Allah, onların sırlarını ve fısıldaşmalarını bilir

Allah, onların sırlarını ve fısıldaşmalarını bilir

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Tevbe Sûresi 75-78. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

75-Onlardan kimisi de: “Yemîn olsun ki, eğer (Allah) fazlından bize verirse, mutlaka sadaka (ve zekâtını) vereceğiz ve mutlaka sâlihlerden olacağız” diye Allah’a söz verdi.

76-Fakat (Allah) fazlından onlara verince, onda cimrilik ettiler ve onlar (Allah’a itâatten) yüz çeviren kimseler olarak (sözlerinden) döndüler.

77-İşte Allah’a verdikleri sözden dönmeleri ve yalan söyleyegelmeleri sebebiyle, (Allah da) âkıbetlerini, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalblerinde (devâm edecek) bir nifak yaptı.

78-Bilmediler mi ki şüphesiz Allah, onların sırlarını ve fısıldaşmalarını bilir; çünkü şüphesiz Allah, (bütün) gizlilikleri çok iyi bilendir!(*)

(*)“Hiçbir şey O’ndan gizlenmesi kābil (mümkün) değildir. Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşyâ, güneşi görmemesi kābil olmadığı gibi, o Alîm-i zü’l-Celâl’in (sonsuz ilim ve Celâl sâhibi olan Allah’ın) nûr-ı ilmine karşı eşyânın gizlenmesi, bin derece daha gayr-ı kābildir, muhâldir (imkansızdır). Çünki huzur var. Yani herşey dâire-i nazarındadır (bakıyor) ve mukābildir (karşısındadır) ve dâire-i şuhûdundadır (görmektedir) ve herşeye nüfûzu var (ilmi herşeye işliyor). 
Şu câmid (ruhsuz) güneş, şu âciz insan, şu şuursuz röntgen şuâ‘ı gibi zînûrlar (nûrlu şeyler); hâdis (sonradan olma), nâkıs (noksan), ârız oldukları hâlde, onların nûrları, mukābilindeki herşeyi görüp nüfûz ederlerse (işlerlerse), elbette vâcib ve muhît (kuşatan) ve zâtî (kendine âid) olan nûr-ı ilm-i ezelîden (Allah’ın ezelî ilminin nûrundan) hiçbir şey gizlenemez ve hâricinde (dışında) kalamaz. (...) 
Mâdem şu kâinât sâhibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir, hikmet ve rahmetin muktezâsına (gereğine) göre onlarla muâmele eder ve edecek. Ey insan! Aklını başına al, dikkat et! Nasıl bir zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!” (Mektûbât, 20. Mektûb, 73-75)