Bediüzzaman emaneti muhteşem eserinde yorumlamış

Bediüzzaman emaneti muhteşem eserinde yorumlamış

Yazar Latif Erdoğan, emanet konusunu işlerken Bediüzzaman Said Nursi'nin otuzuncu sözüne işaret etti...

Risale Haber - Haber Merkezi

Yazar Latif Erdoğan Yeni Akit'teki yazısında "emanet" konusunu işledi. Erdoğan; yazısında Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin Otuzuncu Söz isimli esere işaret ederek; "İnsanın, insan olma sorumluluğunu idrak etmesi, ancak “ene” şuuru, yani “ben” bilinciyle gerçekleşir. Bu sebeple de emaneti insandaki “ben” bilincine indirgeyerek yorumlamak isabetli bir tercihtir. Nitekim  Bediüzzaman Hazretleri de emaneti Otuzuncu Söz isimli hikmet örgülü muhteşem eserinde bu anlamıyla yorumlamıştır." dedi.

Latif Erdoğan'ın "Emanet Kültürü" başlıklı yazısı şöyle:

“Biz, emaneti, (şayet) göklere, yere ve dağlara teklif etmiş olsak, onu yüklenmekten kaçınır ve ondan ürperirlerdi. Halbuki onu insan yüklendi. İnsan ise son derece zalim ve cahildir.” (33/ 72)

Emanet, mastar bir kelime. Başkalarının hakları güvenilip inanılabilir, demek. İsim olarak kullanıldığında, güvenilip inanılan şey anlamına geliyor. “Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline vermenizi emrediyor” (4/58) mealindeki ayette bu manada kullanılmış.

Emanetten kastın ne olduğu hakkında yapılan yorumlar çok ve çeşitli. Genel söylemde tercih, yükümlülükler, farzlar gibi anlamlardan yana. Bu külli anlamın bir ferdi olarak, emaneti, insan olma sorumluluğu şeklinde anlamak da mümkün.

Ayette, bir istiare-i temsiliye olduğu açık. Onun için biz de mealde (şayet) ifadesini kullandık. Sorumlu varlık olmanın ağırlığı bu yolla anlatılmış.

İnsanın, insan olma sorumluluğunu idrak etmesi, ancak “ene” şuuru, yani “ben” bilinciyle gerçekleşir. Bu sebeple de emaneti insandaki “ben” bilincine indirgeyerek yorumlamak isabetli bir tercihtir. Nitekim  Bediüzzaman Hazretleri de emaneti Otuzuncu Söz isimli hikmet örgülü muhteşem eserinde bu anlamıyla yorumlamıştır.

“Ben” bilinci, insanın, bir şeyi sahiplenme duygusudur. Sahiplenmenin olmadığı yerde sorumluluktan da söz edilemez. Öyleyse, sorumluluk sahiplenme ile, sahiplenme de “ben” bilincinin varlığıyla doğrudan irtibatlıdır.

“Ben” bilincinin kuvveden fiile çıkması, eserleriyle görünür olması, irade ve ihtiyarın devreye girmesiyle gerçekleşir. Bu bağlamda tanımlandığında, emanet, irade ve ihtiyarımızla sahiplendiğimiz sorumlulukların bütünü anlamına gelir. İrade ve ihtiyarın alanına girmeyen hususlar, sorumluluk alanının da dışında kalır. Sorumluluk alanının dışında kalan meselelerin ise emanetle bir ilişkisi olamaz.

Emaneti korumuş bulunmak, sorumluklarımızı yerine getirmiş olmakla eş anlamlıdır. Sorumluluklarımız, Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarıdır. Bu emir ve yasakları özgür irademizle, kendi isteğimizle yerine getirmiş olmanın kavramsal karşılığı ise “itaat” tır. İtaat, aynı zamanda bize verilen isyan hakkını ret ediş manasını da içerir. İsyan hakkının olmadığı yerde, özgür iradeden bahsetmek mümkün olamayacağına göre, itaate, emir ve yasakları yapmak yanında, isyan etme hakkını yine kendi isteğimizle ret etmek, kullanmamak anlamını da yüklemek durumundayız.

İtaate bu manayı yüklemenin önemi, insan ve hayvanın davranışlarında net görülür. İnsan sorumlu, yani mesul varlıktır, hayvan ise mahkum varlıktır; yani yaptıklarını kendisini sınırlayan fıtrat kuralları çerçevesinde yapmak zorunda olduğundan sorumluluk yükü olmayan varlıktır. Melekler ise, yaratılışları yönüyle iradeleri itaate kodlandığından isyan etmeleri imkansızdır. Yani onlar da, iradeleri olmakla beraber, yaratılıştan muti varlıklardır. İşte insanın itaatini, hayvanlardan ve meleklerden ayıran en önemli özellik budur; yani insanın itaatinde, isyan etme hakkını kullanmayış ve ret ediş anlamının da bulunmasıdır ki, mesul varlık olmanın ayırıcı özelliği budur.

Cebir, zorlama, itaatin genetiğini bozar. Nifak denilen ikiyüzlülük daha çok zorlama ortamlarında boy atar. Onun içindir ki, ayette, dinde zorlamanın olmadığı söylenir. Müeyyideler, cezai yaptırımlar, toplumsal sözleşmenin (içtimai mukavele) olmazsa olmaz şartlarıdır. Bu müeyyideleri, cebir ve mücerret zorlamayla karıştırmamak gerektir.

İtaatin varlığı, imtihan ve iptilanın varlık şartına bağlıdır. Emirler, yasaklar, belalar, musibetler bu işlevi görür. Bu sınamalar sonucunda insan, benliğinde mevcut istidat ve kabiliyetleri inkişaf ettirir; en güzel kıvamda yaratılmış olmanın hakkını vererek kendi olgunluğunun arşına yükselir.

Bu noktaya yükseliş, “ben” bilincinin açılımıyla doğrudan alakalıdır. İnsan, itibari bir varlığı olan “ben” bilincini, Mutlak Ben olan Rabbinin uluhuyet ve kibriyasına ayna yaptığında, kendinde tecelli edenler ölçüsünde Rabbini tarif etmiş, tanıtmış sayılır. “Ben” bilinci ne kadar şeffaf, temiz, kendi renk ve görüntülerinden arınmış ve ne oranda inkişaf etmişse, Rabbini tarif ve tanıtmada da o kadar saf, duru ve başarılı; ne kadar kesif, kirli, kendi renk ve görüntülerine meftunsa, yansıtmaları da o nispette eksik, sığ, hakikatleri aksettirmekten uzak olur.

“Ben” bilinci, kendinde yansıyan tecellileri kendine mal etmeye kalktığında hem kendine, hem de diğer bütün varlıkların hukukunu çiğnemiş, zulme düşmüş sayılır. Şirkin en büyük zulüm olduğu gerçeğini nazara aldığımızda, “ben” bilincinin zulme düşerek insanı zalim hale getirmesinin gerçek sebebini de kavrarız.

Bilginin hakikati ilahi isimlerdir. Bu isimleri ilme dönüştüren insan, halife varlık olma liyakatini de elde eder. Dıştan gelen afaki bilgiler, “ben” bilincinden tasdik görürse, insan zihninde ilim denen ışık, insan kalbinde irfan denen nur, insan ruhunda hikmet denen parıltı hasıl olur.  “Ben” bilinci bu tasdik görevini yerine getiremezse, afaki bilgi, karanlık bir kutu tarafından absorbe edilmiş gibi ışığını, nurunu, parıltısını kaybeder; kemiyet değeri neyse o oranda bir değerle, hakikatle bağı kopuk salt  malumat olarak ortada, sahipsiz kalır. Bu bilginin hamili, kitap yüklü merkepten farksızdır; koyu bir cehalete gömülüdür.

Zulüm ve cehaletin karşıt kavramları olan, adalet ve ilim; ontolojik iki hakikattir. Bu iki hakikate ulaşmanın yolu “ben” bilincinin Mutlak Ben’e ulaşmasıyla mümkündür. “Ben” bilincinin, Mutlak Ben’e ulaşabilmesi, tasaffiye tabi kılıcı terbiye ile mümkündür. Eğitim sistemimizin temel felsefesini böylesi bir terbiye oluşturmalıdır. “Ben” bilincini yok sayan, yok eden eğitim sistemleri ne kadar tehlikeli ise, onu arındırmayan, ona kendi süblimasyonunu yaşatamayan eğitim sistemleri de o derece eksiktir, tehlikelidir.

Benlik, içinde tuba ağacıyla zakkum ağacının nüvelerini aynı anda barındıran çekirdek gibidir. Nebileri, sıddikleri, şehitleri, salihleri yetiştiren de, zalimleri, şeddatları, firavunları, nemrutları, Karunları netice veren de benliktir. Kimlerin yetişmesini istiyorsak, ona göre bir tercihte bulunmak zorundayız. Kurulacak yeni hükümetin en öncelikli eğitim problematiği bence bu tercih sorunsalıdır. Yani, emanete ehil insanlar yetiştirip yetiştirmeme meselesidir.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.