Bediüzzaman’da İbni Arabi’den huzmeler, esintiler!

Başlık garip gelebilir lakin İbni Arabi’nin külliyatını taradığınızda karşınıza Risale-i Nur’dan birçok esinti, mebhas çıkacak, sizi karşılaşacaktır. Benzerliklerden bahsetmemek mümkün değildir. Sözgelimi peygamberimizin yar-ı garı ve amcası Ebu Talip ile alakalı olarak cehennemin bir nevi cennet olması hali bizi İbni Arabi ile köprü kurmaya, ortak noktaya götürür. Zira İbni Arabi bir müddet sonra cehennemin azubet yeri olacağını ve tatlılaşacağını cehennemlikler için bir nevi cennet haline geleceğini ifade etmektedir. Ona göre zamanın simya etkisiyle tuzlu olan veya ateş olan cehennem bir nevi tatlı, ehli için cennet haline gelecektir. Bu konuda Muhyiddin Arabi’nin yöntemlerinden birisi tesmiye ve adlandırma meselesidir.

Azab ile azubet aynı kökten gelmektedir. Yakmak ile tatlılık aynı kökendendir dolayasıyla bu kökene istinaden İbni Arabi zamanla cehennemin bir nevi cennet ya da cehennem azabının azubet yani tatlılık haline geleceğini ifade etmektedir. Yalçın Küçük gibiler ürettikleri yeni İsrailiyat için zemin ararken isim bilim üzerinde dururlar, yöntemini kullanırlar. İbni Arabi de İsrailiyat alanında olmasa da evreni tanımlamada isim bilim yöntemine baş vurur veya bundan azami ölçüde yararlanır.

İsim bilim dalında yer adları toponymie veya toponomastique kişi adları onomastique terimiyle veya kavramıyla bilinir. İbni Arabi bir biçimde işaratında veya ezoterik tevilatında isim bilimi kullanmıştır. Sahilsiz Umman adlı çalışmasında Michel Chodkiewicz ise bu yöntemi hermeneutik yöntem (hermenötik) olarak tanımlamaktadır.

İbni Arabi isimlerin veya tesmiye ve isimlendirmelerin kökenini takip ederek yeni anlamlara kulaç atar ve yeni anlamlar üzerinden yeni hükümlere varır. Bediüzzaman’ın Peygamberimizin amcası Ebu Talip hakkındaki değerlendirmesi bizi İbni Arabi’nin yaklaşımına veya yöntemine götürmektedir. Bediüzzaman İbni Arabi’den doğrudan etkilenmiş midir yoksa akıl için veya gönül için yol bir denildiği gibi aynı hükme kendi kanaatiyle mi, keşfiyle mi ulaşmıştır, bilinmez ama bir ortaklık olduğu su götürmez bir gerçektir.

Bediüzzaman Hazretleri Ebu Talip ile ilgili “Cehennem’e gitse de; yine Cehennem içinde bir nevi hususî Cennet’i, onun hasenatına mükâfeten halk edebilir” demektedir. Bu tam da İbni Arabi’nin tezi ve yaklaşımıdır ki, İbni Arabi bunu farklı olarak tamim eder. Örneklerinden birisi olarak da Ebu Leheb’i verir. Ebu Talip hami olarak hayatı boyunca Peygamberimize müzahir olduğu gibi öteki amcası Ebu Leheb de muvakkaten veya anlık olarak Hazreti Peygamberin veladetinden dolayı sevince gark olmuştur. Ama ileriki aşamada Ebu Leheb ile Firavun’ın reflekslerindeki gelişme de benzer ve aynı olmuştur. Kur’an buna şöyle işaret eder: Nihayet Firavun ailesi kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı olacak olan o çocuğu bulup aldı (Kasas: 8).

Kur’an-ı Kerim Ebu Leheb hakkında ‘ateşin babası’ tabirini kullanmasına rağmen Hazreti Peygamberin mevlidinde ve doğumunda sevinçten köle azat etmiştir ve buna binaen İbni Arabi’ye göre ateşin merkezinde kendisine bir bahçe tahsis edilecektir. Azabı tahfif olacaktır ( Salihsiz Bir Umman, Nefes Yayınları s: 123). Ebu Leheb Peygamberimizin doğumuyla alakalı olarak coşku ve sevincinden dolayı bu şekilde mükafatlandırıldı ise Firavun da bebekliğinde Hazreti Musa’ya sahip çıkması ve büyütmesi nedeniyle benzeri bir muameleyle karşılaşacak mıdır? Ebu Leheb ile Firavun arasındaki fark ve benzerlik aynı sonucu doğurmayacak mıdır? Bu nedenle de İbni Arabi Katip Çelebi’nin Mizan adlı eserinde tartıştığı gibi gargara anında Firavun’un imanını geçerli sayar. Bu mesele bizi selefiler veya daha geniş zaviyesinden ehl-i zahir ile ötekiler arasında ayrım noktasına götürür. Selefiler hem Ebu Talip hem de Peygamberin anne ve babası hakkında olumlu nas veya tevil veya yaklaşımlara karşı çıkarlar. Hazreti Peygamberin anne ve basası hakkında Aliyyü’l Kari’nin olumsuz yaklaşımı Muhammed Zahid el Kevseri gibilerinin eleştirilerine konu olmuştur.

Müttefekun aleyh bir hadiste Ebu Talip ile alakalı olarak ‘huve dahdahun minennar. Ve levla ene lekane fi’d derek el esfeli mine’n nar/ O ateş çukurundadır ben olmasaydım dibini boylardı’ buyrulmaktadır.

İbni Arabi ile Bediüzzaman arasında birçok yönde ortak nokta yakalamak mümkündür. Bediüzzaman Risale-i Nurların ferdiyet makamının veya isminin bir tecellisi, ayinesi olduğunu ifade etmektedir. Risale-i Nur’un Kur’an malı olduğuna parmak basmaktadır. Bu hususta Bediüzzaman şunları söylemektedir: “Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi "Ferid" makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz'da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam'da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, "Ferdiyet" dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır. ( Kastamonıu Lâhikası - Mektup No: 121)”

Muhyiddin Arabi de eserlerinin ilahi tecelliye mazhar ve Kur’an-ı Kerim’in özünden süzülmüş tereşşuhat olduğunu beyan etmektedir. İbni Arabi’ye göre Fütuhat ve Kitabu’l İsra, el Mütekellim isminden neşet etmiştir. Öyleyse el Mütekellim isminin tezahürüdür. Keza Muhyiddin Arabi birçok eserinde kendi işlevini veya misyonunu mütercimlik olarak tanımlamıştır ( Sahilsiz Bir Umman, S: 138, 139). Dolayısıyla Muhyiddin Arabi, İbni Abbas gibi Kur’an tercümanıdır ve eserleri de Kur’an tefsiridir. Bediüzzaman da bazen doğrudan bazen dolaylı olarak bir benzerini söylemiştir:”

Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdî telâkki ediyorlar. O şahs-ı mânevînin de bir mümessili, Nur şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîde bir nevi mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.”

Bediüzzaman, Muhyiddin Arabi hakkında bazı çekinceler ifade etse de sonuç itibarıyla bazı açılımlarda ortak oldukları görülmektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum