Bediüzzaman Homo Kur'ânicus’tur

Bediüzzaman Homo Kur'ânicus’tur

Antropologlar ve Filozoflar bize insanın kendilerinin "Homo Sapiens" dedikleri bir türe ait olduğunu söyleye geldiler...

Kur'ân insanı olarak Bediüzzaman Said Nursî

Prof. Dr. Aref Ali Nayed’in makalesi**

Makalemin adı "Kur'ân İnsanı olarak Bediüzzaman Said Nursî'dir. Bundan dolayı da öncelikle onun bir profilini ortaya koyarak Kur'ân insanının ne olduğunu ifade edeceğim. Daha sonra Bediüzzaman'ın nasıl bir Kur'ân insanı olduğunu ortaya koyacağım.

Antropologlar ve Filozoflar bize insanın kendilerinin "Homo Sapiens" dedikleri bir türe ait olduğunu söyleye geldiler. Böyle bir "Homo" veya insanın ayırt edici özelliği, bilmeyi, anlamayı veya düşünmeyi becermesidir. Ben burada, "Kur'ân İnsanı" olarak adlandırabileceğimiz ayrı bir insan tipi olduğunu ileri sürmek istiyorum. Bu "Kur'ân İnsanının" bir profilini ortaya koymakla başlamak istiyorum. Ancak bu profil benim kendi icadım olmayıp, büyük geleneğimizden öğrendiğimiz bir şeydir. Hz. Ayşe'nin (r.a.) Kur'ân ahlâkının ta kendisi olarak tanımladığı Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) ahlakı (karakteri) üzerine bina edilmiştir: "O'nun ahlâkı Kur'ân'dı." Ayrıca Acuri, Mekki, Muhassibi ve Gazâli gibi manevî üstadların büyük eserlerine dayanmaktadır.

"Kur'ân İnsanı" Kur'ân'ın Allah'ın kelamı olduğundan emin ve bütün gücüyle onun gereklerini yaşamayı amaç edinen bir Müslüman'dır. Hayatının her gününde ve anında Kur'ân'ı kalbinde taşıyarak, Kur'ân'ın kendisini içten değiştirerek onun karakteri, huyu ve ahlakı olmasına çalışır.

Kur'ân İnsanı, Kur'ân ve diğer sıradan kitaplar arasındaki farkın, Allah ile diğer sıradan yaratıklar arasındaki fark gibi [büyük] olduğuna inanır. Kur'ân, bizatihi Allah kelamı olduğundan Müslüman ona ontolojik ve ahlâkî olarak hürmet ve saygı ile yaklaşır. Bu ilâhî kelamı, içinde bulunduğu günlük şartlarda, sevgi ve merhamet sahibi Rabbin'den kendisine hitaben yazılmış bir mektup gibi görür.

Kur'ân okurken, kendi Yaratıcısının kendisiyle olan konuşmasını duymaya çalışır. Homo Kur'ânicus (Kur'ân İnsanı) Kur'ân'ı Allah'tan kendisine verilen kişisel bir armağan olarak kabul eder; özgür olarak verilmiş bir armağan olduğundan, bu bir ömür boyu şükran ve dürüstlüğü ondan talep eder. Kur'ân İnsanı bir evde yaşayan ve o "evi" içinde yaşayarak ve muhafaza ederek dönüştüren bir ev halkı gibidir. Müslüman bilir ki, nasıl ki bir ev boşaltılır ve içinde yaşanmasa bozulur ve çöker; aynı şekilde kendi kalbinin, zihnin ve bedeninin de Kur'ân'sız çökeceğini bilir. Bunu bilir, zira onun Sevgili Peygamberi böyle söylemişti. Yine o huzurunun ve huzursuzluğunun nedenini, günlük Kur'ân okumalarını yapmaması veya ihmal etmesinin bir sonucu olduğunu ilk elden bilir. O, Kur'ân'ı kendi kalbine yerleşmesi için çağırır, ta ki oranın sakini/sahibi olsun.

Kur'ân İnsanı, Kur'ân'ı diğer fikir kitapları gibi okumaz. Hatta şiir okunur gibi de okumaz Kur'ân'ı. Onu özel ve hususî bir şekilde okur, yani "tilavet" eder.

Bu tilavet ise abdest aldıktan sonra kendini ona vererek ve ibadet olarak Kur'ân'ı okuma hareketidir. Bu ibadet Kâbe-i Şerife yönelerek, oturularak veya ayakta iken yerine getirilmelidir. Tıpkı namaz ibadeti gibi, Kur'ân'ı tilavet etme veya okuma niyet edilerek ve Kâbe'ye yönelerek yapılmalıdır, yani onu okuma âdâbı ve şartları yerine getirilmelidir.

Kur'ân İnsanı, Kur'ân'ı kendi aklı ile değil, kalbi ile okur. Okuması elbette ki akletmeyi de gerektirir. Ancak akletme ve anlama kalbin bir faaliyetidir, hesaplayıcı aklın faaliyeti değildir. Onun kalbi müşahhas tüm varlığının merkezidir ve hem bedenini hem de ruhunu ihtiva eder. İşte o Kur'ân'ı okurken, varlığının merkezinin (kalbinin) Kur'ân'ın dönüştürücü/değiştirici sonuçlarını hal ve hareketlerinde tezahür ettirir. Başka bir ifadeyle, lisanı ve kalbiyle Kur'ân'ı okurken, hal ve hareketleriyle de Kur'ân'ın anlamını tefsir eder ve gösterir. Kur'ân'a yönelir. Hem bedeni ve hem de kalbiyle Rabbinin kelamının onu götürdüğü yere gider.

Kur'ân İnsanı, tıpkı muhterem seleflerinin yaptığı gibi, Kur'ân'a hürmet eder ve onu sık sık okur. Âdeta torna tezgahında bir tahta parçasının şekillenmesi gibi, onun kalbi de Kur'ân'la aynı şekilde şekillenir. Kalbinin "Kur'ânî bir kalb" olarak şekillenmesine, değişmesine ve çalışmasına izin verir.

O, Kur'ân'ı bu veya şu projeye uygulama adı altında araç olarak kullanmaz, belki rehberliğin ve kurtuluşun ilâhî aracı olarak sadece kalbini Kur'ân'a açar. Kur'ân İnsanı, kendi problemleriyle ilgili olarak Kur'ân'ı hazır çözümlerin bir deposu olarak düşünmez. Kendi problemlerini çözebilecek zekâ ve melekelerle Allah'ın kendisini techiz ettiğini bilir. Bununla beraber, kendisi Kur'ânî olduğu veya Kur'ân'ın kendi temel benliğini ve karakterini şekillendirmesine izin verdiği takdirde, kendi çözümlerinin Kur'ânî ve ilâhî olabileceğinin bilincindedir. Bir kere insan Homo Kur'ânicus oldu mu, onun tüm faaliyetleri ve çözümleri de Kur'ânî olacaktır.

Kur"ân İnsanın Kelamı [ilâhiyatı] teorik önermeler sistemi değil, belki varoluşun müşahhas bir yoludur. Kur'ânî önermelerden çıkarılarak inşa edildiği için "Kur'ânî bir Kelam" değildir, belki kalbi sadece Kur'ân tarafından şekillenen, şekillenmeye devam eden ve gelecekte de devam edecek olan insanın müşahhas hareketleridir. " Kur'ân İnsanın" ahlâkı işte böyle umumidir.

Homo Kur'ânicus profesyonel bir yabancıdır/garibtir. O, Hz. Peygamber'in hayatta bir garip veya yolcu olmayla ilgili emrini müşahhas olarak yaşar. İslam'ın gariplerin hayat tarzı olduğunu bilir ve tıpkı Sevgili Peygamberimizin söylediği gibi İslam'ın bizzat kendisi "garip olarak başladı ve garip olarak dönecektir, Ne mutlu o gariplere!" Homo Kur'ânicus'un hissettiği bu garipliğin enönemli kaynağı Kur'ân'ın bizzat kendisidir. Allah Kelamının değiştirici/dönüştürücü âyetleri tekrar ve tekrar [mü'minin] kalbini etkiler ve dünyevi nesnelerin arzularından kopararak onu insanoğlunun meşrû ve uygun tek odağına, yani bizzat Allah'a yönlendirir.

Homo Kur'ânicus her gün Kur'ân'ı tilâvet etmekten şunu öğrenir: "Biz Allah'tan geldik ve yine O'na döneriz!" Bunun anlamı sadece bir gün O'na döneceğiz demek değildir, belki her an ve nefes aldığım her nefeste O'na dönmeliyiz demektir. Kur'ân bir kez daha insanı dürterek (ve bazen iterek!) onu Rabbi'ne yöneltir. Homo Kur'ânicus'un kendisini hiçbir zaman Rabbi dışında rahat hissedememesinin, O'nunla beraber olmak ve O'nu görmekten başka bir şeyi talep etmemesinin nedeni işte budur.

Kur'ân İnsanı, dış aleminde ve iç aleminde gördüğü gürültü ve akışın içerisinde kalp gözünü Allah'a yöneltir ve her şeyi Allah'ın âyeti (faal işareti) olarak görür. Kur'ân'ın kendisi peş peşe gelen âyetlerden oluşur ve her sayfasında âyetlerin değiştirici/dönüştürücü gücünün örneklerinden bahseder.

Kur'ân, Homo Kur'ânicus'a dağların, göklerin ve dünyanın Allah'ın âyetleri olduğunu öğretir. Kur'ân ona, değişim ve gelişim sürecini nasıl âyet olarak görmesi gerektiğini de öğretir. Yine ona, Allah'ın Peygamberlerinin ve semavî kitapların da âyet olarak verildiğini öğretir. Kur'ân, Allah'ın âyetlerinin etkin gücünü, Hz. Musa'nın asasına seslenmesiyle yılana dönüşmesini ve yine bir "âyet" olarak denizi yarmasının misalini vererek gösterir. Homo Kur'ânicus, Rabbinin etkin âyetlerini her yerde görür ve onun devamlı olarak Allah'ın huzurunda [her yerde nazır-nazır oluşunun) olmasının farkında olmasının nedeni de budur.

Şimdi, Kur'ân daha ileri giderek Homo Kur'ânicus'a şunu da öğretir: Dış alemdeki (afak) âyetlerin yanında, iç âlemde de (enfüs) âyetler vardır. Kur'ân'ı taşıyan[yaşayan) birisi olarak Homo Kur'ânicus, Rabbi'nin ruhunda ve ruhunun üzerinde işleyen/etki eden âyetlerinin dikkatli ve hayret edici bir seyircisi olur.

Dünya ve kendi ruhu Homo Kur'ânicus'un âyetlerin inanılmaz çeşitliliğini seyrettiği muhteşem bir panorama olur. Kur'ân'dan çeşitliğin harika bir armağan olduğunu öğrenir ve bunu müşahhas olarak yaşamayı anlar. İlkelden şunu tecrübe eder ve öğrenir, bizzat onun Rabbi, hurma ağaçlarından, balın değişik şekillerine, bulutlara, bizzat insanların kendilerine kadar çeşitliliği övmektedir. Çeşitliliğin şeylerde ve insanlarda etkin bir âyet olmasını ilâhî bir nimet olarak görmekle,Homo Kur'ânicus ona hürmet etmeye, onu aziz tutmaya ve onu övmeye başlar.

Şu ana kadar, " Homo Kur'ânicus"un Kur'ân İnsanı profilinin kısa bir özetini sunduğumuzdan, şimdi Bediüzzaman'ın asrımızda Kur'ân İnsanın bir paradigmasını oluşturduğunu göreceğiz. Muhteşem Mesnevi-i Nuriye'nin mukaddimesinde Bediüzzaman Müceddid-i Elfisani İmam-ı Rabbanin kendisine "tevhid-i kıble et" ve "Yalnız bir üstadın arkasından git " diye Mektubat'ında gaybî olarak tavsiyede bulunduğunu ve bu öğüdü nasıl tuttuğunu açıklar. Bunun üzerine sadece Kur'ân'ı kendine üstad etmesi gerektiğini anlar: "Zira "Üstad-ı hakiki Kur'ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur." Rehber ve üstad olarak Kur'ân üzerindeki bu hususi odaklaşma Kur'ân İnsanı olarak Bediüzzaman'ı anlamanın anahtarıdır.

Dahası, şu noktayı anlamak çok önemlidir: Bediüzzaman bir rehber olarak Kur'ân'a yaklaşırken, o insanların sıradan metinlere yaklaştıkları gibi yaklaşmaz. Aksine, Bediüzzaman bütün âlemlerin Yaratıcısı ve Allah'ın Kelamı olarak Kur'ân'a yaklaşılmasında ısrar eder. Mesnevi'nin bir başka yerinde bir metnin gücü ve otoritesinin metin sahibine ve kimin söylediğine bağlı olduğunu belirtir. [M,78] Yaratıcının Kelamına, yaratıkların kelamına yaklaşıldığı gibi yaklaşılmamalıdır. Geleneğimizin büyük üstadlarının ısrar ettikleri şu önemli nokta tekrarlanmaktadır: "Kur'ân ile diğer kitaplar arasındaki fark, Allah ile mahlûkat arasındaki fark gibidir". İşte bundan dolayıdır ki, Gazâlî İhya'nın Kur'ân Okuma Adabı'yla ilgili bölümünde, Kur'ân okumanın ilk adabının Kur'ân'ı tilavet ederken kimin seninle konuştuğunu anlamak ve Allahu Teâlanın Kur'ân'da seninle konuştuğunun hayrete düşürücü gerçeğini hissetmek olduğunda ısrar etmektedir.

Bediüzzaman'ın Allah'ın Kelâmı olarak Kur'ân'ın hayrete düşürücü, dönüştürücü ve hayat değiştirici otoritesini anlaması, onu şu gerçeği çok açık olarak görmeye götürmüştür: Tıpkı Hz. Musa'ya denizleri yaran ve sert kayalara vurulduğunda su fışkırtan bir asa verildiği gibi, Hz. Muhammed'e de (sav) müminlerin kalplerini açan ve oradan hayat suyunu fışkırtan bir Kur'ân verildi. Bediüzzaman Kur'ân'ın bu etkin dönüştürücü nimetini, insan düşüncesinden kusursuz sistemler inşa etmeye çalışan felsefenin boş çabasından farklı; benzersiz ve hayat verici olarak görür. (M,170)

Bediüzzaman'a göre Kur'ân'ın bu dönüştürücü gücü sadece taşlaşmış kalpleri çatlatmakla kalmaz, bundan daha hayret verici olarak yalan dünyanın varlığının sahte katılığını da mahveder. Bediüzzaman Mesnevi'de, dünyanın bizimle doğru Gerçeklik [Allah] arasında statik bir perde olarak durmasına izin verilmemelidir, belki Kur'ân'ın kudretiyle paramparça edilmelidir. Bir anlamda, Bediüzzaman Kur'ân'ın dünyayı parçalarına ayırabileceğini (deconstruct)- ironik olarak "Kur'ân'ı parçalarına ayırmak" isteyen insanların kullandığı bir kelimeyi kullanırsak- ve böylece insanlara dünyanın arkasındaki esas gerçekliği ve böylece de neyin gerçek olduğunu gösterebileceğine işaret eder.

Peki Bediüzzaman'ın Kur'ân'ın bu parçalayıcı ve mahvedici etkisini elde etmek için bulduğu metot nedir? Cevap basittir, bununla beraber metodun epistemik (bilişsel) süreçlerden meydana gelmesi gerektiğini düşünen insanlar için garip gelebilir. Bediüzzaman'ın metodu sade ve kısa bir duada dile getirilmiştir:

Ya Rabbi, Ya Halikım, Ya Maliki! Senin dergahında hüccetim, hacetimdir, azığım ise fakrım ve çaresizliğimdir. Araçlarım hilesizliğim, hazinem ise fakrımdır. Sermayem ümidlerim ve acılarım, şefaatçim ise senin Habibin Hz. Muhammed (sav)dir. Ey Merhametlilerin en Merhametlisi ve bağışlayanların en çok bağışlayanı beni affet, beni bağışla,

Allah bizlere anlama gücü versin.

 

**Roma Arab ve İslami Araştırmalar Siyasi Enstitüsü Öğretim Üyesidir. Yayınlanmış bir çok eseri vardır.

BediuzzamanSaidNursi.org 

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum