Bediüzzaman ile İslam dünyası üzerine röportaj

Bediüzzaman ile İslam dünyası üzerine röportaj

Bediüzzaman’la ders ve ibretlerle dolu olan bu görüşmenin tafsilatıyla ilgili görüştük

Risale Haber-Haber Merkezi

Moral Dünyası yazarlarından Hasan Hafızi, Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinden yola çıkarak bir röportaj hazırladı. Cevapların Risale-i Nur'dan alındığı röportaj şöyle:

Bediüzzaman Said Nursî, uyku ile uyanıklık arasında gerçekleştiğini söylediği yakaza durmunda bir rüya görür. Bediüzzaman “rüya-yı sâdıka” olarak nitelediği bu olayda bir heyetin kendisine yönelttiği sorulara cevaplar verir.
 
Bediüzzaman’la ders ve ibretlerle dolu olan bu görüşmenin tafsilatıyla ilgili görüştük.
 
Bize yakaza âleminde gördüğünüz rüyadaki diyalog hakkında bilgi verir misiniz?

Meali ve hatırda kalan elfazı aynendir. 1919 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, şiddetle muzdarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm.
 
Bu rüya nasıldı? Bize tafsilatını anlatır mısınız?

Tafsilatı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:
Bir cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi:
 
“Mukadderat-ı İslam için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”
 
Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihînden ve a’sârın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum.
 
Size ne teklif ettiler?

Onlardan bir zat dedi ki: “Ey felaket, helaket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!”
Ayakta durup dedim:
 
“Sorun, cevap vereyim.”
 
Cevap vermeniz istenen soru neydi?

Biri dedi: “Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?”
 
Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazen saadette felaket olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve bekâ-yı istiklaliyet-i İslam için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslam’a fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslamiyenin felaketi, âlem-i İslam'ın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslamiyenin inkişaf ve ihtizazını harikulade tacil etti. Biz incinirken âlem-i İslam ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i muvakkate kaybettik. Fakat bir saadet-i âcile-i müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, geniş istikballe mübadele eden kazanır.”
 
Bunu biraz izah edebilir misiniz?
 
Bu sorunun aynısı meclis tarafından denildi: “İzah et.”
 
Dedim: “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye, belki daha şedidâne kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslam’a münafi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslam'ı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik.”
 
Neden şeriat şu medeniyeti hazırayı reddeder?
 
Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir.
Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür.
Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe’ni tezahumdur.
Hayatta düsturu cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur.
Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür.
Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i manevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
 
İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekâvete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola.
 
Bunun için mi Kur’an-ı Kerim ona karşı duruyor?

Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’an, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.
 
Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye havâic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlakın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlaksız etmiştir. Kurûn-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!
 
Âlem-i İslam’ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı câ-yı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki ilahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz.
 
Bir asıldan tev’em olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve yağ gibi mürur-u a’sâr ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, adeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz.
 
Peki şeriat-ı garrâdaki medeniyet nasıldır?

Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişâından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine, müspet esaslar vaz’ eder.
 
İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür.
 
Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür.
 
Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür.
 
Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüttür. Hevâ yerine Hüdâ'dır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdit eder; nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.
 
Demek, biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa, İslam'dan doksan, belki doksan beştir.
 
Âlem-i İslam şu ikinci cereyana karşı lakayt veya muarız kalmakla hem istinatsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, akılâne davranıp onu İslamî bir tarza çevirip, kendine hadim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
 
Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan; birincisi dese “Öl!” diğeri diyecek “Diril!” Birinin menfaati zarar, ihtilaf, tedenni, zaaf, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure iktiza eder.
 
Şark husumeti, İslam inkişafını boğuyordu; zail oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslam’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı.
 
Bu anlattıklarınıza meclis ne dedi? Fikirlerinizi kabul etti mi?

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslam'ın sadası olacaktır!
 
Biz hangi fiilimizle kadere fetvâ verdirdik ki şu musibetle hükmetti? Zira musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Musibet-i âmme ekseriyetin hatasına terettüp eder. Hazırda mükâfatımız nedir?
Cevabın mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslamiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekât.
 
Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Halık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nev’i namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; keffareten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı.
 
Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neşet eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.
 
Peki bir âmir, hata ile felakete atmışsa?

Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise,derece-i şehadet ve gaziliktir.
 
Baktım, meclis istihsan etti.