Dessas bir papaza cevap

Lemaat ekseninde duygu çağrışımları (47)

1920’li yıllar, İslam’ın bekçisi olan Osmanlı Devleti’nin kara günleriydi. Yalnızca Osmanlı’nın değil, bütün İslam coğrafyasının üzerine bir karabulut çökmüştü. İslam’ın merkezi durumunda olan İstanbul, yıllarca İslam düşmanlığını yapan İngilizler tarafından işgal edilmişti.

Fırsat bu ya; İngiliz Anglikan Kilisesinin Başpapazı, sırf bu muhasaranın baskısı altında kalan İstanbul’u zor durumda bırakmak istemişti. Bunun için de, İngiltere’de Dinler Külliyatı Cemiyeti adı altında kurulan bir ilmî(!) cemiyeti, dinler hakkında yazılmış mühim eserlerin bir araya toplayan bir kütüphane kurmak üzere devreye sokmuştu. Yazı işleri müdürlüğüne de Mr. Arthur Bouthwood isminde bir kişiyi tayin etmişti. İşte Başpapaz, zaferin bütün kibri içinde, bu birim aracılığıyla daha sonra aktarılacak dört soruyu kapsayan bir mektup göndererek Meşihat’tan, Haydarî-zade İbrahim Efendi’den cevap istemiş;o da bu eserin yazılmasını Dâru’l-Hikmet-i İslamiye’ye havale etmişti.

Derken “Yüksekten Bakmak İsteyen Dessas Bir Papaza Cevap” adı altında cesurca bir cevap vermek, “Dâru’l-Hikmet” in bir üyesi olan Bediüzzaman Said Nursî’ye nasip olmuştu. Görüleceği gibi bu dört soruda, çağın problemlerine çözüm getirebilme noktasında İslam dininin zor durumda bırakılması gibi bir hile de yatmaktadır. Sanki on beş asırdan beri İslam’ın dünyaya ve insanlığa ettiği bunca hizmetler ortada değilmiş. Aslında bu, bunu sormaya kalkan Başpapaz ve onun temsil ettiği Hıristiyan dünyasının cehaletiyle birlikte dessaslığını gösteren bir belge niteliğindedir. 

İşgal günlerinde, tehlikenin her an zirvede olduğu bir hengâmda, bu merhametsiz düşmana son derece “nefret” dilini kullanarak bir duruş sergilemesi,tek başına kalma ihtimali karşısında bile olsa dinini korkusuzca savunmasına ilişkin Bediüzzaman’ın cesaretini göstermesi noktasında dikkat çekicidir.

“Hutuvat-ı Sitte” adlı meşhur kitabı da tam bu dönemde Bediüzzaman’ın cesaretinin somut örneği olarak bastırılıp İstanbul’un her tarafına gizlice dağıtılmıştı. Öyle ki bu eser sahibinin ölümüne hükmedilmişti; işgalciler tarafından o İstanbul’un her tarafında yakalandığı yerde infazı gerçekleştirilmek üzere aranmıştı. İşte bu cesaretinden ötürü de Ankara hükümeti Bediüzzaman’ı defalarca istemişti. Ama o her defasında tehlikeli bir ortamda mücadeleden yana olarak teklife olumlu bakmamıştı. İstanbul, öz be öz ecdadının en güzide yadigârıydı. Sonunda yeni kurulan hükümetin ısrarlı tekliflerini geri çeviremedi. “Hutuvat-ı Sitte” ise İngilizlerin moralini ciddi kırıyordu.

İşte Anglikan Kilisesine verdiği cevap, Başpapazın suratının tam ortasına atılan kuvvetli bir tokattı. “Bir adam seni çamura düşürmüş, öldürüyor. Ayağını senin boğazına basmış olduğu halde istifham-ı istihfafiyle (alaycı sorusuyla) sual ediyor ki mezhebin nasıldır?  Buna cevab-ı müskit (susturucu cevap) küsmekle sükût edip yüzüne tükürmektir. Tükürün İngiliz-i lainin o hayasız yüzüne!” diye muhteşem bir cesaretiçinde imanının şahlanışıydı.

“Anglikan Kilisesine Verilen Cevap”ı daha sonra okuduğunda Bediüzzaman, “Yüz maşallah bu cevaba” diye Eski Said’i alkışlamıştı. Zaten üç Said de harfi hafine birbirine uyumluydu.

Şimdi emsalsiz bu cevabı, aslını fazla zedelemeden, kendi sönük ifadelerimizle vermeye çalışacağız:

Bir zaman insafsız İslam’ın düşmanı, siyasî bir hilekâr, yüksekte kendini göstermek isteyen şüphe tohumları eken bir papaz, şeytanca, inkâr suretinde,üstelik boğazımızı pençesiyle sıktığı çok acı ve çaresiz bir zamanda, başkasının düştüğü kötü duruma sevinir bir soruyla bizden dört şey sordu.

Buna karşılık altı yüz kelimelik bir cevap istedi. Başkasının düştüğü zor duruma sevinmesine karşı yüzüne “Tuh!” demek, hilesine karşı küsmekle susmak ve inkârına da tokmak gibi susturucu cevap vermek gerekirdi. Onu muhatap etmem. Ama haktan yana olan bir adama cevabımız ise şöyledir:

Birincisinde; “Muhammed (Aleyhisselatü Vesselam)’in dini nedir?” diye sordu. “İşte Kur’an’dır. Altı iman esası ile beş İslam şartı Kur’an’ın asıl amacı”dedim.

İkincisinde; “Fikir ve hayata ne vermiş?” diye sordu. “Fikre tevhit, hayata istikamet ve buna ilişkin Kur’an’dan şahidim de; ‘Emrolunduğun gibi ol! (Hud:112)’ ve ‘De ki O Allah birdir (İhlas:1)’” dedim. 

Üçüncüsünde; “Çağın içinde bulunduğu acı tabloyu nasıl tedavi eder?” diye sordu. Ben, “Faizi yasaklamak ve zekâtı yerine getirmekle… Buna ilişkin delilim; ‘Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır(Bakara:275)’,‘Allah, faizin bereketini giderip mahveder (Bakara: 276)’ ve  ‘Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin (Bakara:43)” diye cevap verdim.

Dördüncüsünde ise “Dünyanın bu karman karışıklığına nasıl bakıyor?” diye sordu. Ben de derim ki; “Çalışmak asıldır, tutulması gereken yoldur. Zenginlik kaynakları ve sermaye, zalimlerde toplanmaz ve ellerinde saklanmaması için önlem alınmalıdır. Buna ilişkin delilim ise, ‘İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır (Necm: 39) ve ‘Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları ise, acı bir azapla müjdele (Tevbe: 34)’ diye cevap verdim.

İşte şımarık Başpapazın altı yüz kelime karşılığında cevabını istediği dört sorusuna Bediüzzaman’ın verdiği müthiş cevap. Bu cevap, Bediüzzaman’ın şahsında Kur’an ve İslam davasının dimdik ayakta durduğunun ve çağın sorunlarına doyurucu çözüm getirebileceğinin bir müjdesiydi.

Savaşta yenik düşmek, her şeyin bittiği anlamına asla gelmez ve gelmemiştir. Yenmek ya da yenilmek hayatın gerçeklerindendir. Özellikle İslam dini gibi evrensel bir din geçici oluşumlardan ilelebet asla etkilenmez. Ama bu misyonu seslendiren bir ses gerekirdi ve bu ses de ahir zamanın en kritik dönemecinde Bediüzzaman’a nasip olmuştu.

Bu ses ve bu davaya sahip olduğumuza ne kadar şükretsek yine azdır.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum