Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Bediüzzaman'a göre: Mehdi, Hz. İsa ve Ahirzaman-5

Nihâyet Bediüzzaman’a göre nüzûl-ü İsâ:

Bediüzzaman, Mehdi gibi, Hazret-i İsâ’nın(a.s) kıyamet öncesi gelişiyle de çok alâkadar görünmemektedir. Yanlış, elbet de alâkadar. Fakat bu alâkadarlık yeis içinde bir kurtarıcı bekler gibi değil. Aksine onun gelişi öncesinde insanlığı bir zemin hazırlığı yapmaya teşvik eder. Çünkü, Hazret-i İsâ(a.s.) geldiğinde mevcut Hıristiyanlık hurâfelerinden sıyrılmış, hakikî İsevî dinine yaklaşmış olmalıdır. Üstâd, bu tasaffinin bir nevî İslâmiyete yaklaşma olduğunu kaydeder. Zirâ, İslâmiyet’in gelişiyle neshettiği hakikî Hıristiyanlık, tahrif öncesi bütün semâvî dinler gibi, esasta Müslimdir. Tahrifattan sıyrılıp tasaffileşmesi demek, ana esaslarda İslâmîleşmesi demektir.

Nitekim Hazret-i İsa bu tasaffi etmiş Hıristiyanlık âleminin şahs-ı mânevisini temsilen küfür ve ahlâksızlığın şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccal’ı öldürecektir. Bu hususta da Üstâd’ın düşünceleri tartışma gerektirmez. İfâdelerinde ne bir gölge barınır, ne de bir tereddüd sallanır. Dinleyelim:

“Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, şeriat-i Muhammediye (a.s.m.) ile amel edecek’ meâlindeki hadisin sırrı şudur ki:

“Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccalı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.” (Bediüzzaman Said-I Nursî, Mektubat, Sayfa 12)

Hazret-i İsâ’nın(a.s) ikinci gelişi, taradığımız kaynaklara göre, yeni bir peygamberlik vasfıyla olmadığı gibi, yeni bir din getirmek suretiyle de değildir. Bu geliş, bir İlahî hikmete binaen, daha önce getirdiği, ancak Yahudilerin red ve inadları yüzünden neşredemediği ve semaya kaldırılışından hemen sonra müntesiplerince de muhafaza edilemeyip tahrif edilen dinini bir nevi tashih, bir nevi temize çıkarmak gibi görünmektedir. Teşpihde hata olmasın, Efendimiz’in bir nevî Medine Hicretini andıran bu semavat hicreti, kıyametten hemen önce son bulacak, Hırıstiyanlık âlemi bir çeşit nedâmetle dinde tasaffi edecek ve Hazret-i İsâ(a.s.) bu şartlarda nüzûl edecektir. Bu ikinci vazife ifâsında kaynaklar onun müstakil değil, İslâmiyet’e tâbi olacağını kaydetmektedir. Yukarıdaki ifadelerinde de görüldüğü gibi, Bediüzzaman Said-i Nursi’nin kanaati de bu merkezdedir ve kesindir. Nitekim bu mevzuda sorulmuş bir suale verdiği bir başka cevapta, Hazret-i İsâ’nın(a.s) kıyamet öncesi nüzûlü ile ilgili bahis çok daha tafsilatlıdır:

“Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.

“İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.

“Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’ eden (Hazret-i Cibril’in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.” ( Bediüzzaman Said-i Nursî, Mektubat, Sayfa: 60)

Yukarıdaki satırlar, Üstâd’ın bahisle ilgili düşüncelerinin usâresi gibidir. Mevzuun bütün unsurları bir aradadır. Hülâsa etmek gerekirse:

Hazret-i İsâ(a.s.), âhir zamanda yeryüzünü tekrar şereflendirecektir. Ancak bu teşrifte müstakil-i bizzat değildir, şeriat-ı Muhammedîyeye tâbidir. Vazifesi, küfür ve ahlâksızlığa karşı mücadele vermekte belli bir mesafeyi katetmiş, kısmen tahrifatlarından sıyrılmış İsevîlik dinini aslına irca ile bir nevî müslümanlaştırmak ve Deccal’ı öldürmektir. Hazret-i Mehdi ile münasebetlerinde matbu değil, tâbidir.

“Dinler arası diyalog”la bitirelim:

Tâbirin bir dil fâciası olduğunu, daha önce kaydettik. Tekrarlarsak, bu ifâdenin Türkçesi, “Din müntesipleri arası temas” olmalı. Hadi mânâyı bütünüyle ihata etmezse bile, hiç değilse “Din tarafltarları arası temas”, denmeli.

Bu ifâdeyi, daha çok, Fethullah Hoca merkezli bir câmianın kullanması, mevzu ile ilgili tartışmaların Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri’ne kadar uzanmasına sebep teşkil etmektedir. Hocaefendi’yi müdafaa makamında değilim, buna ihtiyacı da yok. Hem kendisi hayatta, hem müdafaasını benden çok daha iyi yapacak kalemlere sahip. Ancak hiç temas etmeden geçmeye de mevzuun tabiatı müsait değil.

Hocaefendi’nin Risâle-i Nurlar’dan feyiz aldığı, muhakkak. Ama kabul görmüş mânâsıyla bir Nurculuk yaptığı, söylenemez. Esasen, böyle bir iddası olmadığı gibi, isnâd edildiğinde de reddetmektedir. Yâni Risâle-ı Nur’lardan feyiz almış olmak, bütünüyle şâkirt olmayı gerektirmiyor. Tamamıyla farklı, kendisine has bir hizmet tarzı ihdas etmiş. Takdire şâyân… Her mü’min gibi, bana da düşen, İslâmiyet’e hizmet eden her müslümana dua etmek ve muvaffakiyet dilemektir. Bu, Hocaefendi gibi mümtaz bir zât olunca, bütün kalbimle ömrüne dua eder ve hizmetlerinin selametini dilerim. Çünkü esasa taalluk etmeyen detaylardaki farklılıklar neticeye zarar vermez. Geniş kitlelerin onun gayretleri ile büründükleri veçhe, herşeyden çok İslâmîdir. Daha fazlası, meslek ve meşreb farklılıklarından sarf-ı nazar etmeyi gerektirir ki, muhaldir. Gereği de yok. Ne var ki bu bahiste, Üstâd ve Risâle-i Nur’dan kaynaklanmayan detay inhirafları temyiz ve reddetmek, başka bir mükellefiyet. Bu mükellefiyet, benim zâviyemden vicdanî bir emirin neticesidir. Başkasının ne düşündüğü ile de meşgul değilim.

Bediüzzaman’a gelince… Üstâd, daha hayatta iken bilhassa Hıristiyan ruhanîleri ile temas imkânları aramış ve bunları değerlendirmiştir. Bu temaslarda, ya talebeleri vasıtasıyla Kur’an ve kendi eserlerini hediye etmiş, ya da dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı onları Müslümanlarla iş birliğine dâvet etmiştir.

Üstâd, dinî muhteva itibariyle Hıristiyanlardan ve Hıristiyanlıktan herhangi bir şey beklemek şöyle dursun, her vesile ile Hıristiyanlığın muharref olduğunu dile getirmiş, Allah katında yegâne ve son dinin İslâmiyet olduğunu insanlığa anlatmayı, ömrünün gâyesi edinmiştir. Yüz otuz parça Risale-i Nur Külliyatı’nda bunun aksini işaret eden tek kelime şöyle dursun, tek imâ bile yoktur.

İtikad noktasındaki bu sarsılmaz imânı, insanlığa hayatını adamış bu büyük dâhinin, bilhassa Hıristiyan âlemini yok saymasına, mânidir. İnsanlık bir bütün olarak kurtulacaksa, Hıristiyan âleminin dinsizlik ve ahâksızlığa kaynaklık etmesinin önüne geçilmesi bir zarurettir. Zirâ, bugünkü Batı medeniyetine menşe olan bu âlem, bütünüyle Müslümanlaşmazsa bile, kendi dininde bir arayışla hurafelerden sıyrılabilir ve buradan alacağı vecdle küfür ve ahlâksızlığın büyük fırtınalarına karşı durabilir. Nitekim muharref temeller üzerinde hayatîyetini devam ettirmekte olan bu günkü kilise bile, Batı menşeli bir çok ahlâksızlığa karşı durmakta, günâhın bin bir çeşidinin istilâsına bir yere kadar sed teşkil etmektedir. Bugün Batı dünyasını kuşatma istidadı gösteren ahlâksızlığa karşı kendi içinden yükselen tek ses, kilisenin sesidir. Kilisenin muharref bir dine istinad ediyor olması, müsbet taraflarının da reddini gerektirmez. Aksine kimden gelirse gelsin, hakperestliğin şiarı, insanlığın faydasına olanlara taraf çıkmaktır.

Bediüzzaman, bir taraftan kiliseyi dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı durmaya dâvet ederken, öbür taraftan müntesiplerine İslâmiyeti anlatmanın mücadelesini verir.

Son zamanlarda, İslâmiyetle alâkaları nüfus kayıtlarıyla sınırlı olanların ,bu bahiste Üstâd’a dil uzatmalarına gelince. Bu cür’et, ya düpedüz bir ahmaklığın, ya da büsbütün budalalığın eseri. Düşmanlığa ihtimal vermek kabil, ama bu iftira furyasını körükleyen düşmanlık bile olsa, vasıtası ahmaklıktır. Çünkü akl-ı başında her insan, Bediüzzaman’a dil uzatma cür’etinin, haddizatında kendisinin rüsvaylığıyla neticeleneceğini bilir. Bu büyük insana söyleyebileceğiniz iki şey var: Ya dinsizlik hesabına, düşüncelerini beğenmediğinizi dinsizce bir haysiyetle de olsa haykıracaksınız, ya da: Sadakte ya eyyüh-el Üstâd, diyeceksiniz.

Bediüzzaman, fincancı katırlarını ürküten değil, dehleyen insan. Yaşadığı devrin bütün şer odaklarını rahatsız etmiş, çomak sokmadığı eşek arısı kovanı, tekmelemediği put yok. Batının bütün hezeyanları gibi küfrün galizliklerini de tokatlamış. Yeri geldiğinde ne sultan dinlemiş, ne reis. İnandıklarını haykırmak için tek şeye ihtiyacı var: Allah’ın bağışladığı nefesinin çıkıyor olması. Susması için, nabzının durması gerek. Ama o çarpıcı dehâ ölüme de kafa tutar. Mevt karşısında susmayacak dil: Kitap… Yüz otuz parçalık Risâle-i Nur Külliyatı, bugün hemen bütün dünya dilleriyle beşere onun düşüncesini haykırmaktadır. Yarasanın ışığa karşı duyduğu şifa bulmaz ürpertiyle onun ismini sayıklayan hasımlarına göre bile, bugün Nurları okuyan kitlenin adedi sadece Türkiye’de altı milyonu aşkın.

Bu saded haricinden mevzua dönersek; evet Bediüzzaman, Hıristiyanların Ruhanî dindarları ile Müslümanları ittifaka teşvik etmiştir. Sebep, dinsizlik ve ahlâksızlık istilâsına karşı insanlığı korumak. Bu bir iltihak değil, müşterek düşmana karşı bir iş birliğidir. İltihak olsa, bu Hıristiyanların Müslümanlara iltihakı olacaktır. Aksini bir imâ ile bile olsa Risâle-i Nurda aramak, beyhûde gayret. Bu satırların yazarı, Üstad’ın düşünce dünyâsını otuz küsür yıldan beri her gün tavaf ediyor. Tek bir yanlışa tesadüf etmiş değil. Kaldı ki, bâriz vasfı tenkiddir; lâkabı, münekkid… Lâkin Üstâd kılı kırka yaran bir harika-i beşer, hakkıyla bediüzzaman.

Makaleyi Üstâdın huzurunda noktalayalım:

“Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.” (Bediüzzaman Said-i Nursî, Lem’alar, Sayfa 155)

Bu makale bir müdafaanâme değildir, asla… Risâle-i Nur’un da Müellif-i Muhteremi’nin de hiç bir müdafaa ihtiyacı yoktur. Doğuşu gökteki yıldızların kaybolmasını zarurî kılan bu parlak güneşin herhangi bir delile de ihtiyacı yok. Yapılması gereken tek şey, bir parça samimiyetle Üstâd’ın asırları kucaklayan sesine kulak vermek. Bu satırlar, otuz küsür yıllık bir mâbed ziyaretçisinin muasırlarına takdim ettiği küçük bir ön rehberliktir. Mâbedin tamamını ziyaret ve ihata yüz otuz parça Risâle-i Nur Külliyatını tedkikle mümkün. Bu bahisteki her nevî kusur âcizin, fâziletler Üstâd’ımındır. Dersimin bir kısmını paylaşmak istedim, o kadar…

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.