Bediüzzaman ve Kur’an (2)

Bir önceki yazımızda Bediüzzaman’ın Lord Gladiston’un Lordlar Kamarası'nda eline Kur'ân'ı alarak, “Bu Kur'ân Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe  biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeli, bu Kur'ân'ı onların elinden almalıyız. Veya onları Kur'ân'dan soğutmalıyız” şeklinde bir sözünü okuyarak, “Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” diyerek yola çıktığını yazmıştık. Bu haftaki yazımızda onun hayat seyri içerisinde “Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu” gösterme mücadelisini örneklendirmeye çalışacağız.

Bediüzzaman, Kur’ân nuruna hizmet edebilme, Kur’an’ın karşısında olduğu “cehalet” karanlığını ilim ve bilgi ile nurlandırmak için Doğu illerinde Medresetü’z-Zehra ismiyle bir üniversite açtırma düşüncesiyle 1907 yılında İstanbul’a gitti. Gelecekte çıkacağını hissettiği nurun siyasetle temin edileceğini sandığından, “siyaseti, İslâm ve Kur’ân’ın emrine vererek, bu uğurda mücadele etti. Bu cümleden olarak Abdulhamid’in baskı rejimine karşı çıktı, 2. Meşrutiyet hareketini destekledi, gazetelerde makaleler yazdı, 31 Mart Olayına karıştığı gerekçesiyle divan-ı harpte yargılandı ve berat etti.

1327/1911 yılında Bediüzzaman’ın bir ismi de Saykalü’l-İslamiyet olan Muhakemat isimli bir eseri yayınlandı. Üstad, “havasın reçetesi” olarak isimlendirilen bu eseri, tefsire giriş olarak kaleme almıştır. O, Muhakemat’ta geleneksel tefsir anlayışına, özellikle İsrailiyat bilgilerinin aktarılmasına karşı çıkar. Muhakemat, hakikaten havas (ilim sahiplerinin) reçetesidir. Bu eseri yazdığı dönemde Bediüzzaman’ın en önemli hedefi, İslamiyeti, “İsrailiyattan, hurafelerden ve hikayelerden arındırmak”tır. İfrat ve tefritleri kaldırıp “orta yolu” göstermektir. Bir yerde şöyle der: “İslâmiyette olan dosdoğru yolu göstermekle tefrite düşen din düşmanlarının şüphelerini red ve yüzlerine vurmakla beraber; dosdoğru yolun öteki tarafını ve ahmak dost ünvanına lâyık olan ifrat ehlinin ve dış görüntüye katılıp kalanların kuruntularını kovmak,  asılsızlığını göstermek, asıl hakikat rehberinin ve İslâm dünyasının ikbal ve geleceğine yol açan ve dosdoğru (sapmaz) yolda tam bir zafer kazanma ümidiyle çalışan İslâm’ın gerçek araştırıcı alimlerine ve akıllı dostlara yardım etmek ve kuvvet vermektir. Netice, maksadım, o elmas kılınca cila vurmaktır.”

Muhakemat, üç “Makale”den meydana gelir. Birinci Makale, On İki Giriş’ten oluşur ve “Hakikatin Unsurları” isimli bu makalede, akıl nakil ilişkisi incelenir. Kur'ân'ın esas maksatları sayılır. İbnü’l-vakt ifadesi üzerinde durulur. İsrailiyat ve Yunan felsefesinin bir kısmının, tefsir ve hadis gibi İslâmî ilimlerin içine nasıl girdiği ve din süsüyle görünerek fikirleri nasıl karıştırdığı son derece güzel bir şekilde açıklanır. Kamuoyunun güvenini kazanabilmesi için, Kur’ân’ı ancak çeşitli ilim dallarında ihtisas sahibi bir heyetin gerçek manada tefsir edebileceğini ifâde eder. “Parçada bulunmayan, bütünde bulunur” kaidesine bağlı olarak, “her fertte bulunmayan şartlar, heyette bulunabilir” der.

Şöhretin, malı olmayan şeyi de insana mal ettiği; Allah’ın ihsanından fazla ihsan etmemek gerektiği, bir hakikat danesinin, bir harman hayale tercih edileceği; hakkın tergîb ve terhibe ihtiyacının bulunmadığı gibi önemli konular ele alınır. Mecaz ve teşbihlerin ilmin elinden cehlin eline düştüğünde zamanla nasıl hurafelere kapı açtığı açıklanır. İnsandaki zararlı huylardan olan mübalağa yapma meylinin yol açtığı zarar açıklanır. Dini hükümler arasında dengeye dikkat edilmesi, mübalağa yapılmaması gerektiği, nazara verilir. “Her kemâli mahveden ye'is” öldürülür ve “her saadetin mayası olan ümid” canlandırılır. Eskidan insanlar hamasi konuşmalarla ikna olurlarken, günümüzde ikna olmak istedikleri nazara verilir. Meşrutiyet ve hürriyetin Müslümanlara büyük zafer kazandıracağı anlatılır.

Medeniyetin güzellikleri denilen şeylerin aslında şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesi olduğu; muhalefet, üstün görünme ve demegoji gibi hastalıklara dikkat çekilir. Özü bulmayanın kabukla meşgul olacağı; dosdoğru yolu görmeyenin aşırılığa düşeceği açıklanır. Görünüşe takılıp kalanları aldatan şeyin yaratılıştaki güzelliğe ve büyüklüğe kanaat etmemeleri olduğu dikkate sunulur. Mübalağa meylinin yol açtığı zararlar üzerinde durulur.
Ayrıca, dünyanın yuvarlak olduğunu ispat için İmam Gazâlî, İmam Şâfiî, Fahreddin Râzî, Saadettin Taftazânî, Seyyid Şerif Cürcânî gibi büyük âlimlerin eserlerine atıflar yapılır. Kur’an’daki müteşabihler, Kur’an’daki yeminler, Kur’an’ın üslubu gibi Kur’an ilimlerinin bazı konuları işlenir. Kur’an’ın, üslup itibarıyla muhataplarının çoğunluğunu oluşturan halk kesimini esas aldığı ifade edilir.

Kaf Dağı hakkında bilgi verilir. Hz. Zülkarneyn ve Zülkarneyn Seddi, Ye'cüc-Mecüc gibi Kur’an’da açıklanan bazı konular üzerinde durulur. Ayrıca tefsir, te’vil farkı üzerinde durulur. Cehennemin yerinin nerede olduğu açıklanır. Âhiretin varlığının kesinliği üzerinde durulur. Kur'ân'ın irşad mesleğinin ne gibi özellikler taşıdığı, tefsir ehline bu bakımdan düşen vazifelerin neler olduğu açıklanır. Sadece âyet-i kerimelerin zâhirine bakarak menfî şekilde hüküm veren inkârcıların iddialarının doğru olmadığı konusunda açıklamalar yapılır. Zâhire takılıp kalanları, sıradan bilgilerde bile tereddüde sevkeden hususlar anlatılır. Olabilirin, olmuş (imkanın mümkün) demek olmadığı açıklanır.

İkinci Makale, belâgatın unsurları hakkındadır. Bu Makale’de Belâgatta, lafzın mı, yoksa mânânın mı daha önemli olduğu konusu işlenir. Beyan ilminin önemli unsurları açıklanır. Mecaz, teşbih, üslup gibi edebiyat konuları işlenir. Bu Makalenin asıl yazılış maksadı, Kur’an’ın üslubundaki olağanüstülüğü nazara vermek; eskiden beri tartışıla gelen Kur’an’ın asıl mu’cize yönünün lafzından mı, manasından mı kaynaklandığı konusuna bir açıklık kazandırmaktır.

Üçüncü Makale’de, Japonların sorusu üzerine tevhid konuları, Allah’ın varlık ve birliğinin ispatı, gibi konular işlenir. Peygamberlik kurumunun önemi açıklanır. “Yaşayan Kur’an” olan Peygamberimizin, peygamberliğinin delilleri üzerinde durulur. Peygamberimizin yüce ahlâkının, peygamberliğine delil olduğu ifâde edilir Rasulullahın içinde yaşadığı zamanda yaptığı köklü değişikliklerin; vahşi ve kötü huyları değiştirerek yerlerine güzel ahlakı yerleştirmiş olmasının peygamberliğine delil olduğu açıklanır. İslâm düşmanlarının Kur'ân-ı Kerim hakkında yaydıkları üç itiraza son derece ikna edici cevaplar verilir. Delilin, iddiadan daha bilinir olması gerektiği açıklanır. Resûlullahın (salat ve selam üzerine olsun) mu'cizeleri hakkında önemli bir ölçü zikredilerek bu ölçü dahilinde Peygamber Efendimizin mûcizelerinin çeşitleri üzerinde durulur. Felsefenin sorularına Rasûlullahın verdiği cevaplar aktarılır. Kur'ân'ın dört maksadından biri olan bedenen diriliş özlü olarak ispat edilir.
Her üç  Makaledeki konular ve prensipler direk veya dolaylı olarak Kur’an’ın bazı konularını açıklamak ve “Kur’an’ı doğru anlamak” için ele alınır.

Kısmet olursa sonraki yazılarımızda Bediüzzaman’ın Muhakemat isimli eserinden Kur’an’la ilgili yer verilen konuları müstakil başlıklar altında ele alacağız.

Bediüzzaman, kendisini bir Kur’an talebesi olarak gördüğünden, karşılaştığı her olaya, her fikre Kur’an ve vahiy penceresinden bakmıştır. Ömrünün sonuna kadar da “Kur’an’dan başka üstad” tanımamıştır. Onun hayat seyrine Kur’an ilişkisi açısından bakmaya devam edelim:
Bediüzzaman, 6 Haziran 1911’de Sultan Reşat’la birlikte Rumeli’ye seyahat etmişti. Bu seyahati esnasında iki öğretmenle sohbet etti. Sohbetin bir yerinde onlara “Dünyanın ömrü kalmışsa, Kur’ân hakikatlerine yapışacak” müjdesini verdi. Kurtuluş çaresini İslam’ın ve Kur’an’ın dışında arayan bu öğretmenlere, asıl kurtuluşun Kur’an hakikatlerine sarılmakla mümkün olduğunu örneklerle ispat etti.

Bediüzzaman, bu seyahat sonrasında tekrar Van’a döndü (1912). Horhor Medresesinde talebelerine Kur’ân’dan dersler verdi. Abdulmecid Nursî ve Müküslü Hamza’nın anlattığına göre, Üstad hazretleri burada talebelerine ders verirken Kur’ân’ı açarak, tefsir dersleri yaptı. Talebesi Molla Habib de bu dersleri yazdı.

Bediüzzaman, o günlerde sadık bir rüyada kendisini Ağrı Dağı'nın altında gördü. Birden dağ patlamaya başladı. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıldı. Bu sırada annesinin de yanında olduğunu gördü. Ona, “Ana korkma, Cenâb-ı Hakkın emridir. O hem Rahîmdir, hem Hakîmdir” diye teselli verdi.

Sonra, önemli bir zatın “Kur'ân'ın mu'cizesini açıkla” diye emrettiğini işitti ve uyandı. Sonra şöyle düşündü:
“Anladım ki, büyük bir patlama olacak. O patlama ve değişimden sonra Kur'ân'ın etrafındaki surlar kırılacak. Kur'ân, doğrudan doğruya kendi kendini müdafaa edecek. Kur'ân'a hücum edilecek, mu'cize yönü, onun çelik bir zırhı olacak. Şu zamanda o mu'cizenin bir çeşidinin gösterilmesine haddimin üzerinde olarak benim bir adam aday olacak, ve aday  olduğumu anladım.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.