Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Kendi Filmimizi Çektiğimizin Ne Kadar Farkındayız?

Bir lisede yaptığımız seri sohbetlerde, öğrencilere verdiğimiz örneklerden biri de "Altıncı Söz ve İkinci Şua" kaynaklı olarak, göz ile ilgiliydi. "Mesela gözü veren Zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözü gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğünün yakıştığını görür, sonra yapar."

Bir göz, insanı nereye götürüyor değil mi? Gözün gördüklerini ve göremediklerini görmeyen, o gözü ayarlayabilir mi? Yani gözü yapanın sonsuz bir görmesi olması gerekiyor. Peki, gözü yüze takıp ayarlayan Zât, o gözü niçin verdiğini bildirmez mi? Bildirmezse, niçin bu harika gözü versin ki? Bu, abes olmaz mı?

Buradan mülhemen, biz de öğrencilere, "Gözlüğü yapan var da gözü yapan yok mu?" diye soruyoruz sohbetlerde. Göz için sorduğumuz soruyu ayak, kol, kulak için de soruyoruz elbette.

Bunları niçin anlattım? Bir gün yine üniversite yurtlarındaki bir mescitte, yatsı namazından sonraki bir sohbette, bir öğrenci bana "Hocam, beni hatırladınız mı?" diye sordu. Kardeşimizi tam çıkaramamıştık. "Hocam, lisedeyken sizin birkaç dersinizi dinlemiştim. Bize "Bu gözlüğü yapan var da gözü yapan yok mu?" diye sormuş; bize hem gözü veren Allah'ı hem de bu gözü, onu bize verenin rızası haricinde harama sarf edemeyeceğimizi anlatmıştınız. Bu sohbet de bizi mescide taşımıştı. O gün bugündür, namaz vakitlerine mescideyiz" demişti.

Bugünlerde, bizi sanattan sanatkâra götüren bu ve emsal cümlelerimizi okuyan bir arkadaşımız bize "Sizin bu tip yaklaşım ve cümleleriniz bizi ancak deizme götürür." deyince, yukarıdaki diyaloğu hatırladım.

Arkadaşa, deizm denen şey de başka bir isimde bir inkârdır. Çünkü Allah, sadece gözü yaratıp bize hediye etmiş değildir. Her an görmeyi de yaratmaktadır. Sadece görmeyi mi? Başta insan olarak milyonlarca canlının gözünü tam da o gözün sahibinin hayat şartlarına göre yaratıp kafasının en münasip yerine yerleştiren Allah olduğu gibi, sonsuz ilim ve kudretiyle her an görmek ve duymak fiilini yaratan da O'dur. Yani gözü yaratıp teslim edip gerisini sebeplere bırakmamıştır. Bu, gözde böyle olduğu gibi, ayaktan çıkan yürümek, dilden çıkan kelimelerde de böyledir. Fiilin faili olmaz mı? İnsanın bir fiildeki hissesi, sadece mesuliyeti mucib kıl kadar bir iradedir. Ki o da bütün kâinatın varlığı ve düzgün çalışıp işlemesi ile ortaya çıkan fiillerin hakikî faili olmaktan uzaktır. İnsanda görülen ve ondan sudur eden fiillerde, insan sadece müzhir (fiili gösteren) ve memerdir. (Fiilin geçtiği, göründüğü mekândır.) Fiilin faili değildir. Sadece fiilin sıfatına, iyi ya da kötü oluşuna karar verendir.

Elbette dili, kulağı, gözü, aklı yaratan Allah onları niçin yarattığını da bildirmiş; asırları ve kıtaları bunu bize anlatan hidayet rehberleriyle nurlandırmıştır. Biz insanlara konuşmayı veren Allah, sanat dili ile konuştuğu gibi, kelâmıyla da konuşmaz mı? Başta vahiyler ve bütün çeşitleriyle ilhamlar, bizimle konuştuğunun büyük delili ve konuşmasının tezahürleridir. Özetle bunları anlattığım arkadaşımız dönüş yapmadı bize. Mesuliyetten kaçmaya ve inkârdaki çaresizliklerine yeni isimler takmaya çalışıyorlar anlaşılan. Fakat bu tip vahi yaklaşımlar, isimlendirmeler aklı bir müddetliğine sustursa da dâimî olarak yatıştıramaz. Peki, bu isimlendirmeler veya inkâra bulunan kılıflar, aklı nereye kadar susturabilir ve vicdanın sesini bastırabilir ki? Düşünüp de hidayetle buluşamamış büyük kafaların hazin sonları, bu konuda bize bir ipucu veriyor aslında.

Yine bazılarının kendilerini kandırmak için, bir kısım merkezlerden kulaklara üflenen "Bilim her şeyi halledecek, izah edecek; dine değil, bilime inanın" gibi esassız cümleleri dolaşıma soktuklarını da esefle görüyoruz. Bunlardan birisine, "Bir motorun nasıl yapılıp tanzim edildiğini ya da bir uçağın nasıl uçabildiğini veya bir kitabın kaç kelime veya bölümden meydana geldiğini anlayıp izah etmek; o motoru yapan ustayı, uçağı uçuran mühendisi, kitabı yazan kâtibi ortadan kaldırmış mı olur? Ya da bunların izahı, onları yapan ve yazan ustanın varlığını bize daha güçlü şekilde bildirmez mi? Bu bilgiler, mühendis veya kâtibi daha iyi anlamamızı sağlamaz mı?" diye yazdım, yine dönüş olmadı.

Ya arkadaş, bütün bilim dalları ve fennî izahlar, Allah'ın tanzim edip yarattığı modeli, sanatı; kâinatta koyduğu kanunları bize izah etmiş olur. Bir sanat, sanatkârsız; kanun, o kanunu koyucusuz olur mu? Bu, umumî bir kanun, düstur. Bunu biz demiyoruz, aklın ve hatta bilimin gerçeği bu. Bu bakış açısını yakalayamamış ya da buna hiç muhatap olamamış, hâliyle sanata sanatkarıyla birlikte bakamamış birinin bildikleri, elde ettikleri ona dünyevî bir mertebe veya alkış kazandırabilir belki. Fakat kemalât kazandıramaz. Onlardan feyiz de alamaz. Kör olan birinin kafasındaki ışık, ona bir fayda verebilir mi?

Gözden başladık, buralara hatta başlığa yeni geldik. Bunun ne kadar farkındayız, bilemiyorum ama başta göz ve diğer uzuvlarımızla kendi belgeselimizi çekiyor; bize dâimî mükâfat kazandıracak ya da pişmanlık sebebi olacak, ebedî manzaralarımızı hazırlıyoruz aslında. "Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bakileştirmek için, iştiyakla kitabet ve şiir, hatta sinemayla hıfzına çalışır" değil mi? Peki, bu muhafazayı her zaman yapabiliyor, her hâlimizi kayıt altına alabiliyor muyuz? Hayır. Fakat muhafazasını ve kaydını istediğimiz hâl ve keyfiyet veya sözlerimizin iki trilyon sene sonra bile olsa, size gösterilmesini istersiniz, isteriz. Hele bir de bu manzaralar, medar-ı sürûr olacaksa, daha çok isteriz. İşte, merak etmeyiniz, bu gösterim için, dâimî olarak kayıt altındayız. Bu yazıyı yazarken bu fakir; okurken sizler, ebedî âlem adına, kayıtlardaydınız, şimdi de kayıtlardayız.

Yani "İnsan ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamış; belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılıyor ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için kaydediliyor." Bizi cennete layık bir aday olarak başıboş bırakmayıp dünyadan misafir eden Rabbimiz, bizden de başrolünde kendimizin olduğu, cennete layık bir belgesel film istiyor. Seyircileri arasında başta Rabbimiz, Peygamberimiz (asm), evliya ve asfiyaların yanında, tüm mahşer halkının olduğu bu belgesel filmin kameramanı da kendimiz, biziz.

İki tane olmasına rağmen, bir mucize eseri olarak durmadan tek görüntü alan kameralar da gözlerimiz. Finale kadar, hiçbir kameramana en küçük bir baskı yapılmıyor; akla kapı açılıp ihtiyar elinden alınmıyor. Senaryosunu kendimiz yazıp kendimiz oynadığımız bu belgeselimizde, nuranî manzaralarımızın nispeti ne kadar acaba? Buna dikkat ediyor muyuz?

Evet dostlar, zengin-fakir, amir-memur, zalim-mazlum ebedî âleme, "Ağızların mühürlenip el ve ayakların şahitlik edeceği" o hak gününe doğru akıp gidiyoruz. Çetin ve ince o hesap gününde, bu filmimizi yüzümüz kızarmadan seyredebilecek miyiz acaba?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum