kişiyi de içine alacak şekilde düzeltir: “Hürriyetin şe'ni odur ki: Ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”[26] Çünkü iman penceresinden bakınca insanın vücudunun sahibi onu yaratan Allah’tır ve bu vücut insana emanet olarak verilmiştir. Emanete zarar vermek ve onu sahibinin izin dairesi dışında kullanmak ise emanete ihanettir ve hürriyetin suistimalidir. Batı dünyası da uyuşturucu, alkol ve sigara kullanımını yasaklamak veya ciddî olarak kısıtlamak gibi yasal ve polisiye tedbirlerle kişinin kendine zarar verme hürriyetini kısmen de olsa sınırlandırmaktadır. Hürriyetler asrına yakışan yaklaşım, yasakların dışarıdan dayatmayla değil içeriden bir tercihle gelmesidir. Yasakları devletin değil, kişilerin kendilerine koymasıdır. Bu da en etkin şekilde şuurlu bir îman ile olur: “İman kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça ‘yasaktır’ der, tardeder kaçırır.”[27]

Bediüzzaman, insan “her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez” tarzındaki hürriyet anlayışını reddeder ve bu tür anlayışı hürriyet değil tam aksine bir esaret olarak telakki eder: “Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.”[28] Nefsî arzu ve heveslerini tatmin etmeyi hayatlarının gayesi edinmiş olan insanların aynı şeyi yapan hayvanlardan pek de farkı yoktur ve bu görüş sahipleri insanı zaten akıllı, sosyal veya ekonomik hayvan olarak tanımlamaktadırlar. Ayrıca, günümüzde evrensel çapta problem haline gelen ve insanın irade gücünü aşan kötü alışkanlık veya bağımlılıklar – içki, kumar, sigara, uyuşturucu, eğlence ve hatta çikolata ve kontrolsüz alışveriş gibi – insanları adeta bir ahtapot gibi sarıp esir almıştır. İnsanlar esirliklerini bu kötü alışkanlıklarını terk etmeye kalkınca anlamaktadır. Bediüzzaman, arzu ve heveslerinin peşinde koşarak hürriyetin tadını çıkardıklarını zannedenlere de içinde oldukları tezada işaret eder: “Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. (...) Esaret-i hayvânî, istibdâd-ı şeytanî; hürriyet nam verilmiş.”[29]

Bediüzzaman, hürriyeti imanın bir özelliği olarak görür ve imandan gelen şefkat ve vakarın başkasına tahakküm etmeye veya başkasının tahakkümü altına girmeye engel olduğunu söyler: “Zira rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat'a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet.”[30]

İnsanlık da bir insan gibi büyüyüp gelişmektedir ve insanlığın da çocukluk ve yetişkinlik devreleri vardır. “Nev-i beşerde tekemmül vardır.”[31] “Şecere-i âlemde, meylü’l-istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler.”[32] İnsanlığın çocukluk devrinde kolayca kandırılıp zararlı yollara girmeyi önlemek için hürriyetlerin azlığını, yasakların yaygınlığını ve kuralların katılığını anlamak mümkündür. Ancak artık insanlık çocukluktan çıkmış ve yetişkinlik çağına girmiştir. Akıl ve muhakeme gelişmiş, eğitim ve bilim sağlıklı bir ortak zemin oluşturmuştur. Küresel çapta hürriyet rüzgarlarının estiği böyle bir zamanda hürriyetlerden korkup yasakçılığa sığınmak çağdışılıktır ve geri kalmaya mahkumiyettir. Evet, bu hürriyet ortamında tercihlerini yanlış yönde kullanıp zarar görenler olacaktır. Ancak hürriyetin getirdiği büyük faydalar yanında bu zarar küçük kalacaktır. Küçük bir zarar gelmesin diye büyük bir faydayı netice verecek bir işi terketmek ise büyük bir zarardır: “Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur.”[33]

Derin ve kökleşmiş önyargı ve yanılgıların bu bilişim çağında bile yaygın olarak devam ediyor olması insanlık için gerçekten bir talihsizliktir. Mesela çok kişi, dindar olsun veya olmasın, hâlâ demokratlıkla dindarlığın bir tezat oluşturduğu ve bir arada var olamayacağı kanaatindedir. Gerçek demokratlığın özü, başta fikir hürriyeti olmak üzere en geniş manada hürriyettir ve kararların bir kişi veya grubun dayatmasıyla değil, serbestçe danışıp tartışarak yani istişare ederek alınmasıdır. Bediüzzaman farklı düşünceleri ve fikir ayrılıklarını bir zayıflık ve tehdit olarak değil kuvvet olarak görür ve gerçeklerin tüm yönleriyle bir bütün olarak ortaya çıkmasının yolunu da hürriyet zeminindeki serbest tartışmalar olarak gösterir: "Tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder." [34] Etkin eğitim ve zihnî gelişim, ancak fikir çarpışmalarına imkan veren bir ortamda olabilir.

Modern demokrasilerin özelliği, her seviyede kararların ilgili kişi veya temsilcilerinin toplanmasıyla alınması ve bu toplantıların en aykırı fikirlerin bile rahatça söylenebildiği tam bir fikir özgürlüğü ortamında yapılmasıdır. Yoksa başkanların kararlarını tebliğ edip tasdik beklediği veya herkesin başkanın ağzına bakarak pozisyon belirlediği istişare toplantıları demokratlık değil, şekilciliktir, demokrasi boyası vurulmuş saltanattır. Kur’an da “Onların işleri aralarındaki istişare iledir”[35] ve “İşlerinde onlarla istişare et”[36]  ayetleri ile istişareyi teşvik etmektedir. Hz. Peygamber de yönetimde toplumun ileri gelenleri ile istişare etmeyi esas alarak ve hatta kendi fikrine aykırı bile olsa çoğunluğun fikrine uyarak (Uhud savaşı kararında olduğu gibi) bu ayetlerleri hayatıyla en güzel şekilde tefsir etmiştir.

Bediüzzaman meşrutiyeti anlatırken gelişimin ve refaha ulaşmanın yolunun hürriyetten geçtiğine vurgu yapar: “Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın [kavimler] sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk [şevkler] ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır.”[37] Keza, hürriyet havasının insanı hayvanlıktan kurtarıp insan ettiğini ve ilerlemenin anahtarı olduğunu ifade eder: “Uyku bes [yeter], siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya'nın tâliini [kısmet] açacaktır.”[38]

Bediüzzaman, İslamiyetin cehalet ve muhakeme yoksunluğundan kaynaklanan taassup ile bir alakası olmadığını ifade eder ve aksini iddia edenlerin daha derin bir taassup içinde olduklarını nazara verir: “Evet İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş'et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki; sathî şübhelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir.”[39]

Hürriyetin zıddı istibdat ve tahakkümdür ve Bediüzzaman istibdadı vasıflarıyla şöyle tarif eder: “İstibdat tahakkümdür [zorbalık; zorla hükmetme], muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir [zorlama], rey-i vâhiddir [tek kişinin iradesi], sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir [mahveden]. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine [aşağıların en aşağısı] insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz [garazlar] ve husûmeti [düşmanlık] uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren...  istibdattır.”[40] Hatta daha da ileri giderek istibdatın bir “semm-i katil [öldürücü zehir]”[41] olduğunu ifade eder. İslam’ın istibdat ile ilişkilendirilmesi ise gerçeklerin ters yüz edilmesidir. Bediüzzaman bu zamanda bazen zıdların birbirinin yerine geçtiğine dikkat çeker, ancak isimlerin değişmesiyle hakikatın değişmiyeceğini ifade eder: "Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez."[42]

Bediüzzaman’a göre, akıl ve muhakemeyi devre dışı bırakmanın neticesi, şekilcilik ve geriliktir: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü [öz ve içini] terkederek kışrına ve zahirine [kabuk ve dışına] vakf-ı nazar ettik [gözümüzü diktik]  ve aldandık. Ve sû'-i fehm ve sû'-i edeb [kötü anlayış ve davranışlar] ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.”[43]

EĞİTİM SİSTEMLERİ İÇİN ALTIN PRENSİPLER 

Hürriyet ortamında eleştirel bakış açısıyla muhakeme melekesini geliştirmek, zamanın değerlerine uygun bir eğitim sisteminin olmazsa olmazlarındandır. Risale-i Nur’un çağımızda her kesimde geniş bir rağbet ve kabul görmesinin önemli bir sırrı, fikir hürriyeti ve aklî muhakeme zemininde telif edilmiş olmasıdır. Bediüzzaman’ın “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek.”[44] sözü, modern çağda insanlığın ortak zeminin akıl, ilim ve fenler olduğunu tesbit etmekte ve sadece bu zeminde yeşeren tohumların gelişip meyve vereceğine işaret etmektedir.

Bediüzzaman geçmiş ve geleceği bir çerçevede şöyle resmetmektedir: “Nasılki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn [İslâmın ilk beş asrında yaşayan Ehl-i Sünnet âlimleri] zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmaz idi. Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşâallah istikbalde bitamamihi hükümferma, kuvvete bedel hak ve safsataya  bedel bürhan ve tab'a bedel akıl ve hevaya bedel hüda ve taassuba bedel metanet ve garaza bedel hamiyet ve müyulat-ı nefsaniyeye bedel temayülat-ı ukûl ve hissiyata bedel efkâr olacaklardır – karn-ı evvel ve sâni ve sâlis'teki [Hicretin birinci, ikinci ve üçüncü asırları] gibi ve beşinci karn'a kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar kuvvet hakkı mağlub eylemiş idi.”[45] Zamanın rüzgarını arkasına alarak başarıya uçmak isteyen eğitim sistemleri, bu altın prensipleri rehber edinmelidir.  
 
[1] İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, s. 50.
[2] Sözler, Envar Neşriyat, s. 683.
[3] Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 52.
[4] Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 152.
[5] 28. Mektup, 6. Mesele, Yeni Asya Neşriyat, s. 353.
[6] İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, s. 104.
[7] Kur’an, Yasin suresi, 36:68.
[8] Kur’an, En’am suresi, 6:50.
[9] Kur’an, Nisa suresi, 4:82.
[10] Mektubat, Envar Neşriyat, s. 325.
[11] Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 23
[12] Mesnevî-i Nuriye, Envar Neşriyat, s. 250.
[13] Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 7.
[14] Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 13.
[15] Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 40.
[16] Sözler, 27. Söz, Envar Neşriyat, s. 485.
[17] Muhakemat, Beşinci Mukaddeme, Envar Neşriyat, s. 27.
[18] Muhakemat, Dördüncü Mukaddeme, Envar Neşriyat, s. 35.
[19] Muhakemat, Sekizinci Mukaddeme, Envar Neşriyat, s. 39.
[20] Mektubat, Envar Neşriyat, s. 430.
[21] Mesnevi-i Nuriye, Envar Neşriyat, s. 209.
[22] Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 470.
[23] Sözler, Envar Neşriyat, s. 718.
[24] Hutbe-i Şamiye, Envar Neşriyat, s. 96.
[25] Münazarat, Envar Neşriyat, s. 20.
[26] Münazarat, Envar Neşriyat, s. 19.
[27] Hutbe-i Şamiye, Envar Neşriyat, s. 76.
[28] Münazarat, Envar Neşriyat, s. 19.
[29] Sözler, Envar Neşriyat, s. 707.
[30] Münazarat., Envar Neşriyat, s. 23.
[31] İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, s. 51.
[32] İşarat-ül İcaz, Envar Neşriyat, s. 117.
[33] Mektubat, Envar Neşriyat, s. 43.
[34] Mektubat, 22. Mektup, Yeni Asya Neşriyat, s. 259.
[35] Kur’an, Şûra suresi, 42:38.
[36] Kur’an, Al-i İmran suresi, 3:159.
[37] Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 23.
[38] Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 23.
[39] Münazarat, Envar Neşriyat, s. 89.
[40] Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 22.
[41] Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 22.
[42] Tarihçe-i Hayat, Envar Neşriyat, s. 73.
[43] Muhakemat, Envar Neşriyat, s. 9.
[44] Hutbe-i Şamiye, Envar Neşriyat, s. 26.
[45] Muhakemat, Sekizinci Mukaddeme, Envar Neşriyat, s. 37.

Ulegder.net

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum