Ahsen veya Esfel olan yönümüz

Konumuz itibarıyla bir hususa dikkat çekmek gerekiyor. Ki, o da; “Acaba Ahsen-i Takvîm’de yaratılmış olma şerefi ruhumuza mı, bedenimize mi mâtuf; yoksa her ikisine birden mi?” şeklinde, akla gelebilecek olan sorudur. Peşinen ifade etmeliyim ki, yazının bu bölümünde de, konu üzerinde kesin bir yargıya ulaşıldığını ya da peşinen ulaşılmış bir yargıyı doğrulatma gibi bir çabayı görmeyi umanlar, biraz hayal kırıklığına uğrayacaklar. Yapmaya çalıştığım şey, konumuzla alakalı olarak, çoğunlukla Asa-yı Musa okumalarımda rastlayabildiğim bahisler üzerinden bir fikir jimnastiği yapabilmektir.  

Çünkü Ahsen-i Takvîm’in dilimize genellikle “insanın en güzel şekilde yaratılmış olması” (7) şeklinde çevrilmesinden olsa gerek; bu mertebenin, çoğunlukla, insanın diğer mahlûkata oranla sahip olduğu fizikî güzelliği şeklinde anlaşıldığına, sanırım çoğumuz şahit olmuşuzdur.

Bu konu hakkında da Asa-yı Musa’ya bakmaya devam edelim:
Örneğin, her çeşidinden ehl-i şirki, küfrü ve dalâleti temsil eden; ve mevcudattan -haşa- Rabliğini kabul ettirebileceği (ve bu şekilde de güya davasını ispat edebileceği) herhangi bir ‘şey’ arayan farazî bir şahsın yaptığı yolculukta, bu şahsa karşı dile gelen insan bedeni onu tardedip kovarken, şu ifadelerle kendisinin bir ‘kalıp’ olduğundan bahsediyor: “kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süfli bir zarfda yerleştirerek...” (8)

Burada vücut, letaif-i mâneviye diye tarif ettiği o yüksek özelliklere karşı, tevazulu bir söylemi tercih ettiğinden dolayı mı bu ifadelerle kendisini tarif ediyor diye de düşünebiliriz.

Ancak, Asa-yı Musa’da geçen bu bahiste verilen örneklerin şu özelliklerine dikkat etmemiz, belki bu hususun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır: Her çeşit şirki, küfrü ve azgınlığı temsil eden o farazî şahıs, kendi rabliğini kabul ettirebileceği herhangi bir şey-bir mevcut ararken, bu teklifini ilettiği her şeyden, mana itibarıyla aynı olan ortak bir cevap alır. O şeyler, gayet yüksek bir ilme ve kudrete tâbi olduklarını belirtme bâbında, görmekte oldukları mükemmel vazifelerini ve sahip oldukları hayret verici özelliklerini de nazara verdikten sonra, mana olarak; ‘sen önce benim bağlı bulunduğum veya ait olduğum bütüne, üstüme bu hükmünü icra et eğer edebilirsen, ki o halde ben zaten bu dediğini kabul etmiş olurum’, derler. Mesela zerre, küreyvat-ı hamraya (Alyuvarlara); küreyvat-ı hamra bütün emsaline ve içinde iş gördükleri hücrelere; hücreler bütün damarlara, sinirlere, kaslara ve bedene; ve nihayet beden de, tüm emsaline ve rızık kaynaklarına sahip olabilme gibi bir şartın yanında, ‘kılıf olduğu’ ruh, kalp, akıl gibi gayet geniş ve yüksek mânevî güzellikleri, kendisi gibi ‘dar, süfli bir zarfa’ yerleştirebilmeyi de şart koşar. Ki devamında da söz konusu şahsın arayışı, tüm insan nev’ine, zemin yüzüne, dünyaya ve de güneşe... şeklinde; ‘küçükten-büyüğe, tâbi olandan-olunana’ sıralamasıyla devam eder. Öyleyse bu örneklendirmede izlenen sıralamayı da göz önüne alarak, bedenin ruha bir tebâiyeti; dolayısıyla da ruhun bedenden bir üstünlüğü söz konusudur diyebiliriz.

O halde insanın maddî-manevî iki yöne sahip olması hesabıyla; söz konusu Ahsen-i takvîm’in de sadece maddî yönüne ait olamayacağı, yani o güzelliğin sadece fizikî güzellik olamayacağı açıktır aslında. Üstelik belki denilebilir ki, “Halife-i ruy-i zemin” olma gibi (9), diğer mahlûkata oranla taşıdığı öneminden dolayı insanın ruhuna verilmiş olunan güzellikler, ruhunun bedenine oranla sahip olduğu yetenekleri ve üstünlükleri itibarıyla da, insanın sahip olduğu asıl güzelliğidir.

Ve bu güzellik de, “ruhun emrine verilmiş bir bedenin”, fani ve fizikî güzelliğinden çok daha yüce olmalıdır…

Zira ‘Risale-i Nur Külliyatı için Kavramlar Lügatı’ adlı eserde, Ahsen-i Takvîm hakkında ilk anlam olarak verilen “en güzel kıvam” manası ile, insan bedeninin ve ruhunun oluşturduğu ‘terkîbin’ ifade edildiği belirtilmesine rağmen; ilerleyen satırlarda, kalbe bağlı latifelerin ve hislerin, bedenin organlarından daha fazla olduğunun zikredildiğini de görmekteyiz. (10)

Benzer bir yaklaşımı Asa-yı Musa’da da görmek mümkün. Örneğin, bedenin yukarıda da aktarılan ve kendisini ‘bir kılıf, dar ve süflî bir zarf’ olarak tanıttığı bahsin devamında yine aynı beden: “bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle” ifadelerini kullanır.

Ancak, yeri gelmişken, burada, insana verilmiş olunan fizikî güzelliği ve insanın sahip olduğu o harika maddî özelliklerini küçümsediğim sanılmasın. Zira yine Asa-yı Musa’da insana, vücudu hakkında şöyle hitap edilmekte: “Senin vücudun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki; her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine başbaşa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha acibdir. Çünki o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalb ve manevî letaiften kat'-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âza, bir kubbeli menzil hükmündedir.” (11)

Yani ruh, kalp ve manevî güzellikler bir yana koyulsa, vücudumuzun yalnız başına her bir âzası bile, öylesine mükemmel bir sarayın, hayretler uyandıran kubbeleri hükmündedirler.

Ama yine de, fizikî güzellik noktasında birçok insandan daha nasipli olmalarına rağmen; o güzellikleriyle birlikte adeta kapkara bir ruhla ve kurumuş bir kalple arz-ı endam eden kimi ‘insanları’ hatırladıkça, güzel ya da çirkin olan, daha çok ruhumuzdur galiba demekten de kendimi alamıyorum.

Kendimi alamıyorum, çünkü Cenâb-ı Hakk’ın “bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmış” (12) olduğu insanlardan bazıları, sahip oldukları ‘güzel görüntülerine’ rağmen, hayat imtihanında küfrü tercih edebiliyorlar. Ve o haldeyken, o ‘güzel suretleriyle’ birlikte bu dünyadan göçüp gidebiliyorlar.

Hem, “mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder” denilen (13) küfrün, başlangıçta elmas olan bir mahiyeti yıkıp, kömüre dönüştürmesinden bahsedilmiyor mu?.

Eğer öyleyse, küfür neticesinde yıkılan ve elmastan kömüre dönen ‘insanın mahiyetindeki’ ruhun yeri de, bedenden daha fazla bir ağırlığa sahiptir denilmeli herhalde. Çünkü, diğer halde elmas sayacağımız bir maddî güzelliğe sahip insanın; kalben ve fiilen küfür içinde de olsa, pek kömüre dönüşmeden hala güzelken ölmesini, nasıl izah etmek gerekir diye bir soru da aklımıza gelebilir.

Yoksa bu soruya, ne kadar elmas (güzel) olursa olsun, vücudun; ruh ayrıldıktan kısa bir sonra bile, nasıl da kömürleştiğini (tiksinti verici bir hal aldığını) hatırlatarak mı cevap vermeliyiz, bilemiyorum...  

Ya da, elmas gibi kıymetli ruhunun Esfel-i Sâfiline layık bir kömüre dönüştüğünü gören bir bedenin; aslında kömürden de pek farkı kalmadığını vurgulayarak mı izah etmeli bunu, yine bilemiyorum.

Ancak şu da var ki; en yüce makam olarak Âlâ-yı İlliyyîn’e ancak imanın nuruyla çıkılabileceğini ve bu nurdan yoksunluk halinde ise Allah’ın sanatının, İlahî isimlerinin nakışlarının ve mektuplarının o insandan gizleneceğini de hatırlarsak; böyle bir insanın, sadece cismaniyyetine göre bir değerle ölçülebileceğine de hak vereceğiz.(14) Bu konuda, kendi başına, fani ve eskiyici olan maddenin ise, hiç hükmünde bir değere sahip olduğunu bizlere hatırlatan Üstad Hz., maddesi kıymetsiz bir madenî paranın antika olması durumunda kazanacağı kıymet gibi; Allah’ın antika bir sanatı olan insanın da, kendisinde gizli tüm İlahi nakışları ve mektupları okunabilir kılabildiği ölçüde değer kazanacağına dikkat çeker.

Ve bu değer de, elbette ki insanın ruhaniyetine ve imanına istinat eder. (15)

İşte tam da madde demişken, burada, Üstad Hz.nin, namazın hakikatini izah eden Dokuzuncu Söz’ü tarifinde kullandığı şu ifadeyi de hatırlıyorum ister istemez: “Ve cesed-i insan havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruh-u insan da namaza muhtaç bulunduğunu gayet kat'î bir surette beyan eder.” (16)

Namaz gibi zirve bir ibadete ve daha da önemlisi, namazın mahiyetine birinci muhatap olarak, ruh gösterilirken; “maddî” bedenin ihtiyaç duyacağı şeylerin cinsi de, yine –normal olarak- maddi şeyler arasından gösterilmekteler.

Ama “son tahlilde ve her hâlükarda”, -klasik anlamıyla namaz için ‘bir bedene de’ ihtiyaç duyulacağını da elbette hatırımda tutarak- bu konu için, Asa-yı Musa’da geçtiği gibi, “intizam-ı ekmel” ifadesini öne çıkarmak daha faydalı gibi görünüyor diyorum.

Çünkü aşağıda gelecek olan son alıntı; maddî olsun-manevî olsun, “her uzvumuzu” istikametle kullanabilirsek, ancak o vakit insanın hem ruhuyla ve hem de bedeniyle her iki alemin de birer özeti olabileceğini; ve bu suretle, her iki aleme de tecelli edebilenin, bu şekildeki bir insana da tecelli edeceğini beyan ediyor.

“Hamdin en meşhur manası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi' bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur.” (17)

Kısacası; ruhen de, bedenen de insanı hakiki manada güzelleştiren, sadece imandır. Ve insan da, her iki yanının birden, ‘ayinedarlık’ vazifesini yerine getirmesini sağlayabildiği oranda kıymetlidir.

Asa-yı Musa’nın, tıpkı bağlı olduğu bütün gibi, bir şaheser olduğunda ısrar ediyorum!...

Kaynakça:
7- TÜRDAV, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, “Ahsen-i Takvîm”, Ziya Ofset, İst., 1997.
8- Asa-yı Musa, s.147.
9- "Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur..." Fatır Sûresi-35/39.
10- A.BAŞAR-Ş.EREN, Risale-i Nur Külliyatı İçin KAVRAMLAR LÛGATI, “Ahsen-i Takvîm”, Zafer Yay.,İst.2006.
11- Asa-yı Musa, s.161.
12- Sözler, Envâr Neşr., İst. 2004, s.312.
13- Sözler, aynı yer
14- Said Nursi ve Tasavvuf, Editör: İbrahim M. Aburabi, (çev.:Cüneyt M. Şimşek), “Said Nursî’nin Dinî Düşüncesinde Ruhanî Hayatın Belli Başlı Özellikleri”, Bilal Kuşpınar, Etkileşim Yay., İst.2009, s.222.
15- B.Kuşpınar, aynı yer.
16- Sözler, Fihrist, s.778.
17- İşarat-ül İ'caz, Envâr Neşr., İst. 2007, s.17.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.