Askeri harekat ile müsbet hareketin Ortadoğu imtihanı

Batı dünyası, İslam’ı etkisiz kılmak için her yola başvuruyor. Bu amaçla yüz sene evvel Osmanlı devre dışına itilerek İslam coğrafyası yeniden dizayn edildi. O zaman İngiliz ve Fransız hükümetleri adına hareket eden Sykes ve Picot isimli görevliler, 1916’da, Rusya’nın da rızasıyla bugünkü  sınırları adeta cetvelle çizerek, bölgeyi gizlice paylaştılar. Osmanlı’nın tasfiyesi göz ardı edilerek, bugün bölgede yaşanan işgal ve savrulma sağlıklı değerlendirilemez.

Asırlık paylaşımın yapay dikişleri, kontrol edilemeyecek boyutlarda atmaya başladı. Batı dünyası, enerji deposu bu bölgede etkisini sürdürmek için, yüz yıllık statükoyu tazelemek ve güncellemek istiyor. Yaptıklarını meşrulaştırmak için kullandığı iki araç var. Birisi, medya kaynaklı ve İslamafobi kavramı kullanılarak İslam’ı sevimsiz gösterme çabasıdır. Yabancı düşmanlığını körükleyen söylem ve yayınlar bunun göstergesidir. İslam’ı sevimsiz, korkunç göstermenin eylem alanındaki ikinci aracı ise, “İslami terör” kavramında kendisini gösteriyor. Bu argüman, dün El Kaide ile tanımlanıyordu. Bugün ise, IŞİD, El Nusra ve benzerleri ile tanımlanıyor. Bunlarla  İslam’ın barışçı ve insani imajı kirletmek hedefleniyor. Üretilmiş bu negatif imaj ile Batı insanı İslam’dan uzak tutuluyor. Kilise eğitiminde bile İslam yeterince tanıtılmıyor. Batı, İslam’ı yok sayarak yayılmanın yollarını açık tutmak istiyor. Avrupa ve Amerika’dan emekli general ve devşirme askerlerin denetiminde, değişik isimlerle profesyonelce kurgulanmış güdümlü terörün, Batı işgalciliğinin meşruluğuna dolgu malzemesi yapıldığı artık sır değil.

İslam’a karşı oluşan Batı’daki bu negatif bakış açısını genellemek, elbette haksızlık olur. İnsaniyeti ve insan haklarını ortak payda kabul eden, ayrımcılığı ve ötekileştirmeyi reddedenler hiç de az değil. Bazı Avrupalı politikacıların seslendirdiği “İslam ve Müslümanlar Avrupa’nın ayrılmaz parçasıdır” söylemini benimseyen hatırı sayılır bir Batı kamuoyu var. Fakat kavga ve düşmanlıktan yana olanların daha etkili olduğu bir gerçek.

Birinci Dünya Harbi öncesinde Batı saldırganlığı hakkında Bediüzzaman’a Münazarat’ta bir soru sorulur: “…etrafımızda hayatmızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?” Bediüzzaman’ın, o günün olumsuz şartlarına karşı ümit yüklü cevabı, sanki daha çok bugüne hitap eder niteliktedir: “Korkmayınız. Medeniyet, fazilet ve hürriyet, alem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en fe şey’en (yavaş yavaş) hafifleyecektir.”

Bu cevaba göre, zulmün geleceği yoktur. Sonunda, medeniyet, fazilet ve hürriyete inanan insaniyet kazanacaktır. Bugün İslam coğrafyasında yaşanan sıkıntılar, “…Hayatımızı zehirlemek... için ağzını açmış yılanlara” ve her türlü asabiyetle malul beşinci kol faaliyetlerine rağmen, “insaniyetin” kazanacağına dair doğum sancısı ve beşaretin ayak sesleri olarak görülmelidir. Çünkü, “İslam uyandı, uyanıyor.”

Enerji kaynaklarına duyulan ihtiyaç, bölgede kurgulanan kaos ve operasyonların ana sebebidir. Gerçi, ABD Dışişleri Sözcüsü, “hava saldırılarının amacı, bölgedeki petrolü denetime almak değil, bölgeyi IŞİD tehdidinden kurtarmaktır” dese de, hiç inandırıcı değildir. Bu açıklamayı sorgulamak için çok sebep var. Güç ve menfaate odaklanmış Batı, “küçük bir menfaat için” dünyayı ateşe atmaktan kaçınmıyor. Bediüzzman’ın felsefe medeniyetini analiz ederken söylediği gibi, “ben görmezsem saadeti, dünya isterse batsın” diyebiliyor. Bu ifadeyi, güncellenmiş haliyle “ben ucuz petrol temin edemezsem, Orta Doğu isterse yansın” şeklinde de okuyabilirsiniz.

Batı, bir yere girmek istiyorsa, hep “demokrasi” veya “medeniyet” götürmek için girdiğini söyleye geldi. Ne var ki, bu yalan mızrağı, artık çuvala sığmıyor. Askeri hareket ve işgallerle göç, yağma, ölüm geliyor; fakat insanlık, medeniyet ve özgürlük gelmiyor. Batı’nın bu gerçeği artık görüp kabullenmesi gerekiyor. Zira, deniz bitti, bitiyor. Sömürgeciliğin geleceği yok. İnsanlar, “insanlık şerefine yakışır” şartlarda yaşamak istiyor. Bu fıtri ihtiyacı, askeri hareketler, dün söndüremedi ve bugün de söndüremeyecek.

Orta Doğu’da bir de madalyonun İslam dünyasına bakan yüzü var. Orada Müslüman Müslümanı kırıyor. Batı, yardım ve kurtarma adıyla bölgeye gelerek, on yıllardır bu kırıma katkı yapıyor. Bölgenin halkları olarak görmemiz gereken gerçek, işgalcilerin merhametine sığınarak gelecek inşa edilemeyeceğidir. Müslümanların siyasi geleceğini tayin hakkında öngörülerde bulunan Bediüzzaman, “biz ferec ve sürur isteriz. Fakat düşmanın kılıcıyla değil” diyerek önümüze önemli bir ilke koyar. Yabancı güçlerden belki destek alabilirsiniz, fakat ülkeniz aleyhine emir almayı da göze almanız gerekir. Bu durumda hamiyetli bir insana yakışan, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “ben milletime bu ihaneti yapmayacağım” diyebilmektir.

Bu noktada toplum düzeninin korunması için Bediüzzamanı’ın geliştirdiği “müsbet hareket” kavramı, kutsi anlam derinliğine sahip, düzenleyici bir cihat ilkesi olarak karşımıza çıkıyor. Güvenliğin nasıl sağlanacağını öğretiyor.

Dışarıdan gelen saldırıları bertaraf etmenin yanında, İslam’ı tanıtma, yayma amaçlı gayretlerin cihat kavramıyla ifade edildiğini biliyoruz. Ne var ki, “cihat” kavramı, bugün sadece kuvvet kullanmakla özdeş hale getirilerek, anlam zenginliğinden soyutlanmış ve içi boşaltılmıştır. Cihat kavramı, İslam coğrafyasında çok haksız şekilde kör kuvvetin elinde, cehaletin himayesinde zulmü yaymanın siyasi sloganı olarak kullanılıyor. Halbuki, Risale-i Nur öğretisinde, “Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevisidir. Manevi tahribata karşı sed çekmektir. Bununla dahili asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.” “Kuvvet harice karşı kullanılır, dahilde kuvvet kullanılmaz” denilerek, cihat kavramı, anlam çarpıtmasından korunmuştur. Risale-i Nur’un öngördüğü “müsbet hareket” ilkesiyle Müslümanlar arasında çatışmayı cihat kabul eden yol kapatılmış, “asayişi korumak, vazife-i vataniye” olarak öngörülmüştür. Çünkü, asayişi ihlal eden toplumsal hareketler, sosyal barışı kundaklayıp “fesat ve ihtilallere yol” açan, bedeli ağır tuzaklardır. Bunun  adı cihat değildir. Bu tuzağa düşülmemesi için, Bediüzzaman, sanki bugünleri görmüşçesine toplum kesimlerini ikazetmekte: “...Hususan vilayat-ı Şarkiyedekilere Nur dersleriyle demiş ki, Dahili asayişe ilişmek yüzde on cani yüzünden yüzde doksan masuma zulüm ve zarar etmektir… Bu sır içindir ki, (Risale-i Nur) siyasete ilişmiyor, asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyor” demektedir. İslam dünyasında, “Fas, Mısır, Suriye ve İran gibi” bazı ülkelerin 1950’li yıllarda kaos tuzağına düştüğü, Türkiye’nin bu duruma düşmemek için gereken hassasiyetin gösterilmesi konusunda siyaset kurumunu mektuplarıyla ikaz ettiği görülüyor.

Baskı altında tutularak isyana teşvik edildiğinin farkında olan Bediüzzaman: “Beni tahkir ve ihanet edip, hiddete getirip asayişi bozmak garazı takip ediliyor” ifadesinde, bu tuzağa düşmediği açıkça görülür. “Vatan, millet ve asayişin menfaati hesabına” asayişin korunması gereğine dikkat çeker, “asayiş ve idare lehinde sabır ve tahammüle karar verdim” diyerek kamu düzeninin, can ve mal güvenliğinin korunmasına ayrı bir önem verir. “Birisinin suçundan başkası mesul olmaz” manasındaki ayet-i kerime gereğince, “bir cani yüzünden çok masumların zarar görmesinin” göze alınmayacağını, bunun “zulmü genişletmek” olacağını söyler. Toplumun can ve mal güvenliğini tehdit eden hareketlere karşı o kadar hassastır ki, talebelerine verdiği son dersinde, toplum güvenliğini bozacak hareketlerden şiddetle kaçınılmasını tavsiye, hatta vasiyet etmiştir.

Tahrikler karşısında isyan çıkarması beklenen Bediüzzaman, devlet içindeki tahrikçi odaklar hakkında, “…onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahrikat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve biçare hastaların ve fakirlerin dünyevi istirahatlerine ve uhrevi saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım” demektedir.

Bediüzzaman, toplum güvenliğinin korunması amacıyla müsbet hareketten hiç ayrılmadı. Bu tavrının altında, “bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım” diyebilen bir kararlık vardı. ”Cihat yapıyorum” diye kaba kuvvetle tahribe yönelmedi. Hep ıslah ve tamirden yana oldu. Bu amaçla geliştirdiği “Müspet hareket” görüşü, onun, İslam’ın barışçı yönünü öne çıkaran ait bir içtihadıdır. Bugün kullandığımız hakların kazanılmasında, baskıcı Cumhuriyet ideolojisinin demokrasiye dönüşümünde, Risale-i Nur’un “tebliğe” dayalı pozitif metodunun katkısı inkar edilemez. Külli bir insaniyet projesi olan Risale-i Nurlar, güvenli bir toplum inşasında da her toplum için model niteliğindedir.

On yıllardan bu yana, milyonlarca masumu iç çatışmalarda kaybeden İslam toplumları, şiddeti araç olmaktan çıkarıp, barışı seçmek zorundadır. Eğer bu tercih yapılmazsa, Bediüzzaman, “gaflet sahrasında yatmakla, vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir… Sefahet ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır” şeklinde sarsıcı uyarılarda bulunmaktadır.

“En güvenli yol barıştır” mesajını getiren İslam, evrensel bir nida ile insanlığı barışa çağırıyor. Böyle bir dinin mensuplarının birbirine uygulayacağı yöntem, şiddet ve vahşet olamaz. Bölgede masumların şahsında ölen, insanlık ve  medeniyettir. İnsaniyet ve barışı isteyenler, eğer yalan söylemiyorsa, Orta Doğudaki bu imtihanda savaş kaybetmeli, barış kazanmalıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum