Barla’daki Sevgiliye Mektuplar-8

Ben bir muhacirdim, sen bir ensar Barla Boyunda…

Elimde bir deste karanfil var hasret koynumda...
Ah… Nur Postacısı Santral Sabri olsaydım yanıbaşında…

 

Sen üç yıldır rüyalarla, hayallerle ve dualarla dopdoluydun bende Barla.

Üç yıl bitmeyen mektubum oldun.

Evinin önündeki çınar ağacının yaprakları sayısınca mektuplar gönderdim sana.

O çınar ağacının altındaki mahalle çeşmesinin suyu mektuplarımdan akan gözyaşlarıdır; bunu sakın unutma.

 

O çınar ağacının her yaprağı bir mektup, o mektupların her biri bir damla gözyaşı, o damlaların her katresi o çınarın altındaki çeşme, o çeşmenin her damlası cennet bahçesini sulayan binlerce çeşme, o cennet bahçesi ebedi karanfiller açan Mektubat’tır, mektup bahçesidir; bunu da sakın unutma.

Ben o çınar ağacının her yaprağından cennet bahçesine uçardım sayfa sayfa.

O cennet bahçesinin her karanfili ebede uçardı nüsha nüsha…

 

Benim kalbimin bir yanı Geylani, öbür yanı Rabbanidir.

Benim kalbimin her yanı Barla’dırBarla. 

Benim gözlerimin bir yanı Nur Postacısı Santral Sabri, bir yanı Çaycı Emin’dir.

Benim gözlerimin her yanı Barla’dır Barla.

 

Ben her gece Nur İskele Memuru Santal Sabri’ye selam söylerdim:

“Yarın yâre mektup var; çeşmenin altına bakmayı unutma.”

 

Sarhoşun kanında şarap serseri mayınlar gibi gezer.

Şakirdin kanında çay Ceylanlar gibi gezer.

Ceylan Çalışkan “fenafinnur” olan, Risale-i Nur’da fani olan Sungur’a takılırmış:

“Bardak bardak çay içersin şekerin çok mu?

Ne kadar da çok gülüyorsun, hiç derdin yok mu?”

 

Benim derdim çok, tadım hiç yok Efendim.

Bu çayların sensiz, Ceylan’sız, Sungur’suz hiç tadı yok Efendim.

Hani Efendimizin müezzini Bilal O (aleyhissalatu vesselam) öldükten sonra hiç ezan okumamış ya, ben de öyleyim işte Efendim.

Sen gittikten sonra artık ne çayın, ne de mektubun tadı var  Efendim.

 

Senin Bilal’in, senin Barla’yı  nurlandıran hilalin olmayı ne çok isterdim.

Şakk-ı Kamer Mucizesi risalesini telif ederken yanında Zeynep’in babası Re’fet bey olmayı ne çok isterdim…

O risaleleri mektup mektup yeryüzüne dağıtan Nur Postacısı Santral Sabri olmayı ne çok isterdim. 

 

Senin hatırlayınca uçuverecek gibi olurdu kalbim.

Seni hatırlayınca ölüverecek gibi olurdu kalbim.

Ben kalbimin kanatlarını kağıt yapar, mektuplar yazardım sana.

Mektuplar yazarak kalbime gem vurmaya kalkardım.

 

Benim kalbim kuş olur, havalanırdı mektuplarla.

Santral Sabri kuş olur, kanatlarında risaleden mektuplar taşırdı.

Sen belki daha bir bardak çayını bitirmeden mektubu adrese ulaştırır gelirdi.

 

Ebedi alemi aydınlatan bir Bilal, gökleriaydınlatan bir hilal, Barla’yı aydınlatan bir Bedir, yeryüzünü aydınlatan bir Santral Sabri olmayı ne çok isterdim.

 

Sen gittikten sonra mektup yazmak çok zor geldi.

Sen gittikten sonra çay içmek çok zor geldi.

Benim tadı damağımda kalan iki çay oldu.

Biri 20 yıl önce Kırklareli’de Hasan Kiraz’ın Medrese-i Nuriye’sinde içtiğim kiraz tadındaki çay; biri de 3 yıl önce Barla’da içtiğim şu karanfil kokulu çay. 

 

İki çayı da, ikinizi de unutamadım.

Rüyalarımda ne çok gördüm sizi.

Sen gittikten sonra, Kırklareli’nin Muhacir Hafız Ahmet’i Hasan Kiraz’dan ayrı düştükten sonra çayın tadı kalmadı. 

O çayın tadına tekrar ermek için, hasretimi dindirmek için çaylar eşliğinde mektuplar yazdım sana.

Her gece Çaycı Emin’e çay söyledim:

“Çayın yanına Zübeyir’i, Ceylan’ı, Sungur’u, Muhacir Hafız Ahmet’i, Hasan Kiraz’ı, bir de Mehmet Fırıncı ağabeyin yaptığıIsparta böreğini koymayı unutma.”

 

Bende bütün aylar hep aşkın ayı Eylüldür.

Bende bütün günler aşıkları cem eden Cumadır.

Bende bütün geceler aşkın kadrinin bilindiği Kadir gecesidir.

 

Aylardan Eylül, günlerden Cuma, gecelerden Kadir olur,  kalbimi kalem gibi elime alır, çınar ağacına baka baka, çınar ağacının altındaki çeşmeye aka aka başlardım mektubu yazmaya:

“Elif… Lam… Ra…

Azra… Verda…Meyra…

Zekeriya… Yahya… Meryem Azra…”

 

Altı harf, altı kelime, altı cümle, sonsuz aşk lahikası…

Altı cüz, altı küll, cüz cüz, küllküllaltı karanfil çiçeği “Barla.m Lahikası”

Altı dua, altı rüya, altı malihulya, karasevda düşler baharı…

 

Dualarımda, rüyalarımda, hayallerimde Gelincik Dağındakigelin çiçekleri kadar mektuplar gönderdim sana.

Dualarımda, rüyalarımda, hayallerimde Barla Denizindeki damlalar kadar mektuplar gönderdim sana.

Mektuplarımın içi Barla Denizi ile benim gözyaşlarımla dolu olurdu.

 

Sen hiç üzerine dolu yağmış deniz gördün mü Barla Denizinden başka?

Sen hiç üzerine karanfil yağmış çınar yaprağı gördün mü zikir arkadaşın çınar ağacındaki yapraklardan başka?

Sen hiç üzerine yağmur yağmur gözyaşı yağmış mektup gördün mü Hasan Feyzi’nin mektuplarından başka?

 

Mektupların zarfları çınar yaprakları üzerine işlenmiş karanfillerle dolu olurdu.

Ben zarfların üzerine karanfil karanfil gözlerimden mühürler yapardım.

Gözlerimde yaş tükenince koşardım Zübeyir’in pınarlar gibi çağlayan ceylan gözlerine…

O “kainatlara değişmem” dediğin ilk ve son göz ağrın Zübeyir’in pınarlar gibi çağlayan ceylan gözlerine…

 

hasan_kiraz.jpg(Hasan Kiraz)

 

Zübeyir’in gözlerinde Albay Hulusilerin, Binbaşı Re’fetlerin, Mehmet Çalışkanların Ceylan gibi atları dolaşırdı.

Zübeyir’in kiraz rengi gözlerinde Tuna boyundan gelen Hasan Kirazların, Muhacir Hafız Ahmetlerin Nur’dan atları dolaşırdı.

Senin iki cihanı içinde taşıyan gözlerinde dünyalar görünse de, senin gözün fenafilbarlaolmuş, Barla’da fani olmuş Zübeyir’den ve onun “gör, Efendim” dediklerinden başkasını görmezdi.

Benim gözlerim senindir Efendim.

Benim gözlerim de senden ve senin “gör” dediklerinden başkasını görmüyor artık.

 

Ben zarfların üzerine karanfil karanfil gözlerimden mühürler yapardım Efendim…

 

Sen hiç üzerine karanfiller işlenmiş çınar yapraklarından zarflar gördün mü Hafız Ali’nin zarflarında başka?

Sen hiç üzerine ay vurmuş gökyüzü gördün mü Hüsnü Bayram’ın gözlerinden başka?

Sen hiç dağları mektup, denizleri zarf eden bir Hüsn-ü Aşk gördün mü Muhammed Mustafa Oral’ın kalbinden başka?

 

Böyle bir aşk yaşarken, mektup aldığında benim gibi senin de kalbinin Nurlara daldığı oldu mu?

 

Ah, Barla’cığım, ben şu zavallı kalbimi mektup, şu biçare bedenimi zarf eyledim sana; bir bilebilseydin, bir bilebilseydin…

Ben mektuplarımdan oluşan kocaman bir lahika kitabı yazdım sana; bir bilebilseydin, bir bilebilseydin…

Barla Lahikalarını okuya okuya “Barla.m Mektupları” yazdım sana; bir bilebilseydin, bir bilebilseydin…

Lahikaları okuya okuya mektuplar dokudum ben sana; bir bilebilseydin, bir bilebilseydin…

 

Biliyor musun; benim için  hüsn-ü aşk şiirleri yazan sevdiceğim hiç olmadı?

Biliyor musun; benim için hüsn-ü aşk mektupları yazan sevdiceğim hiç olmadı?

Biliyor musun; benim için hüsn-ü hatrüyaları yaşayan sevdiceğim hiç olmadı?

 

Biliyor musun; ben senden başkasını sevmedim; bunun için senden başkasına hüsn-aşk şiirleri yazmadım.

Biliyor musun; ben senden başkasını sevmedim; bunun için senden başkasınahüsn-ü aşk mektupları yazmadım.

 

Biliyor musun; ben senden başkasını sevmedim; bunun için senden başkasını hüsn-ü hat lahikası rüyalarıma almadım.

Öyleyse sen, Hasan Feyzi’ni, Ahmet Galip’ini anarken beni de unutma, beni de unutma…

 

Sana hiçbir zaman ulaşmayan mektuplarımı her gün yeniden tashih ederdim.

Onları gönül limanımdan umutla postalardım.

Santral Sabri’nin arkasından bakakalırdım.

Her seferinde annemin sesi Muhacir Hafız Ahmet’in sesine karışırdı:

 

Ah… Şu Kırklareli’nin Hızır Bey Camii…

Ah… Şu Kırklareli’nin Medrese-i Nuriyeleri…

Ah… Şu Kırklarelili Hasan Kiraz’ın Barla sevgisi...

 

Annem, Muhacir Hafız Ahmet, Muhacir Hasan Kiraz, Tete, bir de şu Kırklareli’nin Medrese-i Nuriyeleri ile birlikte “Tepelice çama çıktım / Gelincik Dağına baktım / Mümkün olsa kalacaktım / Bir ömür boyu Barla’da”ilahisini söylerdik.

Kalplerimizi kalplerimize, ezgilerimizi ezgilerimize eklerdik.

Başlardık o sonsuz, o ebedi ezgiye:

 

Yüksek yüksek Çamlıca Tepelerine Medrese-i Nuriye kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete Barla’m’ı göndermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler                                                                          Muhammed Mustafa Oral’ın bir tanesini hor görmesinler

Uçanda kuşlara malum olsun
Ben Barla’m’ı özledim
Hem Barla’m’ı, hem Barla’m’ı,
Ben Gelincik Dağını özledim

Barla’m’ın bir atı olsa binse de gelse
Barla’m’ın yelkeni olsa açsa da gelse
Barla’m yollarımı bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun
Ben Barla’m’ı özledim
Hem Barla’m’ı, hem Barla’m’ı
Ben Gelincik Dağını özledim…

 

Ah…ŞimdiBarla’m Nermin’in babası Albay Hulusi Yahyagil’in atına binip gelse…

Ah…ŞimdiBarla’m Zeynep’in babası Yüzbaşı Re’fet’in yelkenine binip gelse…

Ah…ŞimdiBarla’mannemin, Muhacir Hafız Ahmet’in, Muhacir Hasan Kiraz’ın dualarına binip gelse…

Ah… Şimdi Barla’m mektup mektup dualarıma geldiği gibi, şiir şiir rüyalarıma gelse…

Ah… Uçan da kuşlara, Ceylanlara, Sungurlara malum olsun ki ben  Barla’m’ı özledim…

Hem annemi, hem Muhacir Hafız Ahmet’i, hem Muhacir Hasan Kiraz’ı, hem Barla’m’ı özledim…

 

Santral Sabri mektupları alıp gittikten sonra senden bir haber bekledim durdum.

Sıcakkanlı biri olarak bilinirim ya, aslında çok üşürüm.

 

Ayrılıklar, firaklar, iftiraklar Hafız Ali gibi beni üşütür.

Ayrılıklar,  firaklar, iftiraklar Hasan Feyzi gibi beni öldürür.

 

Sen gittikten sonra hep üşüdüm.

Sen gittikten sonra her gece Hafız Ali gibi öldüm, her sabah Hasan Feyzi diye göründüm.

Sen gittikten sonra ellerimi kalbime soktum.

Kalbe aniden gelen müjdeler, mektuplar aradım.

 

Çaycı Emin her gün yanıma gelir, mektupları baş göz üstüne koyar, dakikalarca bana bakıpbakıp, ağlardı, ağlardı.

Sesinde Hasan Kiraz’ın sureti saklıydı.

Gözyaşlarında Barla Denizi kadar derin Hasan Kiraz’ın masmavi gözyaşları saklıydı.

 

Denize atılan ağlar gibiydim.

Ne tutacağımı, nelere tutunacağımı, nelere tutulacağımı bilemezdim.

Ağlar beni tutardı, ağlardım, ağlardım.

 

Yirmi yıl önce Hasan Kiraz’ın gözleri beni ağlardan topladığı gibi Çaycı Emin de her gece o ağlardan toplardı beni:

“Bak azizim. Bu kılıcı babam hediye etti bana. Onu her sabah bileyler, Deccal’in tezahürünü beklerdim. Bir zaman sonra anladım ki, kalem daha keskindir kılıçtan. Şimdi bütün zamanımı bu kalemlerden çıkan yazıların taşınmasına verdim.” derdi.

 

Çaycı Emin böyle zikircileyin sesiyle inlediği zaman, ben şiirlerimi kılıçtan geçirirdim.

Kalbimden taşan doludizgin rüyalarlagöz yaşlarımıkırbaçlardım

Gözyaşlarım gözlerinin renginde bir at gibi denize koşar, sulara karışırdı.

Ben seni gözyaşlarıma katardım.

Efendimin (aleyhissalatu vesselam) biricik atı Seninegibi seni denize sulamaya götürürdüm.

Kaybederdim sesimi ve suretimi denizde.

Kaybederdim kendimi sende.

 

Bir gün Nur İskele Memuru Santral Sabri iskeleye, zikir arkadaşın çınar ağacının gözyaşları olan çeşmenin başına gelmedi.

İçimde gölgelerden koylar oluştu.

Koylara üst üste mezarlar açıldı.

Soğuk ve ıslak gölgeler ruhuma savruldu.

Sanki olacakları hissettim.

Nitekim çok geçmeden Santral Sabri’nin vefat haberi geldi. 

 

Limanım, iskelem şimdi bomboş,

Çeşmenin başı şimdi bomboş.

İçimi yiyip bitirerek beni azaltan mektuplarımı yine çeşmenin aralığına bırakıyorum.

Belki Santral Sabri gelir de mektuplarımı alıp götürür diye bekliyorum.

Muhacir Hasan Abi kiraz mavisi gözleriyle beni hep sana götürürdü.

Belki diyorum, belki Postacıların Piri Santral Sabri, belki Muhacir Hasan Abi…

 

Mektuplarımın sana ulaşmasını ne çok isterdim.

Ulaşamazdı.

Çünkü onların hepsi adressizdiler.

Çünkü senin adresini Santral Sabri’den başka kimse bilemezdi.

Şimdi bu mektuplar kime teslim edilir.

Şimdi bu kalp kime emanet edilir.

 

Ah… Şimdi yanında Nur Postacısı, Nur İskele Memuru Santral Sabri olsaydım…

Ah… Şimdi yanında çayının ateşini yakan sıcacık kalpli Çaycı Emin olsaydım…

Ah… Şimdi yanında kalbinin evini sana açan Muhacir Hafız Ahmet olsaydım.

 

Ah… Şimdi ben ne Santral Sabri, ne Çaycı Emin,  ne de Muhacir Hafız Ahmet olabilirim.

Ah… En azından senin aşkınla kalbi Tuna Nehri gibi çağlayan Hasan Kiraz olsaydım.

Ah… En azından şu mektuplarım sana ulaşsaydı da benden sana ebedi bir selam olsaydı.

 

O mektupların hiç biri sana ulaşamazdı.

Çünkü sen bir kez göçebeydin.

O dağ senin, bu deniz benim gezerdin.

 

Ben bir göçmen, bir Muhacir Hasan Kiraz gördüm Tuna Boyunda.

Ben bir Ensarsevdiceğimi gördüm Barla boyunda.
Elinde bir deste karanfil var hasret koynunda.
Söyle söyle Barla senin Muhammed Mustafa Oral adında bir sevdiceğin var mıdır?
Ne Muhammed Mustafa’m, ne de Hasan Kiraz’ım var; kalmışım öksüz burada…

Sen bir öksüz, ben bir garip alayım seni
Alayım da gurbet elde sarayım seni

Mahsun Kırmızıgül Şarkı Sözleri

Telgrafın tellerinden, Santral Sabri’den haber var mıdır
Ne haber var, ne mektup var kalmışım öksüz.
Doğru söyle Ensar Barla haber yokmudur?
Ne gelen var, ne giden var kalmışım öksüz…

Ben bir muhacirdim, sen bir ensardın Efendim.

Şimdi ben öyle öksüz, öyle garibim ki Efendim.

Böyle erkekler gibi muhacir, böyle kadınlar gibi ensar…

 

Santral Sabri yok artık.

Bende hiçbir adresin yok sesinden ve suretinden başka.

Bende “ben” yok.

Bende “sen”den başka hiçbir şey yok.

Bende “Barla.mLahikası”ndan başka hiçbir şey yok ey Barla…

 

Unutmadan Hasan Kiraz varınca yanına,  onun yanında bana da yer ayırmayı unutma…

Şöyle cennetin Tuna Boylarına ve Barla kıyılarınabakantarafında…

Muhacir Hafız Ahmet’in, Santal Sabri’nin hemen yanı başında…

Senine’nin Sahibinin  (aleyhissalatu vesselam), Barla’m’ın, bir de… bir de..Santal Sabri’min ruhlarına el-fatiha…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum