Ali Arslan Aydın hoca Hakk’a yürüdü

Ali Arslan Aydın hoca Hakk’a yürüdü

Türkiye’nin tanınmış ilim adamlarından Ali Arslan Aydın hoca dün akşam (22 Kasım Pazar günü) saat 19:00’da vefat etti.


Türkiye’nin tanınmış ilim adamlarından Ali Arslan Aydın hoca dün akşam (22 Kasım Pazar günü) saat 19:00’da vefat etti.

Hocaefendi’nin cenazesi bu gün (Pazartesi) öğle namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınacak.

İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn…

Aşağıda, Altınoluk dergisinin Ali Arslan Aydın hocayla yaptığı bir röportajı istifadenize sunuyoruz:

“Bu ay sizlere, askerlik öncesi hayatını "Benim Cahiliye Dönemim" diye niteleyen, ilim yolculuğuna 20 yaşların üzerinde başlayan ve ulaştığı seviye itibarıyla ilme başlamanın yaşı olmayacağını bir kere daha ispat eden bir Hoca ile yaptığımız sohbetten kesitler sunmak istiyoruz.
Ali Arslan Aydın Hoca o... Uzun yıllar Din işleri Yüksek Kurulu üyeliği yapan. İlahiyat Fakültelerinde Kelam dersleri veren ve ilim hayatımıza "İslam inançları ve Felsefesi" gibi değerli bir eser kazandıran Ali Arslan Aydın Hoca'nın hayatı, adeta bir cehd destanı halinde... Türkiye'den başlayıp, Mısır'a uzanan ve gecelerin-gündüzlerin ilim aşkıyla yoğrulduğu bir destan bu...

BİR HOCA EVLADI

Kendisi bir "Hoca evladı." Bunu, "yetişme çağı habersiz bir sürüklenme içinde geçen ülke"de kendisi için "Allah'ın bir lütfü" olarak değerlendiriyor Hoca. Yusuf Ziya Bey, "anne"nin küçük yaşta ahirete intikal ettiği bir yuvada, çocuklarına hem anne, hem baba şefkati veren bir insan. Memleket Gülnar. Dedeler Kafkasya'dan gelen Türkmenlerden... Yusuf Ziya Bey Medrese tahsili yapmış. Hizmete müezzinlikle başlamış. Sonra imamet vaizlik, sonra İstanbul'a gelip Fatih Dersiamlarından Çarşambalı Hoca'dan icazet almış, bu arada Darülfünun Hukuk Mektebini bitirmiş. Öğretmenlik yapmış, avukatlık yapmış... Sonunda 35 senelik müftülükle 80 küsur yaşında emekli olmuş, îşte böyle bir babanın çevresinde ilk tahsilini alıyor Ali Arslan Aydın Hoca... Doğum 1926. İlk, orta, tahsilini Gülnar'da tamamlıyor. Lise için Bolu'ya, Orman Meslek Lisesi'ne gönderiliyor. Hoca "kendisi için örnek insanın babası olduğunu, onun gibi hocalığı düşündüğünü, ancak ortada ilahiyat bulunmadığı, medreseler de kapandığı için, İslamî ilim yolunun o zaman için kapalı bulunduğunu" ifade ediyor burada. Bolu'da üç sene okuyor ve Adana'da şef muavini olarak göreve başlıyor. Bölge şefliği sırasında da askerliği geliyor. Askerden topçu teğmeni olarak terhis oluyor, îşte buraya kadar bir dönem Hoca'nın hayatında. Kendisi şunu söylüyor burada:

- Ben hayatımın bu zamana kadar olan devresini Cahiliye Dönemi olarak vasıflandırırım. Bocalama devresinde muvakkat bir mesleğe girivermişiz o zamanki şartlarda. O çağlar, genelde memleketin tamamının cahiliye çağı. Doğu'daki medreseler devam ediyorsa da ben onları kastetmiyorum. Onlar bir istisna.

SUSAMIŞ BİR İNSAN GİBİ...

Askerlik sonrası lise fark imtihanları ve Antalya Serik'te Orman Bölge Şefliği görevi.

İşte bu sıralar Hoca'nın okumaya, yirmi yıllık bir açlıkla yöneldiği dönem... "Oruçken susayan bir insanın su içmesi gibi bir şey bu..." Eline İslamî muhtevalı ve davaya yönelik ne geçerse içercesine okuyor. Bu okumanın içinden bereketi de çıkıyor. Bir haber:Bağdat'ta, Azamiye'de, Evkaf Bakanlığı'na bağlı iki sene lise kısmı ve dört sene fakültesi bulunan ve 6 yıllık eğitim veren Külliyetü'ş-Şeria fakültesinin dekanı geliyor. Türkiye'den talebeleri alıp, okutacaklar.

Bu haber, Hoca'nın gönlünde bir kıvılcım yakıyor. Tam da bu sırada bir müfettiş Hoca'ya "Sen yüksek tahsile hazırlanıyorsun. Ankara'da senin için bir kadro buldum, seni buraya aldıralım" diye haber gönderiyor. "Hastaya su sormak" gibi bir şey bu Hoca için. Ankara'ya geliyor Hoca. Ahmet Hamdi Akseki Hoca'ya çıkıyor. Bağdat hadisesinden bahsediyor. Akseki Hoca öncelikle Arapça öğrenmek gerektiğini, islamî kültüre ihtiyaç olacağını ifade ediyor.

Ali Arslan Hoca Arap ülkelerinde bir tahsil için kendisindeki birikimin henüz yeterli olmadığını görüyor ve Ankara'da kolları sıvıyor. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı-Hüsnü Lostar'dan hadis, fıkıh, Arapça, Ahmed Davudoğlu Hoca merhumdan Arapça okuyor. Bu arada Rıza Çöllü Hoca île başka hocalarla değişik islamî ilimler üzerinde müzakerelerde bulunuyorlar. Bu arada hocalar, bilhassa Ahmet Hamdi Akseki Hoca "Evladım, diyor, sen ciddi bir hoca olmak istiyorsan Arapça'yı çok iyi öğrenmen lazım. Mısır'a git ve Ezher'de oku." Hoca' nın düşünceleri Bağdat'tan Mısır'a yöneliyor.

İMAM-HATİP KURSUNDA

İşte bu sıralarda Ankara'da Demokratların baskısıyla îmam-Hatip Okulları açılması gündeme geliyor. "Okul" dahi diyemiyorlar, "îmam-Hatip Kursu" diyorlar. Müddeti 10 ay olmak üzere kurs açılıyor. Bu kursun ilk öğrencileri içinde Hoca da var. Aksekili Hoca, Ali Arslan Hoca'nın çalıştığı dairenin genel müdürüne yazı yazmış, yarım günlük izin almış. Öğleye kadar kursa gidiyor, öğleden sonra da vazifeye... Hepsi hepsi 8-10 öğrencisi var kursun. Hafiz Ali Güran Kur'an-ı Kerim dersine giriyor. Hasan Hüsnü Erdem Fıkıh, Yusuf Ziya Yörükhan Mezhepler Tarihi dersine. Bir de kurs müdürü var. Yer de enteresan: Merhum Mehmed Akif'in evi, istiklal Marşı'nı yazdığı yer, yani Taceddin Dergahı. Hacettepe'de, işte bu kursun ilk diploma alan öğrencilerinden birisi de Ali Arslan Aydın Hoca..

- Benim buradan aldığım diploma Ezher'de tercüme edildi ve dinî lise muadili sayılarak Ezher'e girişimde önemli rol oynadı, diyor Hoca. Bununla birlikte ayrıca bir de imtihana tabî tutuyorlar.

BAĞDAT'TAN MISIR'A

Hoca'nın ilim yolculuğu bir aile meclisi kararıyla başlıyor. Bu kararın oluşmasına Aksekili Hoca'nın mektubu da katkıda bulunuyor. İlk yolculuk Bağdat'a... Fakat Bağdat'ta Hoca bunalıyor. "Bir güvensizlik duygusu sardı içimi" diye anlatıyor Hoca. Bağdat'ta bir-birbuçuk ay kadar ancak kalıp, önce Şam'a, oradan Beyrut yoluyla "Ver elini İskenderiye." deyip Mısır'a yöneliyor. Yanında koca bir sandık, içi kitap dolu ve çalınmaması için ayakkabısının ökçesinin altına saklattığı bir miktar Reşat altını...

YAMAN BİR MARATON

Mısır'a varır varmaz can havliyle ilim yoluna koyuluyor. İşte bundan sonrası yaman bir maratondur. Özel dersler ve kim bulunursa onun dizinin dibine çökmeler...

Mısır'da Harbiye Bakanlığı yapmış, Osmanlı paşalarından M. Salih Harp Paşa, Türkiye'den gelen öğrencilere sahip çıkıyor. "Ladini Türkiye'den 100 talebe gelmiş. Biz bunları ne yapıp edip okutmalıyız" düşüncesi var. Türk öğrencilere 5 Mısır Lirası maaş bağlanıyor, bu arada Paşa öğrencileri bir otele yerleştiriyor. Bir müddet sonra otel sahibi Hoca'ya iyilik olsun diye 5 Cüneyh'i eline veriyor ve Hoca, "Türk öğrenciler arasında Türkçe konuşup Arapça'yı öğrenemem"diye bir pansiyona çıkıyor.

Sonra Usulüd'din Fakültesi. Mısır'daki bütün ilim hayatı cansiperane bir gayretle geçiyor. Çalışıyor, didiniyor, mevzuat engellerini aşıyor, ilim için adeta çırpınıyor. İlim hayatına geç başlamış olmaktan doğan mesafeyi kapatmak için tarifi imkansız bir çaba bu. Bir yıllık bir hazırlık devresi geçiyor. 1951 senesinde diploma muadeleti sağlanıyor ve imtihanla Usulü'd-Din Fakültesine girmeye hak kazanıyor. Fakülteyi normal süresi olan 4 senede (1955) yabancı öğrenciler arasında üçüncü olarak bitiriyor.
Aynı yılda fakülteyi bitiren Ali Özek Hoca ile birlikte Vaaz ve İrşad İhtisası bölümüne giriyor. Böylece, açılışı o günlerde gerçekleşen ve "Tahassu'l-madde" adıyla anılan doktora ihtisas bölümüne seçilen burslu 10 öğrenciden biri oluyor. İlm-i Kelam ve İslam Felsefesi üzerine 4 yıl ihtisas yaptıktan ve bu arada bir çok ilmî araştırmalar ve imtihanlarda başarı gösterdikten sonra (el-Alemiyye'nin dereceti üstaz) diplomasını alabilmek için 2 yıllık geceli-gündüzlü çalışma sonunda hazırlıyor. Bu tezin adı "el-Ba'su ve'1-Hulud beyne'l-mütekellimine ve'1-Felasife" 565 sayfalık bu "Üstaziye" tezine 30. 12. 1961 tarihinde yapılan 5 kişilik jüri önünde savunarak "İmtiyaz" derecesinde diplomasını alıyor. Bu ihtisas süresi içinde haftada 6 saat olmak üzere Kahire Enstitüsünde îlm-i Kelam ve Mantık dersleri veriyor.

Sonunda dağarcık doluyor ve Hoca Türkiye'ye dönüyor. Müşavere ve dînî Eserler İnceleme Kurulu üyeliği sonra, Konya Yüksek İslam Enstitüsünde Kelam Dersi Hocalığı, Suudi Arabistan'da doçent unvanıyla 4 yıllık öğretim. Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğinden emeklilik.

Hoca emekli olmuş ama hala -elhamdülillah- bütün diriliği üzerinde... İlmî faaliyetlerini sürdürüyor. Geçen Ramazandan bu yana Fatih Camiinde ve Ekim 89'dan bu yana Hak Yol Vakfı'nca İskender Paşa' da organize edilen Tefsir dersleri veriyor, yazıyor. İnşaallah hizmetleri, ilim hayatımızı zenginleştirmeye devam edecek.

VE DÜŞÜNCELER:
İSLAM'IN BÜTÜNLÜĞÜ

Sohbetimiz sırasında kendisine, bu sayımızın kapak konusu ile ilgili sorular da yönelttik. Çünkü, Hoca'nın ihtisası İlm-i Kelam üzerine. Hoca'nın bu alanda da çok önemli düşünceleri var. İlk sorumuz şuydu:

- Hocam, ülkemizde islamî açıdan bir husus üzerinde durmak istiyoruz. İnsanlarımız genellikle "Müslüman" olduklarını belirtiyor, Müslüman olduklarını ifade de titiz davranıyorlar. Ancak İslam, ilkeleri açısından bakıldığında, İslam dairesinde kalmak konusunda pek çok insanın yeterli titizliği gösteremediği de görülüyor. Belki bilgisizlik sonucu.İnsanlar iman hadisesini yeterince değerlendiremiyorlar mı acaba? İman nasıl bir şey? Onun üzerinde nasıl bir titizlik göstermek gerekiyor? İslam'a inanmak demek ne demek?

- Efendim İslam denince akla Kur'an ile, sünnet ile beyan edilen hükümlerin tamamı gelir. Emirlerin, yasakların tamamı. Hükümler üçe ayrılır, îtikadî hükümler, amelî (fikhî) hükümler, ahlakî ve sülük ile ilgili hükümler.

İtikad île ilgili emir ve yasaklar var, ibadetler ile ilgili olanlar var, hukuk ve sosyal düzenle ilgili emir ve yasaklar var, aile hayatıyla ilgili düzenlemeler var. İslam'ın düzenlemediği bir alan hükmünü bildirmediği bir konu yok. Böyle bir alan varsa söylensin, gelin doldurun diyelim. Varsa bir boşluk gösterilsin. Hayır, hiçbir boşluk yoktur. Bunlar Kur'an'da belirtilmiştir, Rasülullah'ın hayatında belirtilmiştir. Allah Teala bir Peygamber göndermiş. Masumiyeti, hata etmeyen olan bir insan. Kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.)'i gönderiyor. Kendisinden sonra kitap gelmeyecek bir kitap gönderiyor ayrıca Peygamberi ile... Bir din vaz'ediyor. Daha önce vazettiği dinlerin en mükemmeli. İşte bütün bunlar bir bütündür. Bunların tamamına inanmak da imanın gereğidir. Tam imanın gereğidir.
Efendim, "Kur'an'a inanıyoruz ama kanun yapma hakkı hocalara mı verilmeli. Yönetme hakkı da hocalarda mı olmalı?" Rönesans da bu tartışmalardan doğmuştur. Her alanın Hıristiyan din adamlarının kontrolünde olmasına tepkiden doğmuştur Rönesans... İslam'da bu manada hayatın her sahasını hocaların kontrol etmesi diye bir hadise yok. Geniş fikir hürriyeti var. Aklî ilimlere son derece ehemmiyet verilmiştir. Ancak dînin bir bütün olduğu, öncelikle teslim edilmelidir. Din bir bütün ise. İslam bir bütünse, Kur'an'a inanıyorsan, Peygamber'e inanıyorsan dînin bütününe de inanacaksın. Değilse, Peygamber'den daha yetkili bir insan var mı onu söylemek gerekir. Ya da Kur'an'dan daha mükemmel bir kitap varsa onu... Mesela dînin akaidini, ibadetini, ahlakını, tanıyıp da aile nizamı için "Geçiniz onu, o 1400 yıl evveldi" diyemezsiniz. Bunu din içinde izah edemezsiniz. Cezai hükümler için "bunlar bugün için geçerli mi?" diye bir soruyu din içinde soramazsınız. Din ve iman tecezzi kabul etmez bir bütündür.

Kur'an' ın ekseriyatı genellikle hukukî düzen diye anılan şeriatla ilgilidir. Evet, Mekke'de 13 sene müşriklerle mücadele edildi, ahkam genelde Medine'de indi. Ama bir Bakara Suresi indi 2.5 cüz. Kur'an'ın on ikide biri. BirAl-i îmran geliyor, Enfal geliyor, En'am geliyor... Demek ki İslam'ın hukuk nizamı 10 sene içerisinde tamamlanıyor. Hayatın en ince teferruatına kadar. Hukuktan adaba kadar. Kitap ve Sünnet ana iki kaynak olmakla beraber, hayatın her safhasında gerektirdiği hukukî hükümler, İslam müctehidleri tarafından tamamlanmıştır. Böylece dinî delillere icma ve kıyas eklenmiştir. Böylece bildiğimiz ehl-i sünnet mezhepleri teşekkül etmiştir. Sonuç olarak gerçek Müslüman İslam'ın iman, ibadet ve sosyal düzeni ile ilgili bütün emirlerini (topluca icmali) öğrendikçe tafsili olarak inanmakla ve hayatında uygulamakla mükelleftir. Çünkü mücerred iman eseri görülmediği sürece sönmek tehlikesine maruzdur. İslam'ın değil ana hükümlerinden, adabından bile taviz vermek İslam şahsiyetiyle bağdaşmaz.

İMANIN BÜTÜNLÜĞÜ

- Hocam, camiye gelen insanlardan bir kısmı bile, bir yere geliyor ve kendi anlayışına ters ise, "Bu ayet olsa kabul etmem" diyebiliyor. Bu tür sözler İslam nokta-i nazarından ne getirir, ne götürür?

- İnkar, alay ve istihza ile korku ve ölüm halindeki iman, iman olmuyor. Açık inkar, küfrü gerektirir. Küfür ile iman bir kalbte cem'olmaz. İman bölünmez. Peygamberimiz müşahhas olarak şahısların tekfiri üzerinde durmazdı. Prensipleri belirtirdi. Sen eğer Sünnet'i inkar edersen, dînîn yüzde 80'ini inkar ettin demektir. Prensipler Kur'an'la sabit olmakla birlikte, uygulaması sünnetle belirlenmiştir. Bunlardan kesin olarak sabit olanları inkar, küfrü gerektirir. İstihza da öyle. Hatta tahsin de öyle. Çok hassastır bu mevzu. Yani ahkam mevzuunda kulların, kanun koyucu olan kimselerin koyduğu kanunları Allah'ın koyduğu kanunlara "tahsin ve tafdil" ederseniz bu da küfürdür. Bu, akaidde mühim bir nokta. Şu husus gayet açık: "Kur'an' a inanıyorum, fakat bu ahkam olmaz veya yok"derseniz imanı koruyamazsınız.

CEHALET MAZERET Mİ?

- Ya bilgisizlik hocam?

- Şimdi kafirin, ehl-i kitabın İslam'ı bilmemesi cehalettir. Bu cehalet Allah nezdinde makbul müdür? El cevap değildir. Bugün İslam çeşitli vesilelerle gitmiş midir her yere? O halde mazeret kalkmıştır. Cahilse cehaletinin bedeli ahiretteki azabdır. Cahilliyet bu devirde hiç mazeret değildir. Dileyen istediğini öğrenebiliyor. TV'de bazan görüyor. Acaib müzik türleri... Bunları öğrenebiliyor insanlar. İslam'ı öğrenmemek neden mazeret olsun öyleyse? Öyleyse bir Müslüman için cehalet hiç mazeret olamaz. "Benim kafama ters geldi" sözü de ciddiye alınamaz. Senin kafan mı esas, Kur'an mı? Sen kafana değil, Kur'an'a uyacaksın. Anlayamıyorsan anlayana soracaksın. Soruncaya kadar da aslı nasıl ise öyle inanmak vazifesi vardır. Bir Müslüman yeni bir mesele ile karşılaştı ve anlayamadı diyelim. Şeytan da zihnini kurcaladı ve inkara doğru yöneltti. Hemen koşup bir bilene soracak. Öğreninceye kadar da inancını sürdürecek.

ŞARTLANMA

- Hocam cehalet mazeret değil. Kanunlar da mazeret saymıyor cehaleti. Ama bir de şartlandırma var. Yanlışa doğru gibi şartlandırma. Öyle yanlışlar öğretiliyor ki insanlar doğru gibi inanıyorlar. Bu şartlanmışlık mazeret olabilir mi?

- Ben, şu ana kadar böyle bir görüş, nass bilmiyorum. Bu gibilerin hali ne oluyor? Demek ki İslam'a aykırı anlayışlar örf ve adet haline geliyor. Bu tam bir fısktır. Bunu yaşayan da fasıktır. İman var, takva var. Bunlar yüce mertebeler. Bir de fısk ve büyük günah sayılan yasakları işlemek var. Cehennem yalnız münafıklara ve kafirlere mahsus değil. "Müslümanlardan hardal tanesi kadar imanı olan cennete girecek" diye müjdeler var. Bunlar teşviktir aslında. Hardal tanesi demek, nerdeyse bir şey kalmamış demek. Bu adam, dört başı mamur bir fasıktır. Allah Teala "Şirkten başka günahı dilersem affederim" buyuruyor. Ama diler mi? Bütün mesele orada, dilemekte... Çok dikkat etmek gerekiyor.

DİN VE DÜNYANIN KOPARILMASI

- Hocam, sıkıntımız herhalde toplumun dînî başka dünyası başka insanlar haline getirilmesidir. İnsanlarımızın gönülleri başka kafaları başka. Bazan Müslüman. Bazan inkarcı. Herkes kendi kalbevinde bir şeylerin yıkıldığını, sağlam inançlarından birer parçanın her gün koptuğunu hissetmekte... Bu konuda insanlarımıza bir uyarı yapmak sonıyoruz bu ümmetin bilenlerinin görevi olsa gerek...

- Maalesef, felaket bir nokta bu. Mazereti de yok. Efendim, şu şartlardan geçtik, bu şartlardan geçtik mazuruz, ne yapalım demek... Eğer Allah mazur görürse ne ala. Ama biz mazuruz diye hükme varamayız. Çünkü ölçü ortada. Peygamberimizin sözleri ortada, Kur'an ortada. Bilseler bunlar Kur'an'da geçenleri, Kur'an'ı da tefsirlerini de okutmazlar millete. Şu anda her taraf kapkaranlık görünüyorsa da, ümitsiz olmamak lazım. Gençler Kur'an'ı okuyor Allah'a hamdolsun. Bize düşen ilimle, kültürle İslam'ın nurunu gönüllere ulaştırmaktır. Bunun çarelerini bulmak zorundayız.

DİN İSTİSMARI NE Kİ?

- Hocam bir de din istismarı konusu var. Zaman zaman bizzat Müslümanların da ağzına ulaşan bu din istismarı ifadesi üzerine düşüncelerinizi istirham edebilir miyiz?

- Herhalde din istismarı tabiri, biraz bize mahsus. Laik rejimlere mahsus. Dinden bahsetmek neden istismar olsun, anlamak mümkün değil. Dinden niye bahsedersin, dînin hükmünü bildirmek için... Bu istismar mıdır? Aslında İslam dünyasının hiçbir yerinde dinden bahsetmek din istismarı olarak kabul edilemez.

Ama bundan bahsedenler vardır. Mısır'da da var. Mesela %12-13 nispetindeki kıptiler bu yoldadır. Çok güçlüdürler. Mısır'ın ahlakını bozanlar yüzde doksan onlardır. Ama diyeceksiniz nasıl yüzde seksenbeş bunları eritememiş. İşte burada İslam şahsiyetinin önemi ortaya çıkıyor. Şahsiyetsizlik, zayıflık çıkıyor. İslam'a Kur'an'a sarıldığımız anda hakimdik. Zımmisi kıptisi İslam adabındaydı. Ermenisi, Yahudisi, Ramazan'a saygılıydı. Erimişti İslam potasında. O vakit herkes, İslam'ın rahatlıkla her şeyinden bahsedebiliyordu. İtikadından da, aile hayatından da, verasetinden de, kadının hakkından da, kadının nikahından da. Hiç de istismar olmuyordu. Kimse de "istismar var" demiyordu. Dînin istismarı ne vakit çıktı? "Din ve dünya işlerini ayırdık" dediler. "Ayrılması lazımdır" dediler. "Ayrılmazsa mezhepçilik, bilmemnecilik olur" dediler. "Mazide şu oldu, bu oldu" dediler. Mazide ne olmuştu ki? Osmanlıları mezhepçilik mi yıktı, yoksa milliyetçilik mi? Jön Türk kavmiyetçiliği mi yıktı?
İslam'ın anlatılması, yaşanması, toplumun aydınlatılması muayyen bir zümrenin inhisarında değildir. Ehil olan herkes İslam'ı tanıtır. Mühendis de, doktor da tanıtır.

Pakistan'da tebliğ heyetleri her yıl irşada çıkıyor. Kimlerdir biliyoruz. Filan lisenin müdürü, filan hastahanenin başhekimi, falan şirketin mühendisi. Bunlar l sene maaşlarından tasarruf ediyorlar, senede l ay tebliğ görevi yapmak için seyahate çıkıyor. Hem de nereye gidiyor? Bir grup Türkiye'ye, bir grup Afrika'ya, bir grup Amerika'ya. Sonra Hacc mevsiminde Mekke'de toplanıyorlar. Sonra işlerine dönüyorlar. Bunların hepsi ne kelamcı, ne tefsirci, ne hadisçi. Aslında ehil olmak ve iyi niyet kaydıyla herkes İslam'dan bahsedebilir. Bildiği noktaları anlatabilir. Ama bir de dînî otorite var. Yani temayüz etmiş din alimleri. Vaktinde Gazali'nin temayüz ettiği gibi. Her 100 senede bir müceddit geliyor, ilmi otoriteler yetişiyor. Dînî tanıtmanın metotlarını yeniliyor ve o zamanın insanlarının anlayacağı bir üslupla takdim ediyor, yeni eserler veriyorlar.
Timetürk