Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Bediüzzaman ile Abdurrahman’ın hazîn hikâyesi-2

Şeyh Masum ile bileklerinin birlikte kelepçelenerek Van’dan çıkarıldığının üzerinden yıllar geçmişti... Ama o, çoğu vakit kolunu hareket ettireceği zaman, bileğinin Van Müftüsü Şeyh Masum’un bileğiyle hâlâ kelepçeli olduğu hissine kapılır, gözlerinin önünde Şeyh Said kıyamı münasebitiyle Van ve şarkın tamamından batıya sürülen kafilelerin mazlum ve perişan hallerinin resm-i geçidi başlardı...  Kıyama iştirak etmemiş, hiçbir suçları olmayan, sırf Kürt olduklarından M. Kemal ve Ankara’nın vehmine dokunduğu için vatanlarından koparılıp çil yavrusu gibi dağıtılan bu insanların ızdırab ve elemleri ruh ve kalbine asırlık ağaçlar gibi kök salmıştı. 

Çoğu zaman Barla’nın derin derelerinde, sarp dağlarında, kesif ormanlarında  yalnız başına dolaşırken Ankara’nın “sürgün” dediği, hakikatte ağır bir “esãret” olan hayatının ruhunda açtı derin yaraların da tesiriyle geçmiş zaman hülyalarına dalıyor, bir sinema makinasından çok daha kuvvetli muhayyilesinde geçmiş zaman bütün unsurlarıyla, bütün hãtıra ve levhalarıyla canlanıyor; elem ve hüznün keskin bir zehrin acısıyla tutuşturduğu ruhunun ızdırabına tahammül edemeyerek ağlıyordu...

Bugün de ağlıyordu... Muhatablarının bakamadığı gözlerinden peşpeşe damalalar dökülüyor, dudaklarında raşeler geziniyordu.... Az önce Barla deresinde, bãzen üzerinde kolunu başının altına yastık yapıp uzandığı, bãzen bitişiğindeki kayaya sırtını yaslayarak serinlediği, bãzen namaz kıldığı yassı kayanın üzerinde okuduğu mektubu, nefes nefese çıktığı Gelincik dağının manzaraya nazır çıplak tepesinde bir daha okuyordu... İçi içine sığmıyor, nefes almakta zorlanıyor, ciğerleri patlayacak gibi oluyordu. Orta şiddette bir rüzgâr sarığının ucunu havalandırıyor, uzun ve parlak saçlarını tarıyordu. Elindeki mektubu defalarca bağrına bastığı gibi bir daha kalbine bastı, sonra kokladı ve öptü...

Kaç yıldır dinmeyen gözyaşları yine akıp duruyordu, ama bugün damlaları harekete geçiren hüzün ve elem değil; sevinçti, sürurdu... Altı-yedi yıl önce Ankara istasyonunda kendisini terkedip yalnız bırakan Abdurrahman’dan mektub gelmişti. Defalarca okuduğu mektubun ruhunda kopardığı fırtınayı evde atlatamayacağını, Barla’ya sığmayacağını anlayınca Çam Dağı’na vurmuştu... Çam Dağın’da da orman ruhunu sıkınca soluğu Gelincik Dağı’nın çıplak tepesinde almıştı. Derin derin nefes alıyor, ormanların süzdüğü rüzgara bağrını açıyor, ateş basmış alnını serinletmeye çalışıyordu.

Yönünü Ankara istikametine çevirmiş, çok uzakta birilerini kucaklayacakmış gibi kollarını iki yana açmıştı. Binlerce Abdurrahman’ın kendisine doğru başlayan koşusunu, gelişini o gün bütün çıplaklığıyla gördü... Bütün Anadolu’dan, hattâ bütün dünyadan Abdurrahmanlar kendisine doğru koşuyorlardı.

“Hayâl değil, hakikat” diye gülümsedi dudakları titrerken... Sonra gözleri bir daha o satırlara kaydı, Abdurrahman’ın sesini, “Mamo!” (Amca!) deyişini bir daha duymak istedi, buna çok ihtiyacı vardı; çünkü onu çok, ama çok özlemişti...

“Aziz Mamo! Ellerinizden öper, duanızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan Onuncu Söz risalenizle beraber Tahsin Efendi vasıtasıyla aldım; çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itâbınıza müstehak olmuş isem de, bu da mukadder imiş. Ve Cenab-ı Hakkın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu.
Binaenaleyh, ben cehalet sâikasıyla bir kusur yaptım ve belâsını da çektim. Bundan sonra çekmemek için affınızı rica ve duanızı dilerim.

“Aziz mamo! Şunu da şurada arz edeyim ki: Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’âl ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musibetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezâiz ve safâsını gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki, bunların hepsi hebâ olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezâiz ve safâsı neticesi zillet ve şedid azap olduğu ve dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezâhim neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve iman ettiğimden, fenâ şeylerin irtikâbından kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise, terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükürle beraber sabretmekteyim.” (1)

Mektubu aldığından beri bu kaçıncı okuyuştu!.. Abdurrahman’ın Çamlıca bahçeleri ve Yusuf İzzeddin Paşa köşkünün hatıralarıyla yüklü sesinden mütemãdiyen bir beste, bir neşide dinler gibi dinliyordu. Gözleri satırların üzerinde dolaşıyor ama mektubu Abdurrahman’ın sesinden işitiyordu.  Billur bir avizenin şakırtılarını andıran Abdurrahman’ın sesi ile rüzgârın uğultusu birbirine karışıyordu.

Bir parça sükûnet bulduğunda gün akşama dönüyordu... Deminden beri sırtını dayadığı kayanın soğuk temasıyla uyanacak gibi oldu ama hayãl ve ümidlerin resm-i geçidi daha kuvvetliydi: Ne zamandır bütünüyle terkettiği dünyaya karşı “kuvvetli bir ümid” hissediyordu şimdi. Kendisine kurulan tuzaklara, tecrid ile muhatabsız bırakılışına da aldırmıyordu artık. “Dehâ derecesinde zekâya mâlik ve hakikî evlâdın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla” kendisine bağlı “cesur bir talebe”sini bulmuş, “işkenceli esãreti, kimsesizliği, gurbeti, ihtiyarlığı” bir anda unutmuştu.

Abdurrahman’ın mektubu sele kapılmış kazazedeye atılmış bir kemend, zifirî bir yalnızlığın sükûnetini bozan adım sesleri olmuştu Mamo için... Onun için bugün içi içine sığmıyor, onun için dağlara vurmuştu, onun için geçmiş hayatı bütünüyle zihin sahnesinde yeniden canlanmıştı, onun için “mes’udãne bir dünya hayatı ümidi” ruhunun bilinmez bir yerlerinden boy atmaya başlamıştı. Mes’uddu, zirâ Ankara’da, Süfyanın yalancı cennetine tama sebebiyle kaptırıp kaybettiğini düşündüğü Abdurrahman uyanmış ve kendisine dönmüştü... Avazının çıktığınca “Abdurrahman!...” diye bağırmak istedi... Bir sığırcık sürüsünün çığlık çığlığa üzerinden geçişiyle kendine geldi. Akşamın karanlığı çökmeden Barla’ya inmeliydi... Bu akşam dağda kalmak istemiyordu, çünkü Barla  Abdurrahman’a bir kaç adım daha yakındı.

    * * *
Son iki ayın ümid ve hayãlleri,  geride dehşetli bir hüzün ve elem tufanı bırakarak birden yıkılmıştı. İki ay önce işkenceli esãret, gurbet ve ihtiyarlık hayatına saãdet rüyaları ile son veren mektubundan sonra Abdurrahman’ı beklerken “vã hasreta” ki vefat haberi gelmişti... Bu haberle “Mamo”nun bütün ümidleri kırılmış, bütün ışıkları sönmüş; çok daha dehşetli,  yakıcı, eskisinden bin beter çileli bir hayatla başbaşa kalmıştı...

Saatlerden beri sığındığı Barla deresinin en derin, en kuytu bir köşesinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Eskiden beri dostlarına vãlidesinin vefatıyla hususî dünya hayatının yarısının da öldüğünü söylerdi. Abdurrahman’ın vefat haberi kendi hayatının ikinci yarısını da söndürmüş, öldürmüş, hayatsız bırakmıştı... Bir anda dünya ile bütün alâkaları kesilmiş, hayat bitmişti.

“Çünkü o dünyada kalsaydı, hem dünyadaki vazife-i uhreviyemin kuvvetli bir medarı ve benden sonra tam yerime geçecek bir hayrülhalef ve hem de bu dünyada en fedakâr bir medar-ı teselli, bir arkadaşım olabilirdi; ve en zeki bir talebem, bir muhatap ve Risale-i Nur eczalarının en emin bir sahibi ve muhafızı olurdu.” (2)  diye düşünüyordu.

Ama öyle olmamış, kaderin garib bir cilvesiyle yıllar sonra bulduğunu sandığı Abdurrahman’ı bütünüyle kaybetmiş; esãreti, gurbeti, ihtiyarlığı, ızdırab ve işkenceleriyle başbaşa kalmıştı. Tek tesellisi, Abdurrahman’ın iki ay önce gelen mektubunda üç kuvvetli kerametle iman ve ahiretini kurtarmış olduğunun delillerini görmüş olmasıydı.

Bu vaziyete nasıl dayanacağını, Abdurrahman’sız bu elemli hayatı nasıl devam ettireceğini, vatanından uzak bu işkenceli hayata, Barla’nın tecrid içindeki tecridine nasıl katlanacağını bilemiyordu. Beyni bir külçe gibi ağırlık yapıyor, kalbi göğüs kafesini parçalayacakmış gibi çırpınıyor, ciğerleri dünyanın bütün havasını çekmek istediği halde havasız kalmış gibi, boğuluyordu. Birden kuvvetli bir ses duyar gibi oldu:

“Herşey helâk olup gidicidir; O’na bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz."

Kalbinde başlayan ılık bir bahar iklimi damarlarında dolaşıp, ruhunu istilâ etti. Dudakları aralandı ve âyete, “Yâ Bâkî, Ente’l-Bâkî, yâ Bâkî, Ente’l-Bâkî!” diyerek mukabele etti.

Sendeleyerek ayağa kalktı. Hafiflemişti, bütün ağırlıklarından, ruhunu ezen ızdırablardan bir anda kurtulmuştu. Abdurrahman’ın mektubunu şefkatle katlayıp cebine koydu ve acele bir işi varmış gibi hızlı adımlarla Barla’ya dönmeye başladı.

Eve vardığında bir gencin kendisini beklediğini söylediler... Uzun zamandır kimseyle görüşmüyor, kimseyi kabul etmiyordu.

“Gelsin!” dedi.

Az sonra huzuruna giren gence, “Abdurrahhman!” demesini ümid ederek;

“Adın ne?” diye sordu...

Beriki heyecan içinde,

“Mustafa!” dedi. “Kuleönlü Mustafa...”

Basit bir isim farkıydı bu, gelen Abdurrahman’dı; ilk Abdurrahman, birinci Abdurrahman... Arkasından milyonlarca Abdurrahman’ın sökünü, Nur’a koşuşları başlayacaktı...

Derin bir huzur içinde, “İnna lillah ve inna ileyhi rãciun!” dedi...

Dipnotlar:
1-Said Nursi, Barla Lahikası, sayfa 32
2-Said Nursi, Lemalar, 12. Rica, Sayfa 244

Not: Aziz dostlar!.. İlk yazıya gelen bazı yorum ve tenkidler fakirin murad ve maksadıyla muvafık değil, kardeşlerimin sehvi, diye bakıyorum...  Bir kardeşim, bu yazıları yazdığım için özür dilememi bekliyordu, özür diliyorum.. Bu kardeşimi de memnun edecek daha iyilerini yazmak elimden gelmediği için cidden özür diliyorum. SY kardeşim ehli hamiyettendir, fakiri niçin yanlış anladığını anlayamadım... Sanırım ihlassızlığımı ferasetiyle keşfetmiş olacak ki, “paparazilikle” ittiham ediyor.... Allah’a sığınırım, aziz kardeşim... Üstãd ve Nurlara hariçte ve dahilde menfice uzanan ellere satırımı vurmamı böyle tesmiye etmenizi beklemezdim. Çünkü kullandığınız kelimenin son iki yazı ile zaten alâkası yok... Cümlenizin iki cihân saãdetini Hâfiz-i Mutlak’a emnanet ediyorum. H.Y

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
15 Yorum