Bediüzzaman Said Nursi'ye göre ölüm felsefesi

Bediüzzaman Said Nursi'ye göre ölüm felsefesi

Ölüm gerçeği konusunda iki büyük fikrî akım kendini göstermiştir

Prof. Dr. Mustafa Bin Hamza'nın yazısı:
 
Bismillahirrahmanirrahim.
 
Eski zamanlardan bu yana, ölüm hakikatini açıklayabilme gayreti alimlerin ve filozofların zihinlerini meşgul etmiştir. Fikrî mezhebleri ve konumlarından hareketle konuyla ilgili bir çok tasuvvurları vardır. Bunlardan bazıları ölümü maddî planda ele alarak, tabiî sebepler dolayısıyla cesedin fizyolojik görevlerini yerine getiremez hale gelmesi şeklinde açıklamıştır.
 
Diğer kesim ise, konuya rûhî açıdan yaklaşarak, ruhla beden arasındaki irtibatın kopması; bu yolla daha yüce ve daha şerefli bir başka hayatın tecellî edeceği yeni bir merhalenin başlamasına meydan verilmesinin zarûreti üzerinde durmuşlardır.
 
Bu ikinci fikri savunanlar Müslüman mütefekkirlerdir. Bunların üzerinde durduğu nokta, ölümün hayat-ı uhreviyye yolculuğundaki durakların ilki oluşudur. Allah'ın kitabında da bu husus açıkça belirtilmiş, tıpkı hayat gibi ölümün de mahlukâtın ayrıl­maz parçası olarak yaratıldığına dikkat çekilmiştir. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır; "Şânı ne yücedir Onun ki mülk elindedir. O her şeye kâdirdir. Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı."2Âlimlerin üzerinde durduğu ölümün mahlûk oluşuna dair yorum, ölümün de vücûda mazhar olduğunu gösterir. Zira madûm olan bir şeyin mahlûk olarak vasıflandırılması düşünülemez. Buradan hareketle, akâid kitapları vücûd ve fenâ ko­nularına uzun uzadıya yer vermiştir.
 
Ölüm gerçeği konusunda iki büyük fikrî akım kendini göstermiştir:
 
- İ'tizâlî ve tabiatçı akım
 
- Sünnî akım
 
Birincisi: Ölüm tasavvuru konusunda i'tizâlî ve tabiatçı akım
 
Mu'tezile ve tabiiyyûnun yolları, ölüm hakikatını ele almada tam anlamıyla müt­tefik değildir. Bununla birlikte aralarında bazı müşterek noktaların bulunması hase­biyle, aşağıda beyan edileceği gibi bu iki kesimi bir potada ele alacağım.
 
Bunların tamamına göre ölüm, hayat nüvesinin solmasıdır. Böylelikle cesed fiz­yolojik görevlerini yapamaz hale gelir. Bu durumda ölüm "cesedden hayatı söküp çıkaran" âdem haletidir. Bu düşünürler, mezkur tasavvurdan hareketle bazı yorum­larda bulunarak şöyle derler:
 
- Ölüm, hayattar bir özellik taşıyan veya bununla muttasıf olan bir varlıktaki ha­yatın âdemidir.
 
- Ölümün tarifi; nefsin cesedi kullanmayı bırakmasıdır.3Ruhun cesedden ayrıl­masıdır.4Hayatın inkıtâa uğramasıdır.5
 
Bu tarifler her ne kadar ibareleri birbirinden farklı olsa da, hayatın zıddı olan bir âraz olması noktasında buluşmaktadırlar.6Mu'tezilî ekolde yer alan Zemahşerî ha­yat ve memâtın karşılaştırılmasını şöyle yorumlar:
 
"Hayat, vücûduyla (var oluşuyla) hissedilebilir. Denilir ki, birşeyin hayy olabil­mesi için, onun ilim ve kudret sahibi olması gerekir. Ölüm ise bunun âdemidir."7
 
Bu ekolün mensupları, Kur'ân-ı Kerim'deki şu âyet-i kerimeye dayanarak ölü­mün mahlûk (yaratılmış) olduğu sonucuna varmışlardır; "O (Allah) ki ölümü ve ha­yatı yarattı."8Bunlar, mezkur nassın te'viline dair daha güzel bir çıkış yolu bul­mamışlardır. Diğer yandan bunlar te'vil açısından muhtelif fikirler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı, ölümün bir takım sebeplere dayanmasından dolayı ölümü mahlûk olarak değerlendirir. Bazıları "halaqa"(yarattı) fiilini te'vil ederken, "Kaddera" fiilinin müevveli olduğunu söyler. Zemahşerî şöyle der; " ‘Ölümü ve hayatı O ya­rattı' ifadesinin mânâsı, bütün varlıkları îcâd ve idam edilmesidir."9
 
Et-Tahrîr ve't-Tenvîr müellifi şöyle der; " ‘Ölümü yarattı' ifadesinin mânâsı, onun sebeplerinin îcadıdır. Zira ölümün kendisi ademdir; hakiki mânâda yaradılışla alakalı değildir. Ancak, mahlûkat için bir araz olması itibarıyle, husûle getirdiği so­nuç açısından ‘yaratma' olarak ifade edilmiştir."10
 
Tabiatçı mu'tezile görüşü sahiplerine göre ölüm bir ademdir. İnsandaki hayat sıfatının mücerred bir şekilde nihayet bulması demektir. Bu durum ölüm üzerinde bir inceleme yapmayı ve insanın tekvinî tabiatının gereği olarak tabiî bir değişime maruz kalması itibarıyle ölümü kısımlara ayırmayı gerektirmiştir.
 
Ehl-i mu'tezile ve tabiiyyûn buradan hareketle ölümü iki sınıfa ayırmışlardır:
 
1- Tabiî ve fıtrî ölüm.
 
2- İhtirâmî (hayatı ortadan kaldıran sebeplerle gelen) ölüm.
 
Fıtrî olarak da isimlendirilen tabiî ölümü ele alacak olursak, bu görüş sahiplerine göre ölüm için tabiî olarak zaruri görülen hayat suyunun yok olmasıdır.11İnsan cesedinde muayyen ve mahdud bir şekilde madde-i hayat bulunmaktadır. Bu madde belirli unsurların imtizacları doğrultusunda bir insandan diğerine muhtelif miktarlarda olabilmektedir. Meselâ "demevî" unsur (içindeki madde-i hayat itiba­rıyla) "safravî" ve "balğamî" unsurlara nisbeten daha uzun ömürlüdür.12
 
Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere insan hücresi belirli bir ömre sahiptir. Ancak bu miktar meselâ dinazorlar gibi büyük hayvanların ömürleri kadar uzun olması düşünü­lemez.
 
İnsana nisbetle tabiî ölüm, ceseddeki hayat enerjisinin tükenmesi ile gerçekleşir. Özellikle ihtiyarlık döneminde hayatla olan bütün bağlantıların giderek zayıflamasıyla ceseddeki bu enerji azalmaktadır.
 
İkinci ölüm çeşidine gelirsek, bu hayatı iptal eden sebeplerin ortaya çıkardığı ölümdür. Hararet-i gariziyye olarak nitelenen hayat gücünün söndürülmesiyle ger­çekleşir. Bu, fıtrî ve tabiî ölümü meydana getiren zaruri sebeplerle ortaya çıkma­yan bir ölüm çeşididir ve ömrü hitama erdiren arızî sebeplerle gerçekleşir. Normal hayat seyrini değiştirecek sebeplere katl, boğma ve hastalığı örnek olarak göste­rebiliriz.
 
Tabiî ve ihtirâmî eceller hakkındaki şu görüş üzerinde durmadan geçemeyece­ğiz: Hiç şüphesiz her ikisi de ölümün tabiatı gereği tamamıyla maddî olarak tasav­vur edilmektedir. Ancak Müslüman düşünürlerin çoğunluğu bu noktaya tıp kitapla­rındaki sıhhat, hastalık, tedavi ve ölüm gibi muayyen başlıklar altında temas etmiş­lerdir.
 
Kadim tabipler genellikle tabiatçı filozofların makalelerine dayanmışlardır. Bura­larda ise ölümün mer'î olan maddî yönü ele alınmıştır. Dolayısıyla tabiplerin araş­tırmaları da hep bu çerçevede yoğunlaşmıştır.
 
Er-Rahmetü fi't-Tıbb ve'l-Hikme eserinin sahibi şunları söyler:
 
"Ölüm sebepleri üçtür: Birincisi katl ve ihtiyarlık gibi sebepler. İkincisi, dört karışımın ilavesiyle ortaya çıkan durum. Üçüncüsü de tabiî ömrün tamamlanma­sıdır ki, bu dört yaş döneminin gerçekleşmesiyle hasıl olur. Sabavet (çocukluk) yaşından, bülûğ çağına kadar hayat tabiatının suyu gayet sıcaktır. Bu dönem beş yaşına, en geç yirmi yaşına kadar devam eder. Daha sonra katılaşma dö­nemi başlar. Gençlik döneminin bir müddet devam etmesi esnasında harâret ve sertlik tabiatı üzerine bu özellik galebe eder. Bu dönem de kırk yaşına kadar ken­dini gösterir. Daha sonra ise yapıda bir sulanma ve gevşeme merhalesi başlar. İhtiyarlık kendini gösterir. Kuvvet azalır ve nem iyice donuklaşır. Bu yaşlılık dö­nemi ise yetmiş-seksen yaşına kadar uzar. Sonra donuklaşma ve katılaşma zu­hur eder ki, zaafiyetten dolayı harâret iyice azalır. Buna kocama yaşı denir. Fenâ bulana kadar nem ve harâret kaybolmaz ve sönmez. Bu genellikle yüz yirmi yaşına kadar devam eder. Bu duruma gelenler çok nadirdir. Çoğunluk Al­lah'ın takdir ettiği ecel ile, daha önceden zikrettiğimiz doğrultuda hayat tabiatını kaybeder; bu ise tabiî ölümdür."13
 
Ölümü iki tür olarak taksim edenlerin gayet açık bir hataya düştüklerini özür di­leyerek beyan etmek isteriz. Zira onlar bir diğer önemli unsuru, ruh unsurunu dik­kate almamışlar, bundan bahsetmemişlerdir. Tıpkı vefattaki hakiki sebep olan ecel­lerin gelmesinden bahsetmedikleri gibi. El-Cevhere'de şöyle denir:
 
"Katledilerek öldürülen kimse eceliyle ölmüştür. Bunun dışındaki sözler batıldır, kabul edilmez."
 
Eğer vefat olayı insanların eceli sonucu oluyorsa, bu hakikatın ölüm tarifine der­cedilmesi zarurî hale gelmektedir. Ruh eğer insan için ayrılmaz bir parçaysa, vefatın sureten tekmil edebilmesi için cesedden mufarakatından da bahsetmek gerekir.
 
Mu'tezile tabiî yönün temyîz edilmesi zarûreti üzerinde ısrarla durmuşlardır. Buradan hareketle konuya bir başka unsuru ilave etmişlerdir. Bu, ecel bahsidir. Bir maktûlün tabiat-ı vefatını sorgulamışlar ve bu konuda fazlaca söz söylemişlerdir. Bunlardan birisi olan Ka'bî, maktûl olan ölünün iki eceli olduğunu söyler. Birincisi katl sonucu gelen ecel, diğeri katledilmese de muhakkak ulaşacağı diğer ecel. Mu'­tezile ekolünün geneli, maktûlün bir tek ecelinin olduğu görüşündedir. Bu da, o kimsenin katledilmese de Allah tarafından bilinen ölümüdür.
 
Ebu'l-Hüzeyl El-Allâf şöyle der; "Maktûlün bir tek eceli vardır; o da, öldürül­düğü andır. Eğer katledilmeseydi, bir başka şeyden dolayı yine ölecekti."14
 
Bunun dışında daha bir çok görüş bulunmaktadır. El-Allâf'ın görüşü dışındaki i'ti­zâlî tasavvurlar tekellüflü ve şu âyet-i kerimenin muktezasından uzak görünmekte­dir; "Onların eceli geldiğinde bir saat gecikmez ve öne de geçmez."15
 
İkincisi: Ölüm hakikatini anlamada sünnî ekol
 
Ehl-i mu'tezile ve tabiiyyûnun görüşlerinin aksine ehl-i sünnet, Kur'ân'ın ifadele­rinden hareketle ve ölümün mahlûk yani vücûdî bir yapıya sahip oluşuna dair varid olan nassları delil göstererek farklı bir ekol oluşturmuşlardır. Bu grubun tarifleri mezkûrverilerden hareket etmektedir. Bu tariflerden bazıları şunlardır:
 
- Ölüm, hayatın zıddı olarak yaratılan vücûdî bir sıfattır.16
 
- Veya, hayatın zıddı olan vücûdî bir sıfattır.17
 
- Veya, hayat sahipleri için geçerli olan mahlûk bir keyfiyettir.18
 
Akâid kitaplarında yer verilen bu tariflere dikkat edildiğinde, cevher veya araz olsun ölümün vücûdî olarak değerlendirilmesi noktasında birleştiği görülecektir. An­cak bu tariflerde yine de bazı kapalı noktalar vardır. Bu açılardan akıl, ölüme mü­cerred olarak bir adem, izmihlâl ve tevakkuf (bir yerde durma) olarak bakabilmek­tedir. Bu arazlar eşyanın vücûdî olarak değerlendirilmesine imkan vermemektedir. Çünkü, benzer şekilde diğer vücûdî arazlar açısından nâkıza olmaktadır. Bu durum ise, ölümle ilgili Kur'ânî mânâlara yakınlaştıracak güçte başka tahliller yapılarak, akla gelen suallere cevap bulunmasını, bir takım zorlama yorumların ve kapalığın gide­rilmesini gerektirmektedir. İşte bu güç görev Bediüzzaman tarafından gerçekleş­tirmiştir. Ender bir kahramanlık ve benzersiz bir derinlikle, zahiren hilafı olarak gö­rünen ölümün mahluk oluşu meselesini ele almıştır.
 
Bediüzzaman ve ölüm felsefesi
 
Açıkça görülmektedir ki, ölüm meselesiyle en fazla ilgilenenler ve bu meseleyi Kur'ânî veriler çerçevesinde tasavvur etmeye çalışanlar alabildiğine çoktur. Dikkatli bir araştırmacı çoğu zaman bu görüşlerden kendisi için bir şifa, müşkilleri için bir çözüm yolu bulamaz. Bu konunun bir çok yönüyle karanlıkta kaldığını göreceğin­den yeni bir hal yolu bulmaya ihtiyaç duyacaktır.
 
Bu konudaki müşkiller halihazırda mevcuttur. Hiç şüphesiz, bu gibi fikrî prob­lemlerle zihinlerini meşgul eden kimseler konu hakkında Bediüzzaman'a sualler yö­neltecek olurlarsa, Risâle-i Nur külliyatında yer alan Mektubât isimli eserinde gayet mukni cevaplar bulacaklardır. O, şu âyet-i kerimeyi zikrettikten sonra bir soruya yer verir:
 
"Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı." (Mülk Sûresi, 2)  gibi âyetlerde: ‘Mevt dahi, hayat gibi mahlûktur, hem bir ni'mettir' diye ifhâm ediliyor. Halbuki zahiren mevt, inhilâldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hâdimü'l-lezzâttır, na­sıl mahlûk ve ni'met olabilir?"19
 
Benim gördüğüm kadarıyla böyle bir sual, ancak bu müşkili gerçek anlamda ta­nımlayabilmek için zihnini meşgul eden bir düşünürün ürünü olabilir. Bu soru, iki belirgin fikri, ölümün bir ni'met ve bunun vücûdî bir durum oluşunu dile getirmek­tedir. Mezkur iki noktayı birbirine yaklaştırmak ve bunu ikna edici bir şekilde müda­faa edebilmek oldukça güçtür.
 
Ölümün ni'met oluş cihetine bakacak olursak, Bediüzzaman bu konuya "dört vecih"le yaklaşmıştır:
 
"Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, âlem-i berzahda bir visâl kapısı ol­duğundan, en büyük bir ni'mettir.
 
"İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp, vüs'atli, sürurlu, ızdırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle Mahbûb-u Bâkî'nin dâire-i rahme­tine girmektir.
 
"Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerâit-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni'met olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırap ve­ren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefâlet-i halle­riyle senin önünde şimdi bulunsaydı;hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar ni'met olduğunu bilecektin.
 
"Dördüncüsü: Nevm, nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musîbetzedeler, yaralılar, hastalar için. Öyle de, nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belâlarla mübtelâ olanlar için ayn-ı ni­'met ve rahmettir."20
 
Sualin ikinci şıkkı ise ölümün vücûdî bir durum olmasıyla alakalıdır. Bediüzzaman bu konuda şunları söyler:
 
"Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekandır, bir tahvîl-i vücûddur, hayat-ı bakıyeye bir dâvettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bakıye­nin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünkü, en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser-i san'at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla görüldüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizâcât-ı unsûriye ve hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen inti­zamlı ve hikmetli ölümün, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sümbülün mebd-i hayatıdır; Belkiayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.
 
"Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, ha­yat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe' olduğundan; ‘O mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahlûk'denilir.
 
"İşte en ednâ tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahlûk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvîsi olan hayat-ı insaniyenin ba­şına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava aleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da, alem-i berzahta, elbette bir hayat-ı ba­kiye sünbülü verecektir."21
 
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi Bediüzzaman, ateş misal düşüncesi ve benzer­siz ferasetiyle eşyanın batınına dalmakta, buradan akılların kolaylıkla idrak edebile­ceği ve cevap bulabileceği şekilde mantıklı tasavvurlar çıkarmaktadır. Nazarları ya­nıltmayacak tarzda mevtin vücûdî oluşunu müşahhas olarak göstermektedir.
 
Bediüzzaman'ın nazarında ölüm, hayatta yeni bir yolculuğun bidayetidir. Bu başlangıçla birlikte insan, bilinen ve alışılmış hayattan daha şerefli ve daha yüce bir hayat merhalesine başlamak üzere ruhunu teslim edecektir.
 
Bu açıdan mevt, bir geçiş köprüsü, daha şeffaf bir hayata götürecek bir geçittir. Nasıl ki bir buğday tohumunun veya nüvesinin yere düşmesi ve suyla ıslanması so­nucu, tahavvül ve ta'mir kanununa boyun eğerek kimyevî değişime maruz kalması, dışardan bakanların nazarında kokuşma ve çürüme olarak görülmektedir. Ancak, sonuçta hiç de öyle olmamakta, her bir tohumdan onlarca tohum veren sümbüller fışkırmaktadır.
 
Bu olay her ne kadar çürüme ve dağılma gibi görünse de, aslında arzın karan­lıklarında dağılan ve kaybolan bir habbe için yeni bir hayatın tecellisine sebep ol­maktadır. Eğer bu tefessüh ve izmihlâl olmasaydı, mezkur habbe yeni bir hayat için bir yol ve vesile bulamayacaktı. Halbuki onun izmihlâl olarak görülen tefessühü ve dağılması gerçekte yeni bir hayatın doğuşuna basamak olmaktadır.
 
Bu değişimin mezkur keyfiyet ile tamamlanması ve  kimyevî kanunlara bağlı olarak gerçekleşmesi, insanların izmihlâl olarak görmelerine rağmen güçlü bir hare­ketin bulunduğunu gösterir. Bunlar aslında, yaradılışda sünnetullah olarak bilinen kanunlara mahkûm ve bağımlı olarak gerçekleşen ameliyelerdir. Bir buğday tanesi yüzlerce habbe haline geldiğinde, insanlar için bir gıda olacaktır. Bu yolla onun ka­nına ve damarlarına karışacak, onun terkibinin ve binâsının yapıtaşı olacak, sonunda düşünce sisteminin ve organizmasının bir cüz'ü naline gelecektir. Böylelikle bir habbe ilk suretinden dahaşerefli sir suretle yeniden ihyâ olacaktır. İnsanların naza­rında bir fenâ ve adem olarak görülen zahirî izmihlâl hali, gerçekte yeni bir hayat bulmadır ve bu ilkinden daha bariz bir şekilde tecelli eder.
 
Bir habbenin yeniden hayat bulması gerçekte, öldükten sonra insan olarak ha­yata dönüşten başka bir şey değildir. Daha önceki vücûdundan çok farklı bir vücûda kavuşmaktadır. Dolayısıyla yeni bir hayatla sünbül verebilmesi için dünya hayatından ayrılması zarurîdir.
 
Bu harika tasavvur ile Bediüzzaman esas gayeye ulaşmakta, mevtin vücudi bir durum olduğunu ikrar etmektedir. Madem ki ölüm şaşmaz değişim kanunlarının bir neticesidir, o halde insan ikinci bir vücûd için yeniden diriltilecektir.  Hiç şüphesiz bu değişimler ise bizzat Kur'ân-ı Kerim'in şöylece dile getirdiği vücûdî bir durumdan başkası değildir; "O (Allah) ki ölümü yarattı."
 
Bediüzzaman'ın bu konuda yaptığı değerlendirmeler gerek akaid alimleri, ge­rekse müfessirler açısından eşit ehemmiyete sahiptir. Bu önem bir kaç noktada mülahaza edilebilir; o, mevtin vücûdiyetini uzak te'villere başvurmaksızın gayet parlak bir şekilde açıklamıştır. Öyle ki, bu konuyu ele alanların çoğu yaptıkları açık­lamalarda oldukça zorlanmışlardır.
 
Bu değerlendirmeler aynı zamanda, ölümü korkutucu olmayan bir şekilde tasvir etmesi açısından da önemlidir. Zira buna göre ölüm ne bir fenâ, ne bir izmihlâl, ne de bir kaybolup gitmedir. Sadece bir tahavvüldür, daha mükemmel ve daha şerefli bir aleme nakildir.
 
Bediüzzaman'ın bu yaklaşımı Ebu'l-Ulâ el-Maarrî'nin şu sözüyle paralellik arze­der:
 
"İnsanlar fenâ için yaratılmışlardır. İçlerinden bazıları bunu yok olup gitme olarak kabul eder. Şüphesiz ki insanlar amel dünyasından, şekavet veya saadet alemine nakledilirler."
 
Ölümün adem ve fenâ olarak tasavvur edilmesiyle bağlantılı olarak bir korku hasıl olur. Buradan hareketle insan bu korkunun esiri olur. Böylelikle vücûd-u insân­înin yapısında devamlı bir tahrib ve çöküntünün hakim olduğunu görür. Bu durum­dan rahatsız olarak, onun sebeplerinden uzak durmaya çalışır. Hatta hak yolundamücâhede etmek, akîdenin savunulması ve batıla karşı konulması durum­larında dahi bu durum kendini gösterir.
 
Bediüzzaman'ın nazarında ölüm felsefesi, insanın bekasının, devamiyetinin, son­raki hayatın ilk hayatla olan bağlantısının ilanına dayanır. Buna göre, hayat yolculu­ğunun ilk boyutunda insan hayatını kuşatan, ona ölümün nihayet ve yokluk fikrini aşılayıp sıkıntıya atan maddiyyun felsefelerinin yaydığı adem, ilgâ ve kötü akîbet gibi düşünceler reddedilmektedir.
 
Bediüzzaman'ın konuyla ilgili tahlilinin aynı zamanda psikolojik boyutu bulun­maktadır. Böylelikle insana varlıkla alakalı olarak bir itmi'nan ve insicam kazandırır­ken, hayatın birinci ve ikinci boyutları hakkında bir emniyet hissi uyandırır. Aynı zamanda ölümün korkunç bir kabus, insanı yok edip, mahveden bir son olmadığını telkin eder. Bu hissi elde eden insan meşakketler karşısında husûsi bir cesaret, zor­luklara karşı gayret içinde olur. İnsanlar tarafından asla istenilmeyen ölüm, hakikatte nefsin karar kılacağı ve mutmain olacağı bir hayata doğru yapılan bir yolculuktur. Çünkü "Ahiret yurdu muhakkak ki hayattardır; eğer bilselerdi."22
 
DİPNOTLAR:
2 Mülk: 1-2.
3 Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti'l-Fünûn, 3/1316
4 Ebû   Muhammed Abdü's-Sâlimî, Meşâruku'l-Envârı'l-Ukûl, 2/88, Tahkik: Abdurrahman Amîra
5 A.g.e.
6 Mantıkçılara göre fenâ türleri dört tanedir; Tekâbül-ü Nakzeyn (Birbirini nakzeden iki şeyin karşı karşıya gelmesi). Buna selb ve îcâb da denir. İnsanla insan olmayanın, siyahla siyah olmayanın karşılaştırılması gibi. Bir meleke ile onun ademinin karşılaştırılması,körlükle görmenin, zenginlikle fakirliğin tekâbülü gibidir. Tekâbül-ü Zıddeyn (Birbirine zıt iki şeyin karşı karşıya gelmesi) Hararet ve burûdet, fazîlet ve rezîlet gibi bir tek vakitte biraraya gelmeksizin bir mevzûda peşpeşe gelebilen özelliklerdir. Tekâbül-ü Mütezâyifeyn (Birbirine komşu iki kavramın karşılaştırılması) Erkek kardeş ve kız kardeş, ön ve arka gibi birinin tasavvuru diğerinin ekseni üzerinde bulunan kavramların karşılaştırılmasıdır.
7 Zemahşerî, Keşşâf, 4/113
8 Mülk: 2.
9 A.g.e.
10 Muhammed Tahid b. Âşur, Et-Tahrîr ve't-Tenvîr, 13/29
11 Kitâbu Istılâhâti'l-Fünûn, 3/1917
12 En-Neşru'l-Tayyib Alâ Şerhi'ş-Şeyh El-İdrîsî El-Vezzânî, 29/13
13 En-Neşru't-Tayyib, 2/375
14 El-Bicûrî, Şerhu Cevherati't-Tevhîd, 161; En-Neşru't-Tayyib, 2/375
15 El-A'râf: 32.
16   Muhammed Abdürraûf El-Münâvî, Et-Tevkîf alâ Mühimmâti't-Teârîf, 683; El-Isfahânî, Müfredâti'r-Râ­ğib, 497; Cürcânî, Et-Ta'rifât, 211
17 Tefsîru'l-Fahri'r-Râzî, 30/55
18 Ahmed el-Halîlî, Meşâriku Envâri'l-Ukûl, 2/88; El-Bîcûrî, 349
19 Mektubât, 7
20 Mektubât, 8
21 Mektubât, 7
22 Ankebût: 84.
 
Prof. Dr. MUSTAFA BİNHAMZA
1949'da Fas'ın Vecde şehrinde dünyaya geldi. Üniversite tahsilini Karaviyyin Üniversite­sinde tamamladı. Ayrıca Muhammed Bin Abdullah Üniversitesi Edebiyat Fakültesini de okudu. Lisans üstü eğitimini Muhammed el-Hâmis Üniversitesinde tamamladı. Halen Fas'ın Vecde şeh­rinde Muhammed el-Evvel Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak görevini sürdürüyor.
Bazı kitapları şunlardır:
1- İslâmda Özürlülerin Hakları.
2- Kur'ân'da İlm-i Beyan Mucizesi.
 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.