Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Dr. Selçuk ESKİÇUBUK

Bediüzzaman ve felsefe akımları

Bugün dünya üzerinde 2014 verilerine göre 7 milyar 250 milyon insan yaşıyor. Kutuplardan ekvatora kadar her yerde, her kıtada her dilden, her dinden ve her renkten insanlar bulunuyor ve Dünyada 6 bin 500 dil konuşuluyor. Gelenler durmuyor,  gidenin de yerine yenileri geliyor…

Bir tarafta uçsuz bucaksız kâinat, bir tarafta ise insan, hayvan ve bitkiler gibi canlılar dünyası var. İnsan deyince aklımıza yüzlerce soru geliyor. Ancak düşünen bir insan, varoluşun anlamını sorgular. “Biz kimiz, nereden geliyor, nereye gidiyoruz? Dünyaya niye geldik? Bu dünyada nasıl yaşamalıyız?  ”  gibi sorular sorar ve cevabını bulmaya çalışır. İnsanın öncelikli çabası kendini ve kainatı anlamak, varoluş gayesini gerçekleştirmek ve bu süreçte edilgen değil etken olabilmeyi başarmak olmalıdır.

Felsefeciler yalnız insandaki aklı önceleyerek, her şeyi anlayıp çözeceklerine inanırlar ama insanda akıldan başka manevi yapılar da vardır. Mesela onlar nedir? Kalp denilen duygusal dünya, vicdan denilen iç sesi, hayali, hafızası, benlik duygusu ve ruh denilen esrarlı yapı, o manevi yapının birer parçasıdır. Akılla her şey çözümlenebilse bu kadar başka manevi yapılara niye ihtiyaç var ki?

İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var; (SÖZLER, 31.Söz)

İnsanlar dünyasında Hz. Âdem’den günümüze kadar iki farklı fikir zinciri vardır ki onlar her tarafa dal budak salmış iki büyük ağaç gibidir. Birincisi; Peygamberler ve dinler zinciri, ikincisi ise; Felsefecilerin ortaya koydukları farklı görüşler zinciridir.

“Âlem-i insâniyette, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insâniyyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde... Biri, silsile-i Nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor.(SÖZLER, 30.Söz)

Her asırda her bölgede farklı Peygamberlerin geldiği gibi her asırda her ülkede de farklı felsefeciler gelip geçmiştir. Birbirlerini destekleyenler olduğu gibi birbirlerini çürüten söylemlerle kendilerini ifade edenler de olur.

Rus yazar Gonçarov(1812- 1891) Felsefe için şöyle bir tespitte bulunur “Felsefe Dinin huzursuz kardeşidir. Din kendi gerçeğini bulur ve huzura kavuşur. Felsefe hiçbir zaman huzura kavuşmaz. Çünkü bulduğu her gerçekten sonra bir soru daha sorar.”

Bir kardeşim, yakınlarda İslamiyeti doğru dürüst yaşamayan Müslümanlara kızmış, bana şöyle yazmıştı:” Ar damarı çatlamış bir Müslüman(!) olacağıma, Dürüst bir ateist-deist olmayı tercih ederim.  ”Acaba Papaza kızıp oruç bozmak” ne kadar doğrudur? Dürüst Müslüman olmak varken niye bir başka yola sapalım ki, neyse ben de bu nedenle Deist felsefeyi ele aldım. Bediüzzaman’ın buna cevaplarını araştırdım, buradan da bir makale konusu çıktı. O, hemşerime teşekkür ederim. Belki de bu makale bir istifadeye kapı açar.

Deizm; bir felsefik bir akımdır. Evet, onlar temelde kendilerine göre bir yaratıcıya inanırlar ama hiçbir dine inanmazlar. Peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günah, ibadet, dua, vahiy, Melek, Cin, Şeytan, Cennet, Cehennem, Ahiret ve Kader  gibi dini konulara inanmazlar. Dini bilgiye yalnız akıl ile ulaşacağını kabul ederler.

İslamda Allah’ın mahiyetini anlatan sözler, Deistlerin anlayışından farklıdır ve bir hadiste şöyle anlatılmıştır: “Şüphesiz her şeyin mahiyetini açıklayacak cümle vardır. Allah'ın mahiyetini açıklayan cümle ise “ihlas”  süresidir." Bu surenin anlamı da şöyledir:

“De ki: O Allah birdir. Her şey her halinde o Allah'a muhtaçtır; O hiçbir şeye muhtaç değildir. O doğurmamış, doğmamış, Hiç kimse onun dengi ve benzeri olmamıştır, olamaz!”

Dini açıdan baktığımızda ise Dünyada 2 milyar Hıristiyan, 1.6 milyar Müslüman, 37 milyon Yahudi, 2 milyar civarında da diğer dinlere mensup kişiler ve ateistler var. Dentsu Communication Institute’nün 2006 yılındaki yayınına göre de,  Dünya nüfusunun %3’üHerhangi bir dine bağlı olmayanlar” kategorisinde yer almaktadır ve Deistler, Ateistler, Hümanistler ve Agnostikler bu grupta bulunur.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu akıma inananlar vardır. Ancak bu akımda zaman geçtikçe kendi içinde bir bütünlük değil farklılıklar gösterir. Mesela Pandeistler; evrenin tümünü tanrı kabul ederler. Her şeyi onun parçası olarak görürler.  Panendeistler’e göre tanrı, hem değişmeyen (mutlak), hem de değişen (göreli) dir. Hem zamanın içinde, hem dışında; hem sonlu, hem de sonsuzdur. Spritüel Deistler ise meditasyon, tefekkür, doğa ile birleşme ve sezgi gibi durumlara da önem verirler.

Deizm adı 17.yy da özellikle İngiltere’de kullanılan bir isimlendirmedir. Bu felsefik akıma göre yaratıcı için; Yüce Varlık, İlahi Saatçi, Evrenin Büyük Mimarı ve Doğanın Tanrısı gibi ifadeleri de kullanılır.

Herbert, Blount, Toland ve Shaftesbury İngiliz, Voltaire ve Rousseau Fransız, Paine ise Amerikalı ünlü Deist felsefecilerdir. Hepsindeki ortak temel yön; yaşadıkları devirdeki Kilisenin anlattığı Hıristiyanlık inanç sistemine karşı duruşlarıdır. Hiçbiri İslamiyeti inceleyerek ona karşı fikir beyan etmemişlerdir.

Deizm, evrenin, Tanrı tarafından tasarlanan, ilk hareketi başlatılan; ama bir daha dışarıdan O’nun müdahalesi olmayan, kendi kendine kanunlara uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak gören bir felsefik görüştür.

Deist felsefecilerden Thomas Paine şöyle söyler: "Bazıları, "Tanrı kelamı yok mudur, vahiy yok mudur?" diye soracaklar belki. Ben buna evet derim, Tanrı kelamı ve vahiy vardır. Tanrı kelamı gözlemlediğimiz evrendir: bu anlamıyla hiçbir insan icadının ne karşı çıkabileceği, ne de değiştirebileceği bir kelamdır ve Tanrı insana evrensel bir dille seslenmektedir. İnsan dili yerel ve değişkendir bu nedenle de değişmez ve evrensel bilgi için kullanılmada yetersiz kalır."

Evet, Thomas Pain, doğru söylüyor, ama eksik söylüyor. İnsan başını kaldırıp uçsuz bucaksız evrene baktığında, evrensel bir dille oradakilerin konuştuğunu duyması doğrudur, ama Tanrı adına konuşan şu evrenden başka, bu büyük evren kitabının en büyük delili ve Peygamberlerin en sonuncusu olan Peygamber Hz. Muhammed’ de konuşuyor, şanı yüce kitabımız Kur’an da konuşuyor. Evreni dinledikten sonra onları da dinlemek lazımdır, yoksa yalnızca evrenin konuşması eksik kalır, akıllar da tatmin olmaz, ruhlar da, vicdanlar da.

Bediüzzaman da onlarla aynı şeyi görür, o da kainatın konuştuğunu söyler. Evet, kâinatı dinlemek, ona kulak vermek, orada cereyan eden tabiat olaylarını araştırmak çok önemlidir. Çünkü Allah’ı anlatan üç büyük tarif ediciden birisi kâinattır. Öyleyse kâinat konuşuyor, önce onu dinlemek lazımdır, ama Bediüzaman’a göre ondan sonra da Peygamberlerin en sonuncusu olan Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı da dinlemek lazımdır.

Bediüzzaman bu konudaki fikirlerini şöyle anlatır:

*Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var.

Birisi şu kitâb-ı kâinattır.

Birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır;

Biri de Kur'ân-ı Azîmüşşandır (SÖZLER, 19.Söz)

Bediüzzaman evreni şöyle tarif eder:

1-Evren büyük bir kitaptır:

Bu gün en önemli Üniversiteler arasındaki Harvard Üniversitesi kütüphanesinde 16 milyon eser bulunmaktadır ve onlar 400 yılda toplanmışlardır.  Chicago Üniversitesi'nin kütüphanesinde ise yaklaşık 8 milyon eser bulunuyor. Bir büyük kitap gibi yazılmış, içinde katrilyonlarca kitap bulunduran bu evren kütüphanesini kimler okuyacak, onların niçin yazıldığını ve ne anlama geldiğini kimler bilecektir? Her saniye yeniden yazılan kitapları, kimler okuyacaktır?

*ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitâbının mütâlâacıları ve şu saltanat-ı Rubûbiyetin dellâllarıdırlar. (SÖZLER,15.Söz)

*Elbette, herbir harfinde yüzer mânâlar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebîr-i kâinatın muhatabı olan nev-i insan. (LEMALAR,30.Lema)

*kitab-ı kebirin manalarını ve ayat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir edecek (ŞUALAR, 15.ŞUA)

*kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlâhiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbânî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad (ŞUALAR,7.ŞUA)

*Sâni-i Zülcelâlin âlem-i ekberdeki san'atı o derece mânidardır ki, o san'at bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden (MEKTUBAT, 20.Mektup)

*kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kainatın (SÖZLER, 10.Söz)

*kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi (SÖZLER,12.Söz)

*kitab-ı kainattaki intizamat-ı san'atı (SÖZLER, 13.Söz)

*Sâni-i Zülcelâlin âlem-i ekberdeki san'atı o derece mânidardır ki, o san'at bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden MEKTUBAT,20.Mektup)

*bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitâbını (SÖZLER, 25.Söz)

*kitab-ı kebirin manalarını ve ayat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir edecek (ŞUALAR, 15.Şua)

*Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor. (SÖZLER,25.Söz)

*Hem bütün kâinatı envâıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne getiren (ŞUALAR, 4.Şua)

*bu kâinat kitab-ı kebîri ki, birtek sayfası olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur'ân-ı ekber-i âlem.   (ŞUALAR,11.Şua)

*Evet, şu kâinat kitâbının manzum mektubâtı ve mevzun âyâtı şehâdet eder ki, Her şey yazılıdır. Ammâ, vücudundan evvel Her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekâdîr ve sûretler birer şâhiddir. Zîrâ, her bir tohum ve çekirdekler, kâf nûn tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır ki, kaderle tersîm edilen bir fihristecik ona tevdî edilmiştir ki; Kudret, o kaderin hendesesine göre zerrâtı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mucizât-ı kudreti binâ ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek, bütün vâkıatı ile, çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zîrâ tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey yoktur. (SÖZLER,26.Söz)

*Bir zerreyi îcad etmek için bütün kâinatı îcad edecek bir kudret-i gayr-i mütenâhî lâzımdır. Zîrâ, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın herbir harfinin, bâhusus zîhayat herbir harfinin herbir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nâzir birer gözü vardir. (A.MUSA, İmani ve hakiki güzel Mektuplar)

*kâinat kitab-ı kebîrini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen feânen tazelendirmek, yani yeniden yeniye mânidar yazmak, yani birtek sayfada ayrı ayrı binler mektubatı yazmak (MEKTUBAT, 24.Mektup)

*şu kitab-ı kainatı kalem-i kudret-i samedaniyenin yazması ve zat-ı ehadiyetin mektubu (SÖZLER, 22.Söz)

*kâinat baştan başa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî ve mevcudat ferşten Arşa kadar gayet mucîzane bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye (ŞUALAR, 2.Şua)

2- Evren bir ağaçtır:

*Kainat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. (M.NURİYE)

*şems, kamer, yıldız, arz gibi küreler, hep şecere-i hilkatin meyveleridir. (İ.İCAZ, Nübüvvet hakkında)

*Şecere-i tûbâ gibi olan hilkat-i âlemin, sair nücumları gibi bizim küremiz dahi bir semeresidir. (MUHAKEMAT)

*Evet, bu kâinat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esmâ ve ef'âl-i umumiye-i İlâhiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir. Belki, envâ-ı mahlûkat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûbâ-i hilkattir. (ŞUALAR,2.Şua)

3-Evren bir saraydır:

*Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var. Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayretengiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır. (ASA-YI MUSA)

4- Evren ilahi bir dükkan ve mahzendir.

*Şu görünen âlem, İlâhî bir dükkân ve bir mahzendir. İçerisinde envâen türlü türlü mensucat kumaşlar, mekûlât yemekler, meşrubat şerbetler vardır. Bir kısmı kesif, bir kısmı lâtif, bir kısmı zâil, bir kısmı dâimî, bir kısmı katı bir lüb, bir kısmı mâyi ve hâkezâ, her çeşit bulunur. Lâkin bir kısmı icadî bir nescdir. Bir kısmı da tecellîyata bir nakıştır. Felâsifenin dalâletince, icad ile nakış birdir. Ve o dükkân sahibi de mûcib-i bizzattır. (MESNEVİ-İ NURİYE, Zerre)

5-Evren büyük bir insandır, insan ise küçük bir evrendir

* alem-i sağir denilen insan…….. insan-ı kebir denilen alemin (İ.İCAZ)

Görünen alemde yaşayan insan; evreni inceleyip tefekkür ettiğinde onun adeta başka görünmeyen bir alemin de perdesi olduğu gerçeğini bulacaktır. Kendisine sunulan bunca nimetlere bakacak ve varlıkların kendisine has dillerini çözerek kendisiyle konuşan yüce yaratıcının izini keşfedecektir. Aklını, kalbini ve gözünü açarsa onların konuşmalarını duyacaktır.

*şu kâinat bütün mevcudâtıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fünûn, bütün desâtiriyle, şu kitâb-ı kâinatı zaman-ı Âdem’den beri mütâlâa ediyor. Halbuki o kitap esmâ ve kemâlât-ı İlâhiyeye dâir ifade ettiği mânâların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mişârını daha okuyamamış. (SÖZLER,31.Söz)

*akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede? (SÖZLER,6.Söz)

*göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlaacısı ve şu âlemdeki mu'cizât-ı san'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar.(SÖZLER,6.Söz)

*kalb-i beşerde şu âlem-i kebîrin safahâtında tecellî ve ihâta eden bütün esmânın âsârını göstermek (SÖZLER,22.Söz)

*Nasıl bir ağaç yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtı ile bir tesbihâtı var; öyle de, koca semâvât denizi dahi kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve ayları ile Fâtır-ı Zülcelâline tesbihât yapar ve Sâni-i Zülcelâline hamd eder ve hâkezâ, mevcudât-ı hariciyenin her biri, sûreten câmid, şuursuz iken, gayet hayatkârâne ve şuurdarâne vazifeleri ve tesbihâtları vardır. (SÖZLER, 29.Söz)

İnsan, hem kâinata bakacak onu okuyacak hem de, kendine bakıp kendini okuyacaktır. Çünkü kendisinde de kâinatın birçok kitapcığı yazılmıştır. Bu büyük evren kitabında yazılan yazıların çoğunu insanın mahiyetinde de bulabiliriz. Onu da incelesek aynı yazarın mektubu ve sanatı olduğunu görürüz. Çünkü insan küçük bir kâinattır, evren ise büyük bir insandır

*insanda şu kitab-ı kainatın ekser meselelerini yazmak (SÖZLER, 22.Söz)

*kitab-ı kâinatın ekser mesâilini insanın mahiyetinde yazan (M.NURİYE, Lemalar)

*insan, şu âlem-i kebîrin bir misâl-i musağğarıdır (SÖZLER, 9.Söz)

*kalem-i kudret âlemin kitâb-ı kebîrinde ne yazmış ise, icmâlini mahiyet-i insaniyede yazmıştır; kalem-i kader dağ gibi bir ağaçta ne yazmış ise, tırnak gibi meyvesinde dahi derc etmiştir. (SÖZLER, 22.Söz)

İnsan; bu büyük evren kitabını okurken, harflerin süsüne ve birbirleriyle ilişkisine dalıp sersemlemeden yürümeli, gerçeğin yolundan sapmamalıdır. Fizik, kimya, biyoloji ve diğer ilimler kendi durduğu yerden evreni anlatır ve birbirleriyle iç içedir. İnsan evrendeki her şeye iyice bakmalı, her şeyi incelemeli ama güzellikleri görüp ’’Ne güzeldir ’’ deyip geçmemeli, ’’ Ne güzel yapılmış ’’ diyerek onun sanatkârını da görebilmelidir. Eserden, sanatkâra mutlaka varabilmelidir.

*bu kitab-ı kebîr-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sayfasıyla ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemâlâtını bildirmek ve cemâlini göstermek ve kendisini sevdirmek için, en cüz'îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddit lisanlarıyla cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor. (LEMALAR, 30.Lema)

*Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye İmân etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san'at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler. (M.NURİYE, Lasiyyemalar)

*o kitab-ı kainatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade katibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder (LEMALAR,30.Lema)

*ulûhiyet ve mâbudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedânî ki, her sayfası bir kitap kadar ve her satırı bir sayfa kadar mânâları ifade eder ve öyle cismânî bir Kur'ân-ı Sübhânî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mucize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve mânidar nakışlarla tezyin edilmiş ve mescid-i Rahmânîdir ki, herbir köşesinde bir tâife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mâbud-u Bilhak, (ŞUALAR,11.Şua)

*şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vahid-i Ehadin kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve mâkul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünkü, bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab' ve bastırılması için ekser kâinatın tab'ına lâzım olan teçhizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir. (M.NURİYE, Lemalar)

*kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de, pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâniini gösterir, esmâsını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla, âdeta Sâniini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir. (M.NURİYE, Lemalar)

İnsan kâinatı bu gözle okumayla tanışınca gözün bakışı, kulağın duyuşu, vücudun işleyişi de değişir, beyini kimyası da. Bakıp görmeyen, duyup anlamayan bir bedenden başka bir bedene ve dünyaya evrilir insan.

*Ammâ, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, hurûf-u mevcudâtın tezyinâtında ve münâsebâtında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitâb-ı kebîrin hurufâtına mânâ-i harfî ile, yani, Allah hesâbına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip, mânâ-i ismî ile, yani, mevcudâta mevcudât hesâbına bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yapılmış"a bedel "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir. (SÖZLER, 12.Söz)

Bu yaratılış ağacının bir meyvesi olan dünya, Mevlevi ayinindeki Semazen gibi hem kendi etrafında hem de güneş etrafında dönen bir misafir, üzerinde yaşayanlar için ise bir misafirhanedir.

Güneş, hareket etmekle beraber istikrarlı, kararlı bir gök cismidir. Bütün gök cisimleri genel çekim kanunları ile birbirine bağlıdır. Yaratılış ağacı, sonsuz uzayda dal budak salmıştır. Birçok elementleri arasında kimyasal ilişkiler vardır. Bunlara da bakıp derin düşünceler geliştirilmelidir.

Yaratılış ağacının dalları her tarafta nimet olarak adlandırılan meyveleri canlıların eline uzatır. Hakikatte uzatılan bu el rahmet elidir, kudret elidir ve Rahim ve Kadir biri tarafından verilir.

*Fezada uçan meczup ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstakarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anasır-ı kesireden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz  (MUHAKEMAT)

*Eşya arasında öyle münasebetler vardır ki, onları ayna gibi yapıyor. Herbirisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Mesela bir parça cam büyük bir sahrayı gösterdiği gibi, bazan olur ki, bir kelime, uzun ve hayali bir macerayı sana gösterir. Bir kelime, pek acip bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahut bir kelam, zihnini alır; misali alem-i misallere kadar götürür, gezdirir. (İ.İCAZ, Huruf-u mukattat)

Bediüzzaman birçok eserinde evrendeki varlıkların arasındaki ilişkileri, düzeni anlatır. Şualar isimli Kitabının 7.Şua’sı içinde  “ Ayetül Kübra ”  adı verilen ve    “ Kâinattan Hâlıkını Soran Bir Seyyahın Müşahedatıdır.”  diyerek isimlendirdiği özel bölümüyle, meraklı bir gezgincinin diliyle evreni gözlemler ve konuşturur.

O, Evliya Çelebi’nin geçmişteki “Seyahatnamesi” ne bedel, çağdaş, araştırmacı bir gezgincinin diliyle hem hayalen hem de aklen, gördüklerini yorumlar, “ Evrenin gözlemi ” sayılacak orijinal, yepyeni bir müşahede yazar. Evrenin diliyle her kesin kendi bilgi dağarcığı ölçüsünde anlayacağı bir anlatımla onların konuşmalarını anlatır.

*Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş (SÖZLER, Lemaat)

O seyyah; ilk önce gökyüzüne bakar ve oradaki yüz binlerce yıldızları, Güneşi, Ay’ı, Dünya’yı görür ve hayalen onların konuşmalarını dinler. Şimdi o konuşmalara bir bakalım, çok uzun olduğu için bir parçasını örnek alarak aşağıya aldım, meraklısı 7.Şua’yı baştan sona okuyabilir:

*Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh ve gayet san'atkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâh ve temâşâgâh ve gayet mânidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzü görünür. "Bana bak, aradığını sana bildireceğim" der. O da bakar, görür ki:

Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür'atli yüz binler ecram-ı semâviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat, bu azameti ve ihatatı ile o semavat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve mevcudiyeti, semavatın mevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder. (ŞUALAR, 7.Şua)

Sonra bulut, yağmur ve rüzgar ilişkilerine, şimşeğe, gök gürültüsüne bakar, onları konuşturur, sonra döner aklına bakar ve bu olaylar hakkında onu da konuşturur.

Sonra denizleri ve nehirleri konuşturur. Sonra dağlar ve çölleri konuşturur. Sonra bitkiler ve ağaçları konuşturur. Sonra hayvanlar ve kuşlar dünyasına gelir ve onları konuşturur.

Sonra da insanların dünyasına döner, ilk önce bütün Peygamberlerin bulunduğu bir yere gelir ve onları konuşturur. Sonra ilim adamlarının, asfiyaların, müçtehidlerin, mürşidlerin meclislerine gelir, onları konuşturur.

Sonra hayalen tekrar gökyüzüne çıkar ve melekleri konuşturur. Sonra ahirete göçmüş, istikametli ve aydınlık akılların ve selim kalplerin kapısını çalar, aklen ve kalben onlarla konuşur. Sonra bilinmeyen, görünmeyen bir dünyaya gayb alemine girer, merakla, akılla, kalple oradan içeriye bakar ve onları konuşturur.

Bediüzzaman bu eriyle evrende hangi varlık konuşsa onun bir yaratıcısı olduğunu, hiçbir şeyin sebepsiz olmadığını, yaratıcının elinin her an onların üzerinde olduğunu, elini bir an çekse her şeyin birbirine gireceğini düzen ve intizamın kendi kendine ayakta durmasının mümkün olmadığını ispat eder.

Deist felsefecilerin kabul ettiği Tanrı anlayışıyla İslamın anlattığı Allah’ın yakından uzaktan hiçbir benzerliği yoktur. Onlara göre Tanrı sadece yaratmıştır, ondan sonrasına karışmaz, kanunlar ve sebepler idare eder. Onlar; sebep netice arasındaki ilişkilerin arkasındaki gizli eli göremediler. Sebeplerin öyle netice vermesi için yaratıldıklarını ve her an o gizli elin iradesinin, gücünün onların üstünde olduklarını anlayamadılar.

Onlar; diğer felsefecilerden farklı olarak evrenin mükemmelliğini gördüler ve kendi anlayışlarına göre bir Tanrı tarif ettiler. Onlar Hıristiyan bir toplumda doğdular, Ruhban sınıfının anlattıkları din ile tatmin olmadılar, onu inkar ettiler, haksız da sayılmazlar.  Akıllarına uygun izahlar bulamadıkları için de Hıristiyanların bütün kutsallarını da reddettiler. Keşke onlar da dini konuları, evreni ve insanı Bediüzzaman’ın anlattığı gibi tarzda anlatan İslam dünyasından birini kendi asırlarında bulabilselerdi. Dini reddeden felsefecilerin tümüne baktığınızda onların İslamı değil, papazların Hıristiyanlık adına anlattıklarını ret ettiklerini görürsünüz.

Bediüzzaman yazmış olduğu eserlerde Allah’ın varlığını, birliğini, öldükten sonra dirilmeyi, Peygamberleri, onlara indirilen kitapları, Mucizeleri, Melekleri, Ahireti, Cenneti, Cehennemi, , Kaderi, Vahyi, ilhamı, insanı, insanın maddi ve manevi yapısını, ruhu, aklı, yeme içme duyusunu, cinselliği, hayal, benlik duygusunu, vicdanı,  kainatı, atomların hareketini, tabiatı, çocukların, gençlerin, ihtiyarların, hastaların, kadınların sorunlarını ve daha birçok konuyu, günümüz insanının anlayacağı tarzda, akla kapı açarak anlatmış, görevini yaparak bu dünyayı terk etmiştir.

“Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur”(TARİHÇE-İ HAYAT)

Bediüzzaman’ın eserleri bu konulara aç olanlara, kafasında çözemediği problemi olanlara, kendi akıl feneriyle yol bulamayıp çevresindeki taklidi iman içindeki Müslümanlardan yardım alamayanlara, hala rehber kitaplar olarak hizmet vermeye devam ediyor? Papaza kızıp oruç bozmaya hiç de gerek yok. Biz birey olarak doğru İslamiyeti ve islamiyete layık doğruluğu ve istikameti göstermekle mükellefiz. Böyle yaparsak inanın, onlar bizi örnek alacaktır. Bizim kötü örneğe kızıp bireysel sorumluluktan kaçma gibi bir lüksümüz olamaz.

Pardon sizin de bir sorunuz mu var? Elliden fazla dile çevrilmiş 130 parça, 14 cilt ve 6 bin sayfa olan Risale-i Nurlar sizin de emrinizde. e-kitap olarak internette, basılı yayın olarak kitapçılarda, her yerde, hangisini isterseniz ona müracaat edebilirsiniz!.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.