Barla Lahikası Müzakerelerinin Onsekizincisinden Notlar

Risale Akademi’de tertiplenen Barla Lahikası Müzakereleri devam ediyor. Bu hafta da müzakereciler, üzerinde çalıştıkları mektubları müzakereye açtılar. Bundan takriben 85 sene evvel yazılan ve fakat günü aydınlatan, müşküllerin hal çaresine işaret eden, bugün ve bu anda aklın, kalbin ve vicdanın selameti ne surette temin edilebileceğini gösteren bu mektublar elbette içeriklerinin bugün tatbiki ile meyvelerini verebilirler.

Adeta her bir mektub bir reçete ve bir ilaç olup ancak dertler ve hastalıklar ve talepler noktasında birbirine tevafuk eden ruhlara dermanlarını servis ediyorlar. Bizim de dertlerimiz, tasalarımız ve meraklarımız, taleplerimiz Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin muhatabı olan bu rol model olan zâtların hangisi ile benzerlik arz ediyorsa, Risale dili ile söylersek tevafuk ediyor ise, onlara yazılan mektuplardaki çeşitli edviyeleri alıp istimal etmemiz mümkündür. O edviyeler ki Kur’an eczanesinden alınmıştır ve İhsan-ı İlahî olarak biz onlara kavuşmuşuz haza min fadli Rabbi.

Bu hafta müzakere edilen mektublardan üzerinde durulan çok mühim noktalardan bazıları bunlardır:

  • Said Nursî yazılan risalelerdeki tevafukun ihtiyarsız ve fıtrî olması ciheti ile keramet sayılacağını ifade eder ve bu tevafuk Mucizât-ı Kur’aniye, Mucizât-ı Ahmediye Aleyhisselatü Vesselam, Yirmidokuzuncu Söz, Onuncu Söz gibi kimi risalerlerde kendini daha parlak gösterdiğini söyler. Bu sözlerinin delili yazılan risalelerdir. El ile istinsah edilen bu risalelerde her göz sahibinin tasdik edeceği tarzda tevafuk vardır ve bunun bir ikram ve keramet olduğunun zahir bir alemeti de budur ki, yazanların bu yönde bir kastının olmamıştır ve kendileri bile bu tevafuka sonradan muttali olmuşlardır.
  • Said Nursî, kardeşlerim diye hitap ettiği muhatapları ile beraberce mazhar oldukları tevafuklardan, hatta zaman zaman aynı rüyayı görmelerinden hareketle bu ifadeleri kaleme alır yani; katibe yazdırır: “Bundan anladık ki, bizler bir menzil içindeki adamlar hükmündeyiz. Maddeten uzaklık tesiri yok ve birbirimize karşı münasebet-i âdiye dahi kaydedilir. [i]
  • Said Nursî, imana ve Kur’ana hizmet eden muhataplarının (ki bütün insanlarla olan irtibatı bu kanal üzerindendir ve hatta mahlukat ile olan irtibatı da; Van’da dağdan yuvarlanırken “davam” kelimesi ile haykırması da bunun bir delili değil midir? Bilmem ki davası elinden tuttu desek hata etmiş olur muyuz…ya da onu kucaklayıp mağaraya aldı desek…) birbirleri ile olan bağlarını da takip etmektedir. “Fethi Bey ne haldedir, neden az görüşüyorsunuz?” diye sual ettikten sonra bir muzır memurun aralarındaki irtibatın zayıflamasına ve az görüşmelerine sebeb olmasından müteessir olduğunu da bildirir.
  • Mucizât-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselam Risalesi, sadece telifinde değil, hem istinsahında (yeni nüshaların yazılması) hem kıraatında dahî tevafukça kerametini göstermiştir ve gösteriyor.
  • Lahika mektublarında zikredilen tevafuklar nev’inden bizim de hayatımızda çok tevafuklar vardır da çoğunu fark bile etmiyoruz. Halbuki bunlara dikkat etsek hayatımızın bir munazzımın tanzimi ile olduğuna kanaatimiz gelir de teslimiyet ve kadere iman hususunda bir müşevvikimiz hatta bir nevi mürşidimiz olabilir.
  • Hüsrev Efendi, Üstadına olan mektubunda, senelerden beri göz yaşları dökerek Halıkından bir hâmi istediğini ve Üstadına kavuşmak ile varlığını onun ayakları altına serdiğini ifade ediyor ve yüzbin hayatı olsa Üstadı uğruna hepsini de tereddütsüz vereceğini yazıyor. Aynı mektubunda arzın sakinleri kadar hayatı olsa Kur’anî hizmet uğrunda her birisini feda etmeyi büyük bir saadet ve şeref kabul ettiğini de yazmıştır[ii].
  • Re’fet Bey, Üstadından letâif-i aşereye dair sual eder de Üstad da mevcut meseleleri nakletmek değil de sırları ortaya çıkartmak ile meşgul olduklarından bu konulara eğilmediklerini bildirmekle beraber kısa bir izah yapmaktan da geri durmamıştır. Said Nursî hususen Ref’et Bey’in suallerini önemsediğini bir başka mektubunda böyle dile getirmiştir: “Sizin gibi hoş-sohbet bir kardeşimi, haksız olarak sual sormamaya ve sükuta davet ediyordum…. Fakat Re’fet gibi bir müştakı susturmanın cezası olarak bir tokat yedim. Senin bu hafta edeceğin kolay, lâtif sualine bedel, Senirkentli arkadaşlarımız müz’iç, eski Said’in kuvve-i hafızasına havale edilecek acib sualleri sordular. Dedim kendi nefsime müstehak oldu. Sen Refet’i dinlemedin, işte bunları dinle. [iii]"
  • Bediüzzaman, imansız İslamiyet necat sebebi olmadığı gibi İslamiyetsiz imanın da olamayacağını bildirmiştir. Mektubat eserinde konunun izahı olduğu gibi yine Re’fet Bey’in “Müslim-i gayr-ı mü’min ve mü’min-i gayr-i müslim” manasını sual etmesi ile Barla Lahikasının 271. mektubunda da izahta bulunmuştur. Bu izahlara nazaran kalbdeki iman ile amelde görünen İslamın bir bütün olup ikisinin birlikteliği ile ancak insanın kurtulabileceğini söyleyebiliriz. Hem kalbde iman olacak hem de amellerde o imanın gereği gibi yani; şeriat-i Ahmediyye Aleyhissalatü Vesselam’ın kanunlarına muvafık hareket edilecek ki necatın sebebi olabilsin. İmansız İslam sebeb-i necat olmadığı gibi İslamsız iman da sebeb-i necat değildir. Bu mananın ışığında bunu sual edebiliriz ki; tarz-ı hayat itibariyle kafir gibi yaşayıp kalbindeki imana güvenmek doğru olabilir mi?

 

 

[i] Barla Lahikası (erisale) 277.mektub  - Envar N. s.355 (İstanbul – 2010)

[ii] 274.mektub, s.353 (erisale- Envar N.)

[iii] 272.mektub, s.351

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum