Akif İnan:Bir sözdür susuşun bir ince fikir

Akif İnan:Bir sözdür susuşun bir ince fikir

Hüseyin Karaca'nın yazısı...

Yazmanın zorluğuna, özel bir kişi hakkında yazmanın zorluğu ve zorunluluğu da eklenince kalemin satırda ilerleyişi daha da zor oluyor. Üstelik bu kişi büyükse, şairse eylem insanıysa ve... “günleri bir secde hızıyla geçip” bir iftar gibi mahşere erişmişse bir yandan halet-i ruhiye öte yandan haddi aşma korkusu kalemin hareketini güçleştiriyor...

İlk karşılaşmam Ankara’da bundan on beş yıl önce.
(Sevgili Selçuk Küpçük’ün Kapanmış Dergiler Kıraathanesi’nde çoktan yerini almış olan Ünlem dergisi henüz hazırlık aşamasında...)
Gür bir ses, karizmatik yapı ama samimi.
Bakışları “bu çağı kurtarmanın bir eylemi”
Kavgadan yeni çıkmış ama yeni bir kavgaya atılmak için her an tetikte. Aksiyonda Necip Fazıl’ın hemen ardından gelir; desem mübalağa etmiş olur muyum, bilmiyorum.
Mücadele onda bedenlenmişti sanki.
Fildişi kule’de değildi. Daha doğrusu içinde taşıyordu kulesini. Ve kulenin duvarları ‘çağa karşı büründüğü zırhın’ duvarlarıydı aynı zamanda.
Yazmaktan çok, yaşayan bir şairdi. Yazdıkları üzerinde iyi duruyordu; yazdıkları yaşadıklarını bütünlüyor ve doğruluyordu sadece.
Hâl ehli...

Konuştuk. Aslında o konuştu ben dinledim. Konu dergi olunca sözün ucu Mavera’ya uzandı. Uzun uzun anlattı; güzel insanları ve çokça ‘Zarif’ insanı anlattı.
Anlattıklarını tekrar tekrar zihnimden geçirerek döndüm İstanbul’a...

Dergi, eli kulağında...
Ve bir faks geliyor Ankara’dan. Akif İnan “Bildiri”sini gönderiyor. Biz de saygı ve memnuniyetimizi bildiriyoruz kendisine.
Yeryüzünü kucaklamanın heyecan ve telaşı coşku ve sevince dönüşüyor nihayet: Ünlem sayı 1 ocak ‘99.
O coşkuyla Ankara’ya yol alıyorum.
Bir ramazan günü yaklaşan iftar vaktiyle sendikadayım. Bir yandan iftarı bekliyoruz bir yandan da Akif Hoca iftar sabırsızlığıyla derginin sayfalarını karıştırıyor.
O heyecan, gözlerindeki o ışıltı... Onu hiç böyle görmemiştim.
Eleştiriyor, kızıyor, tebrik ediyor.
İftar boyunca ve sonrasında bir kaç saat süren bu görüşmeden Akif Hoca’nın sözlerinden öte gözleri hafızama kazınıyor.

Derginin hazırlanması için verilen büyük bir emek, yeni heyecanlar, umutlar, sevinçler... Her dergiyle Ankara’ya yolculuk. Ve Akif Hoca’yı ziyaret. Bilenerek, bilinçlenerek ve sohbetin son deminden istemeyerek de olsa ayrılmanın hüznüyle geri dönüş.

Yanılmıyorsam 1999 yılının nisan mayıs ayları... Akif Hoca İstanbul’a geliyor. Şiir gecesinde verilen arada koridorda ben onu ararken o, Erdem Beyazıt ile birlikte uzaktan seslenerek hızlı adımlarla yanıma gelip hızla koluma giriyor ve dergiden haber soruyor. Geciktiğini söylüyorum, çıkınca Ankara’ya geleceğimi...

Ve Haziran sayısı... “Haziranda ölmek zor”
Cahit Zarifoğlu ve İlhami Çiçek... o iki güzel insan... Haziran’da yitirdiğimiz.
Rasim Özdenören ile konuşuyor İbrahim Eryiğit, Zarifoğlu üzerine...

Zaman geçerken bir çok şeyi de beraberinde götürüyor. Uzatmalar oynanıyor sanki. Yerin sarsıntıları bir şeyler hatırlatmak istiyor insana.

Ve yine Ankara’dayım. Ankara’ya yerleşme hazırlıkları. Akif Hoca’nın bir süredir rahatsız olduğunu biliyorum. Ve bu vesileyle bir ziyaret.
Telefonda adresi alıyorum. Ve düşüyorum yola, Seyranbağları’na...
Çevresirde gençler var, içeri davet ediyorlar.  Odaya girdiğimde ilk gördüğüm Necip Fazıl’ın el yazısıyla Akif Hoca’ya imzaladığı resmi...
Akif Hoca içerde yatağında uzanıyor. Bizi görünce doğruluyor, karşılıyor. Ben bir şey söyleyemiyorum. O heybetli insan...
Hastalık çok yıpratmış. Halsiz.
Dergiyi soruyor; eline ulaşmadığını söylüyor.
Hemen veriyorum. Kapak fotografına uzun uzun bakıyor.
Anlatmaya başlıyor sonra. Üstadı, Cahit Zarifoğlu’nu, güzel insanları...

Ankara’ya yerleşeceğimi söylüyorum. Artık kendisini daha sık rahatsız edeceğimi.
Kızıyor. Okulu bırakmamamı defalarca tembih ediyor. Ve bir sitem: “Ben fakülteyi dokuz yılda bitirdim. Bitirmeye de niyetim yoktu. Ama biz büyüklerimizin sözünden çıkamazdık. Fethi ağabey ‘okul bitecek’ dedi ve bitirdik.”

Hiç bir şey söyleyemedim. Tekrar görüşmek dileğiyle vedalaştık. Tekrar görüşmek dileğiyle...

“Bildiri”sinden bir yıl sonra ‘bitirip kuru kara ekmeğini’ ‘göçetti yâr ellerine...