Bediüzzaman Ve Modernizmin Eleştirisi I

Bediüzzaman Ve Modernizmin Eleştirisi I

Ulaş Bingöl'ün yazısı...


Bediüzzaman, entelektüel bir perspektife sahiptir. Entelektüel demek anlamlandıran demektir. Entelektüeller, sıradan insanlara göre olayları, durumları, süreçleri daha yüksek bir mevkiden bakarak anlamlandırırlar. Bediüzzaman da her entelektüel gibi devrinin temel problemleriyle ilgilenmiş ve çözüm önerileri ortaya koyarak, bütün insanların alakalı olduğu konularda söz sahibi olmuştur. O, klasik bir hoca olmadığını, cemiyeti ilgilendiren asıl mevzular üzerinde durduğunu anlatır: “Risale-i Nur'u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin mes'eleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler te'lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cem'iyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'anın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cem'iyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cem'iyet yoktur.” Tarihçe-i Hayat ( 628 - 629 )

Bediüzzaman, iki medeniyet arasında sıkışıp kalan Osmanlı aydınının Batı karşısında aşağılık kompleksine tutulmasına şahit olur. Hem medeniyet adıyla Avrupa’nın sefil iştahını doyurabilmek için Doğu’ya saldırması, hem Osmanlı aydının Batı medeniyeti karşında takındığı bu tutum, Bediüzzaman’ın medeniyete (modernizme) eleştirel yaklaşmasını etkiler. Bediüzzaman’ın eleştirmen yönünü, Himmet Uç şöyle anlatır: “Tarih boyunca bütün yenileyiciler ister istemez işleri gereği eleştirmendirler. Bediüzzaman, gerek kişiliği gerek eserleriyle bir büyük eleştirel tavır ve kişiliktir. Başta o bir din eleştirmenidir. Bütün eleştirilerinin şemsiyesi bu tutumdur. Bediüzzaman dini değil; bozulan ve din gibi kabul edilen uygulamadaki dini eleştirmiştir.”(Uç 2012: 113) Uç, sözlerinin devamında sosyal bilimler ve fen bilimlerinin olaylara, nesnelere, şahıslara bakış açılarındaki yanlışları tespit etmesinin, Bediüzzaman’ın ikinci eleştirel tavrı olduğunu belirtir. Şüphesiz Bediüzzaman’ın pozitif bilimler eleştirisi bir noktada modernizm eleştirisini de içinde barındırır.

Bediüzzaman’ın yaşadığı dönemin temel sorunlarından biri şüphesiz modernizmin sosyal hayatta meydana getirdiği infiallerdir. Avrupa medeniyeti, ta Aydınlanma çağından beri Allah düşüncesini insanların zihninden çıkararak yeryüzünde teknik ve bilimin yardımıyla bir cennet oluşturma gayretine girer. (16. ve 17. yüzyıllarda İtalya ve Fransa’da büyük bahçeli sarayların yapımı bu düşüncenin tezahürüdür) Tahrif edilen Hıristiyanlık itikadı bilim, sanat ve teknolojideki gelişmelere karşı cevaplar üretemez, çareyi engizisyonda ve aralarında Galileo ve Martin Luther’in de olduğu düşünürleri aforoz etmede bulur. Bu da giderek bilim ile din arasında kısmen var olan ayırımın daha da açılmasına yol açar. 19. yüzyılda bilimsel bir akla sahip olmanın Tanrının varlığına şüpheyle yaklaşmakla eş değer tutulması, fen ve sanat sahasında ilerledikçe Allah’tan uzaklaşan bir Avrupa zihniyeti doğurur. Alain Touraine, modernizmin Tanrı fikri yerine bilimle beraber toplumu koyduğunu ama postmodern dönemde toplumun giderek yok olmaya başladığından söz eder. 

Modernizm, laiklik fikrini de besler: “Düşüncenin laikleşmesi, her alanda tüm ölçütlerin rasyonelleşmesiydi söz konusu olan. Laiklik kendisini zorunlulukla bir din eleştirisi olarak sundu; en azından, toplumun içinde yaşadığı ve kurumlaşmış dinin eleştirisi olarak. Bu eleştiri, Avrupa’da modernleşmeci bunalıma kadar vardı.” (Küçük 2000: 101) Fakat Batı dünyası, laikleşip modernleştikçe sosyal ve siyasi yönden insanları derinden sarsan bazı problemlerle karşı karşıya kalır. Örneğin sanayi devrimi ile işçilerin ezilmesi, zenginliğin belli sınıfların elinde toplanması, ahlaki yönden yozlaşmalar ve intiharların artması bu problemlerden bazılarıdır. Bu esnada, Avrupa medeniyetine (modernizme) şüpheyle yaklaşan iki isim ortaya çıkar: Marx ve Nietzsche.

Marx, modernizmi gelir dağılımında eşitsizliğe yol açması ve sosyal sınıflar arasındaki uyumsuzluğa neden olması yönünden eleştirirken, Nietzsche daha çok ahlaki bağlamda Avrupa medeniyetini sorgular. Marx, Tanrıyı yok sayarak dini afyona benzetir ve o devirde popüler olan “Tanrının insanı değil insanın Tanrıyı yarattığı” düşüncesini destekler. Nietzsche de modern insanın, Tanrı düşüncesini zihinlerde öldürdüğünü söyler. Marx, ekonomik ve siyasi yönden Avrupa’da, son yüz elli yıldaki bütün gelişmeleri belli ölçüde etkiler. Modernizm-Kapitalizm bütünleşmesine yönelik, Modernizm-Komünizm fikrini ortaya atarak Komünist düzende, sosyal sınıflar arasında kaybolan eşitliğin geleceğini iddia eder. Teoride çok güzel görünen Marx’ın fikirleri, her ne kadar birçok entelektüel düşünür tarafından savunulsa da siyasi zeminde Stalin ve Mao gibi diktatörler çıkarmaktan öteye gidemez ve Modernizm-Kapitalizm birlikteliğine alternatif olamaz.

Nietzsche’nin fikirleri ise II. Dünya Savaş’ından sonra bunalıma giren ve modernizmin sonunun geldiğini iddia eden Foucault, Gilles Deleuze ve Baudrillard gibi postmodernistler tarafından sahiplenilir. Bu düşünürlerden Baudrillard, modernizm sonrasında bir hiper-gerçeklik ve simülasyon devresinin patlak verdiğini, bunun sonucunda toplumda derin bir anlam karmaşası yaşanmaya başlandığını söyleyerek modernizmin çok farklı bir şekle büründüğünü ve bireyin olaylara anlam verememeyle karşı karşıya kaldığını belirtir. Postmodernistler, modernizmi eleştirmekle beraber sosyal ve siyasal yönden ortaya bir çözüm önerisi koyamazlar. Daha çok eşcinsellere, şizofrenlere, ırk ayrımına uğrayanlara, üçüncü dünya ülkelerindeki yoksullara, medya ve enformasyon alanındaki gelişmelerin birey üstündeki etkilerine dikkati çekmeye çalışırlar. Bediüzzaman, Marxsitler ve Posmodernistler gibi modernizmin aksayan yönlerini fark eder; ama aynı zamanda, Kur’an’dan aldığı ışık ile çözüm önerilerini sunar. Bediüzzaman’ın modernizmin oluşturduğu sorunlara karşı nasıl bir yol haritası ortaya koyduğuna değineceğiz.

Modernizm, birçok kişi tarafından ilerlemek, teknoloji, endüstri, üretim gibi kulağa hoş gelen kavramların içkin olduğu bir kelime olarak kabul edilir. “Modern, yeninin ya da yakın zamanın eşanlamlısıdır. İster olumlu, ister olumsuz değerlendirilsin, gündelik yaşamda ve kültürde modaya uygun tutumlara modern denir.” (Küçük 2000: 95) Modernius kelimesinden türetilen “modern” ilk defa M.S 5. yüzyılda İtalya’da pagan olmadıklarını dışa vurmaya çalışan Hıristiyanlar için kullanıldığı biliniyor. Aydınlanma Çağı’nda bu kelime zamana uygun davranan, modaya uyan anlamlarında kullanılmaya başlanılır. Modernizm ise sanattan edebiyata, sanayiden tarıma hayatın tüm alanlarında teknoloji ve bilimin kullanıldığı, pozitif düşüncenin merkez alındığı bir tür akım olarak değerlendirilir. Alain Touraine, modernizmin üç boyutunun olduğunu söyler: 1-Milliyetçilik, 2-Cinsellik, 3-Teknoloji (Endüstüri, Üretim ve Tüketim). Bediüzzaman da medeniyetin (medeniyetle modernizmi ve Batı kapitalizmini kast ettiği kanaatindeyim) özelliklerini Hutbe-i Şamiye’de izah eder:     

“Medeniyet-i hazıra, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir:1 - Nokta-i istinadı, kuvvettir. O ise şe'ni tecavüzdür. 2 - Hedef-i kasdı menfaattır. O ise şe'ni tezahümdür. 3 - Hayatta düsturu, cidaldir. O ise şe'ni tenazu'dur. 4- Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe'ni müdhiş tesadümdür. 5 - Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmindir. O heva ise, insanın mesh-i manevîsine sebebdir.” Hutbe-i Şamiye (121) Medeniyeti, tarif ederken Bediüzzaman’ın kullandığı kelimelere bakılırsa (tecavüz, cidal, tenazu’, tezahüm, tesadüm) modernizmin toplumsal yıkımlarına vurgu yapmakla beraber tahminimce medeniyet-i hazıranın emperyal emellerine de işaret ediyor. Birinci esas bilhassa Batı’nın kuvvet ve şiddet kullanarak gelişmemiş ülkelere saldırmasına, ikinci esas pragmatist felsefeye göre vücut bulmuş Batı müdahaleciliğine, üçüncü esas Batı ülkelerinin birbirlerinin topraklarına göz dikmelerine, dördüncü esas modernizmin doğurduğu ırkçılığa, beşinci esas ise modern toplumun karakteristik özelliği olan emtia fetişizmine işaret ediyor. Görüldüğü üzere Touraine’in modernizm ile ilgili görüşlerini ondan önce Bediüzzaman sistemli bir şekilde ortaya koymuştur. Risale-i Nur Külliyatı’nın değişik yerlerinde, Bediüzzaman bu konulara değinir ve Risale-i Nur talebelerine Touraine’in sözünü ettiği modernizmin problemli üç boyut karşında nasıl hareket etmeleri gerektiği hakkında düzenli bilgiler sunar.

1.Modernizm ve Milliyetçilik

Modernizm ile milliyetçilik arasında sık bir bağın olduğundan bahseden Benedict Anderson,  Hayali Cemaatler adlı eserinde modern toplumlarda var olan millet düşüncesinin modernizmin icadı olduğunu iddia eder. Ona göre geleneksel toplumlardaki milliyetçilik ile modern toplumlardaki milliyetçilik arasında milliyetçiliğin işleyişi bakımından bir nüans söz konusudur. Geleneksel toplumlar, dini değerler ve kabileler etrafında örgütlenirken modern insan milletlerin amblemi olarak görülen ve çoğu modern düşünür tarafından yere göğe sığdırılamayan dil mevhumu etrafında örgütlenir. (İngilizce=İngiliz, Almanca=Alman gibi) Ulus, modernliğin aynı zamanda siyasi biçimidir. Touraine, milliyetçiliği biraz daha ileri bir düzeye götürerek modernizmin edimcisi olduğunu söyler. (Touraine 177) Milliyetçilik-ulusçuluk, geleneklerin ve bir soyun önderliğinden ziyade aklın ilklerine dayalı yasalar ile bir düzen kurmayı hedefler. Milliyetçiliklerde, geçmişe bağlılık söz konusu olmakla beraber ilahi dinlerin etkili olduğu geçmiş bir kenara itilir ve pagan kültürüne yönelme esas alınır. Çünkü hem İslamiyet’te hem Hıristiyanlık’ta milliyetçiliğe hoş bakılmamış ve ümmet bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. Bu da milliyetçiliği savunanların geçmişlerinde sadece o ırka has olan dinî değerlere yönelmesine neden olmuştur. (Almanya’da Nazilerin İtalya’da Faşistlerin bu tür gayretlerinin olduğunu biliyoruz).

Peki, modernizm neden milliyetçiliği telkinler? Bu sorunun cevabı modernizmin tarihinde yatmaktadır. Öncelikle yukarıda bahsettiğimiz gibi Aydınlanma çağından beri Batı düşüncesi din ile kavgalıydı ve dini değerlere göre şekillenmiş bir toplum düzenine karşı bir tavır takınmıştı. Dini, siyasi hayattan kovmaya çalışan Batı, bunun yerine milliyetçiliği koymayı uygun gördü. Çünkü dini değerlerle birbirine bağlanan bireyler, Kral’ın veya kilisenin birer kölesiydi. Fransız İhtilali’nden sonra bu kölelik ortadan kaldırılmaya çalışıldı ve bireylerin milletin kölesi olması telkin edildi. Kilise veya kral için değil “millet için var olmak” düşüncesi, bu iki kurumdan bıkmış olan kitleleri büyülemiş olmalı ki istenilen hedefe ulaştı.

Modernizmin milliyetçiliği beslemesinin bir nedeni de siyasi ve askeri koşullarla alakalıdır. Ortaçağ ve öncesinde ordular kralın emrindeydi ve kralın hanedanı için savaşan paralı askerlerden oluşmaktaydı. Meşruti yönetimlere geçen modern devletler, kralın yokluğunda savaş gücünü karşılayabilmek üzere yeni yollar denemek mecburiyeti hissettiler. Askerler kimin için savaşacaktı; din tahrif edilmiş, kral tahtından indirilmiş. Bir kutsal için savaşmaları gerekti, işte o kutsal “milletti”. Bu çözümle birden orduların sayısı yüz binlerden milyonları bulmuş hem de paralı olmayan ve bütün fanatikliğiyle ölüme koşan insan bedenlerinin bulunduğu ordular türemişti. (I.Dünya Savaşı’nda henüz 30 yıllık bir devlet olan Bulgaristan’ın bile 1 milyondan fazla askeri vardı) Bunu başaran kişi Napolyon’du. Fransız milleti için ölmeye hazır yüz binlerce genci Rus topraklarında ölüme götüren milliyetçi komutan. Devleti oluşturan yurttaşlar, birbirlerine ne kadar sıkı kenetlenirlerse dış güçlere karşı devlet o kadar güçlü mukavemet gösterecektir. Madem din kamusal alandan dışarı itilmiş, onun yerine adeta ruhani olmayan bir din gibi görünen milliyetçilik, ortaya çıkan manevi boşluğu dolduracaktı.

Modern çağda, her devlet kendi ırkının geçmişte büyük bir medeniyet kurduğu iddiasıyla hareket ederek bazı görüşler ortaya atar. Örneğin İtalya’da Mussolini, İtalyanların dünyanın en eski medeniyetinin varisi olduğuna, Almanya’da Naziler Almanların geçmişte en gelişmiş medeniyeti vücuda getirdiğine inanır ve bunun propagandasını yapar. Milliyetçilik eğilimi bununla da kalmaz. Ulus devletler arasında, tarihin büyük medeniyetlerini kuran kavimlere sahip çıkma için büyük bir yarış başlar. Fransa’da Sümerlerin Fransız olduğu görüşü uzun zaman taraftar bulur. Bizde ise 1930’larda, Sümerler ve Hitit’lerin Türk olduğu iddiası gündeme gelir. Ama bugün Sümerlerin, ne Fransız ne de Türk olduğunu iddia eden biri vardır (Romantik milliyetçiler müstesna). Milletlerin geçmişe sarılması ve geçmişte büyük medeniyetler kurduklarına inanmaları, milliyetçiliğin zenefobik özelliğinden kaynaklanır. Bir milletin diğerine üstün olduğunu kanıtlama gayretinin getirdiği sonuçlardan bahsetmeyi yersiz görüyorum.

Milliyetçilik konusu, geniş ve ayrıca üzerinde durulması gerektiğinden burada kısa kesip medeniyet-i hazıranın milliyetçilik yönüyle ilgili Bediüzzaman’ın fikirlerine dönelim. Öncelikle Bediüzzaman menfi milliyetçiliğe gür bir sesle karşı çıkar ve İslamiyet üst kimliğini Araplara, Türklere ve Kürtlere telkin eder. Bediüzzaman hazretleri, ısrarla milliyetçiliğin bir Frenk illeti olduğunu (demek ki milliyetçiliğin gelişim sürecini çok iyi biliyor), İslam âleminin ortasına atıldığını belirtir: “Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fikri var; o işimize gelmiyor. Ben de derim: Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said'in yazdıkları meydanda. Şahid gösteriyorum ki: Ben اْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ ferman-ı kat'îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa'nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.” Mektubat (63 - 64)

“Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, bu zevk hatırı için her millet cüz'î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.” Emirdağ Lahikası-2 (163)

Bediüzzaman’ın milliyetçilik hakkındaki görüşlerine yakından bakıldığında, iki özellik göze çarpar. Birincisi menfi milliyetçiliğe bir hastalık nazarıyla bakması, ikincisi menfi milliyetçiliğin Avrupalılar tarafından kasıtlı ve sistemli bir şekilde, İslam ümmetini oluşturan milletlere öğretildiğine inanması. Milliyetçiliğin birinci özelliğinden başlarsak, milliyetçilik zenefobik bir hüviyete sahip olduğunu söylememiz gerekir. Yani menfi milliyetçilik ötekiye karşı, bir düşmanlık ethosunu içinde barındırır. Bir kişi milletini sevebilir, geçmişiyle gurur duyabilir, övünebilir ve bunu dile getirebilir. Ama bu duygular iyi terbiye edilmezse başkasına karşı nümayiş etme alışkanlığını doğurabilir. Bu durumda, karşı taraftaki de kendi milletinin büyüklüğünü iddia eder ve kısır bir döngüyle iki taraf birbirlerinden daha üstün olduklarını öne sürerler. İşte bu kısır döngü, farklı ırklardan oluşmuş olan toplumlar için büyük bir hastalıktır ki Bediüzzaman bizi uyarıyor. Ayrıca Bediüzzaman milliyetçiliğin kişiye bazı hazlar verdiğini bu yüzden herkesin milliyetçilikten az çok nasibini aldığını dile getiriyor. İyi bir itikada sahip olmayan birisinin kendi milletinin büyüklüğü ile gurur duymaması nadir bir olaydır. Bediüzzaman, burada milliyetçi ikişilerin psikolojik tahlilini yapıyor. Modernizmin problemli durumu karşısında, Bediüzzaman reçeteye şunu yazıyor: “müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona (menfi milliyetçiliğe) ihtiyaç bırakmıyor.” Mektubat (322) Başına diğer dünyayı kazanıp kazanamama davası açılan bir insanın, milliyetçilik davasıyla işi olmaz. Bizler ebede müştakız, o zaman bizi ebede götürecek şeylerle kafayı yormalıyız. Modernizmin ortaya çıkardığı milliyetçilik fikrine kapılıp Bediüzzaman’ı, ısrarla Said-i Kürdi’ye indirgemeye kalkışmamız, asıl ilgilenmemiz gereken mevzuları es geçmemize sebep olabilir. Bediüzzaman ve Mevlana gibileri sadece milliyetleri için eser bırakmamışlardır. Onların kalbi bütün beşer için kanı pompalamıştır. Kürtler içinde Bediüzzaman’ın çıkması, tabiki büyük bir olaydır; ama Bediüzzaman’ın davası daha büyük bir olaydır.

Bediüzzaman’ın milliyetçilikle ilgili düşüncelerinde, öne çıkan ikinci özellik milliyetçiliğin Avrupalılar tarafından İslam alemine bilinçli bir biçimde enjekte edildiğidir. Bediüzzaman’ın bu görüşünü, ilk Türk, Arap ve Kürt milliyetçilerinin Azınlık okullarında ya da Batı tarzı eğitim veren okullarda okumaları destekler niteliktedir. Örneğin ilk Arap milliyetçileri, Lübnanlı Hıristiyanlardır ve çoğu Beyrut’taki misyoner okullarında eğitim görmüştür. (bk. Mehmet Deri, Türkiye’de Azınlıklar ve Azınlık Okulları, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2009) İlk Türk milliyetçilerinin, Fransızları örnek aldıklarını konuyla ilgili dost düşman herkes bilir.

Milliyetçiliğin neden olduğu tahribata gelirsek asıl felaketlerin burada toplandığını görürüz. I.ve II. Paylaşım savaşlarının bir sebebi de farklı milletlerin birbirine duyduğu düşmanlıktır. Bu savaşlar sonucu ölen milyonlarca masumdan sonra Avrupa kendi içerisinde milliyetçiliği durdurabilmek için faşist partileri yasakladı ve bir Avrupa üst kimliği oluşturma gayretine girişti. (Avrupa Birliği’nin kurulma amaçlarından biri de budur) Bediüzzaman da menfi milliyetçiliğin yıkımlarından bahseder: “Harb-i Umumî'deki hâdisat-ı müdhişe dahi, menfî milliyetin nev'-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde ibtida-i Hürriyet'te, -Babil kal'asının harabiyeti zamanında "tebelbül-ü akvam" tabir edilen "teşa'ub-u akvam" ve o teşa'ub sebebiyle dağılmaları gibi- menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok "kulüpler" namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif milletçiler cem'iyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi.” Mektubat (321)

Batı’daki ırkçılık ile Doğu’daki ırkçılık birbirinden bazı yönlerden ayrılır. Avrupa’da ve Amerika’da, aşırı milliyetçilerin hemen hepsi zencilerden ve Yahudilerden nefret eder. Bununla ilgili Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske adlı kitabında önemli tespitlerde bulunur. Ona göre, Batı medeniyetinde zencilerden nefret edilmesi, zencilerin fizyolojik özelliklerinden kaynaklanır; Yahudilerden nefret edilmesi ise tamamen dinsel ve ekonomik nedenlerden ötürüdür. Beyaz Avrupalı zenciden nefret eder çünkü zenci daha atletiktir; Beyaz Avrupalı Yahudilerden nefret eder çünkü Yahudiler ekonomiye hükmetmektedirler. Gelgelim Avrupalıların İslam ümmetine veya Uzak Doğu ülkelerine karşı takındığı milliyetçi tavır zencilerden ve Yahudilerden farklı olarak hem oryantalist hem kolonyalisttir. Edward Said’in dediği gibi “Doğu, Batı için her zaman keşfedilip işlenilecek yerdir.” Batılı kolonyalistler, Doğu’ya bir bakire kadın gibi bakarlar ve ona sürekli tecavüz etme temayülündedirler. Bu, yüzden Doğu’nun siyasi bir bütünlük göstermesini asla istemezler ve Doğulu adamın kendisini yönetemeyeceğine inanırlar. Kapitalizme karşı duran Marx bile bu düşünceyi savunur. Şuan da bile Avrupa’da demokrasi ilerlemesine rağmen Batılı beyaz adamın zenciye, Yahudi’ye, Müslüman’a karşı bakışı pek değişmemiştir. Bu üç gurup da Avrupalı için ötekidir ve yabancıdır. J. Baudrillard’ın dediği gibi “öteki öteki kaldığı sürece, yabancı yabancı durduğu sürece zararsızdır” fakat ötekiler kamusal alana girerse o zaman ırk ayrımına maruz kalırlar. Bugün Müslümanların Avrupa’da aşırı milliyetçilerden çektikleri sıkıntıların bir nedeni de kamusal alanda var olabilmeleridir. Müslümanların git gide ekonomiye hükmetmeleri, kültür alanında dünyaya yeniden yön vermeye başlamaları Avrupa için sakıncalıdır ki İslamafobiyi besleyen bir nedende budur.

Doğu’daki ırkçılığın Batı’daki ırkçılıktan ayrılan yönü ise sosyal problemlerden ziyade siyasi nedenlerle ortaya çıkmasıdır. (Emevilerin ırkçılığını bu noktada ayrı tutmak gerekir) Yani Doğu devletlerini yöneten siyasi partilerin ve bazı fikir adamlarının sebep olduğu bir milliyetçik görülür ki, bu tür bir milliyetçiliğin teorisyeni Avrupa’dır. Araplar ile Türk halkı arasında veya Kürt halkı ile Türk halkı arasında sosyal anlamda bir ırkçılık gözükmezken siyasi mekanizmaların yol açtığı bazı sıkıntıların varlığı yadsınamaz. Örneğin I. Dünya Savaş’ında İngilizlerle birlikte Osmanlıya saldıran ve Osmanlı düşmanlığı prensibiyle doğan Arap milliyetçiliği yıllarca Baas Partisi tarafından birçok Arap ülkesinde siyasi bir ilke olarak kabul edilmesine rağmen sokakta pek de taraftar bulamamıştır. Nitekim bugün itibariyle Arapların Türkiye’ye karşı dostane tutumlarına herkes şahit olmaktadır.

Bediüzzaman milliyet kavramını hiçbir zaman reddetmez. Bilakis değişik kavimden gelen insanların bir arada hem de millet çatısı altında yaşayabileceğini söyler. Onun eleştirisi millet sevgisini bir bez parçasına ve bir parça toprağa indirgeyen ama manevi yönden boş olan milliyetçiliğe yöneliktir. Bu tür bir milliyetçiliğin anavatanı Avrupa’dır ve neden olduğu felaketler ortadadır. Modernizm ve Milliyetçilik hakkındaki sözlerimize Bediüzzaman’ın millet tanımıyla son verelim: “Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir." Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.” Mektubat ( 326 )