Ah Dostum

Ah Dostum

Cemil Karakullukçu'nun yazısı...

Ah dostum!
Bu duyduğunuz öyle “ah!” lardan değil. Çok, çok derinlerden geliyor. Belki de bilinmeyen bir iç boşluğun sonsuzluğundan. Bir yerlerim acıyor. Ya da bir yerlerimde boşluklar oluşmuş. O boşluklara daldıkça dostumdan ne kadar uzak düştüğümü bütün zerrelerimle hissediyor ve elimde olmadan çekiyorum.   
“Kaç yıl oldu görüşmeyeli?” derseniz, öyle yıllarla ifade edilen bir zaman dilimi söyleyecek değilim. Sizin yıl biriminizle bir yıl ya da bir yılı biraz aşkın diyeceğim. Ama benim duygularımın zaman birimiyle bu bir yıl sizin bir yılınızı çok çok katlar. Bunun için “bir yıl da nedir?” demeye kalkmayın sakın.  Şimdi ona olan ihtiyacım tam zirvededir. Bir hasret ki ta içimi yakıyor. “Yıllar oldu” desem, asla yalan olmaz. Bir de “kaç yıl?” diyerek bu “ah” a neden gerek duyduğumu küçümser gibi bir tavır sergiliyorsunuz. Bu beni kahretmiyor, tamam; ama içimi boşaltıyor sanki, kanımı donduruyor. Sorunun cevabından değil, hasret ateşinden gelen “ah” ımdan beni anlamalısınız. Bir de ayrılık zamanlarının çok uzun oluşundan bu acımı sezmelisiniz.
Yok! Sizi asla küçümsemek ya da “bunlar da ne anlar hasretten” demek istemiyorum. Sizin bu iğnelemenizden ve değerlendirmenizden anlıyorum ki, zamanlar da görecelidir, hasretler de, acılar da. Sizin için bir gün benim için bir yıl olabilir. Ayrı düşülen varlığın değerine bağlı, çoğalır da azalır da. Hele o varlık bazı dertlerin ve özellikle iç dertlerin merhemi ise, hiç aşağı inmem, o zaman ayrılığın bir saniyesi bir saattir. Gerisini siz hesaplayın.
Her neyse. “Ah dostum!”u apar topar gidip, Sera Gölü’nü tam kuşbakışı gördüğüm bir tepede derin derin iç çekerek söyledim. Biraz önce çapraz ateşe alınmıştım çünkü. Çapraz ateş deyince, içimin kavgalarından mı yoksa dış dünyanın hücumlarından mı söz edeyim? İyisi mi ikisi de kalsın. Ama onların beni çok yorduklarını, bana çok acılar çektirdiklerini söylemede sakınca görmem. Bir bir saymaya kalksam, ne hikâyemin arkasını getirebilirim ne de siz bana tahammül edebilirsiniz. 
Tepe dediğim bir hayli yüksek rakımlı bir zirve. Denizin ve dağın rüzgârı, nöbetleşe her zaman sıvazlar geçer bu tepenin sırtını. Kışın soğuğu insanın yüzünü dondurur burada. İyice yünlülere sarılmadan gezilmez yamacında. Neyse ki yaz hâlâ sıcaklığını esirgemiyor. Daha önceden nefeslenmek ya da biraz dinlenmek için geldiğim bu tepede, bana en görkemli tahtlardan bile daha görkemli gelen bir taş bulduydum. Şimdi de yerinde, sanki beni bekliyor. Bana özgü saydığım için şereflendirmek istiyorum ve oturuyorum yorgun olmadığım halde. Gerçekten anlamı büyük, gösterişli bir tahttı benim için. Sıra dağlar, tepeler, deniz, bayırlar, koyu yeşilli vadi, Sera Gölü, hemen yanı başımda çiçekten çiçeğe konan arılar, kelebekler, tam yüzümün hizasında dans eden sinekler, pembe ve beyaz çiçekli kekikler, papatyalar, karakargalar ve güneşiyle gökyüzü emrimdeymiş gibi hazır bekliyorlar. Ben tahtımda oturuyorum. Doğanın bu sayısız güzellikler karşısında mahcubiyetimi gizleyemiyorum. Onlar hazır, ama ben onlara emir vermeye hazır değilim. İçim karanlık ve karışık, net değil çünkü. Ya da tutsak alınmış bir sultan gibiyim.
İçim karanlık ya; çevremde olan güzellikleri tam göremiyorum. Hayal geliyor bana hepsi. Ama kekiğin küçücük yaprağını okşuyorum. Sahiden ne kadar güzel kokuyor. Pembemsi çiçekleriyle etrafımda adeta canlanıyor kekikler. Onlarca arı en hassas süngüleriyle kekik çiçeklerini yokluyor. Kelebekler uçuşuyor. Karakargaların cümbüşü var; biraz ötemde sekip sekip duruyor. Beyaz papatyalar yoğun kekik çiçekleri içinde bana işmar ediyor. Güneş ısısını cömertçe veriyor. Gökyüzü billur gibi, tertemiz ve sesiz; belki de büyük bayrama hazırlanıyor. Doğa büsbütün canlı. Papatyaların, kekiklerin, karakargaların dillerini anlar gibiyim. Gülüyorum. Karganın “kaaa” diye bağırarak hemen başımın üstünden uçup gitmesini “ne duruyorsun, kalk, cümbüşümüze sen de katıl!” olarak algılıyorum ve elimde olmadan kalkıyorum. Bir iki adım da atıyorum. Peki ama nereye? İşte şimdi kendime geliyorum ve vecd içinde sergilediğim bu tavrıma gülüyorum.
Gerçekten hayal görmüyorum. Çevremde tam bir bayram var. Yazdan kalan bir güz bayramıydı bu. İçime yoğunlaşınca yüzüme bir donukluk düştüğünü görür gibi oluyorum. İçim dışımdaki hiçbir şeyle örtüşmüyor. Yeniden tahtıma oturuyorum; ama büyük bir savaşta önemli bir yenilgiye uğrayan bir komutan gibiyim. İçimde matem var çünkü. Evet, bir savaşı değil yalnızca, birçok savaşları kaybeden bir komutanım. İçimin savaşlarını… İşte şimdi burada yenilginin ne kadar insana koyduğunu daha iyi hissediyorum.
Ama benim savaşım öyle biten ve noktalanacak türden değil ki! Uzun soluklu bir savaşımın içindeyim. Tahtlardan daha yumuşak şu taşın üzerinde bir değil, on değil, yüz değil, sayıya gelmez savaşçılara komutanlığım henüz sürüyor. Yenik düşmüş olsam da yenilgi psikolojisine girmem doğru olmaz elbette. Verdiğim savaş, bireyin bireyle, toplumun toplumla, milletin milletle savaşı değil yalnızca, bir daha geri gelmemecesine ölümlü hayatın savaşı, hayatımızın bir büyük savaşıdır. Sonunda sonsuz hayatın kazanılma ve kaybedilme tehlikesi olan, uzun soluklu bir savaş. Geriye bakarak yenilgilere ağıt okuma zamanı değil şimdi. Oturduğum bu taşın üzerinde iç ve dış dünyamın ordularına amansız savaşlar için kumanda edeceğim bir pozisyondayım, buna da inanıyorum. Anlayacağınız hayat, benim için şimdi bulunduğum andan itibaren daha yeni başlıyor.
Çevremde canlı bir hayat var. Sinekler inadına yüzümün tam hizasında dans ediyor. Kelebekler uçuşuyor. Bir arı tam burnuma sürünerek vınlayıp geçiyor. Çevrem biraz öncesinden daha coşkulu… Çevremde ne varsa her şey “gün bugün an bu andır” dercesine beni de bayrama çağırıyor.
Elbette bir bayram, bir cümbüş bu! Gökte güneş, yerde çiçekler birbirlerini nasıl da tamamlıyorlar. İçimde bir hafiflik, bir yumuşama, goncaya benzer bir açılım… Çevremde bayram varken, elbette matem olmaz içimde ve olmamalı. İçime yoğunlaşıyorum. Duyduğum ve hatta gördüğüm, bütün duygularımın çiçekler gibi açılıp saçıldığıdır. Ha kekik çiçekleri ha duygularım. İlk hamurumuz topraktan ya, toprakla örtüşen yanımın sayıya gelmez olduğunu gözümle görüyorum. Ve nihayet çevremle bütünleşiyorum. Her şey bana dost oluyor. Arı benimle konuşuyor, kelebek benimle konuşuyor, sinekler benimle konuşmak için sıraya giriyor, kargalar uzaktan sesleniyor, karşımda ve çevremde ne varsa bana alkış tutuyor. Ben hâkim bir pozisyon içinde sultanlığımı ilan ediyorum; “benim mülküm” diye gökyüzünde uçan bir kuş gibi. Bana karışan yok etrafımda. Duygularımda da dalaşma yok artık. Özgürüm ben, evet özgürüm şimdi!
Duygularımın özgürlüğü tam zirvede özümsedikleri bir an parçasında telefonum çalıyor. Yelkenlinin yelkenleri indiği gibi binlerce kanatlarım yumuluyor. Yerde, taşın üzerinde olduğumu işte şimdi farkına varıyorum. Telefonum nerde? Ekranda onun, can dostum olduğunu görüyorum. O bir kelime söylemeden, “Ah dostum, sen misin?” diyorum. “Nerdesin?” Yakında olduğunu söylüyor. Çifte sevinç içindeyim. Dış dünyama uyum sağlayan içimin bayramı mı, yoksa dosta kavuşma heyecanı mı daha baskın?
İkilemin içine girmeye gerek yok; bir solukta dostumun yanındayım. Bir hasret kucaklaşmasından sonra, birlikte, karşı karşıya, duygularımızın doyuma kavuşacağı bir yakınlık ve sessizlikte, saatlerce, doyasıya oturacağımız bir mekân arıyoruz zihnimizde. Bulmada güçlük çekmiyoruz. Ve “Sera Gölü” diyorum. Benim düşüncem onun düşüncesi demek. Başka bir alternatif düşünmeye gerek yok. Aracımızın motorunu çalıştırıyorum. Bir solukta Sera Gölü’nün kenarındayız.
Sera Gölü, uzun bir geçmişe sahip değil. Sel felaketinde bir toprak parçası yatağına çöküp ırmağın önünü kesince oluştu bu doğa harikası. İki yamacın arasında sıkışmıştı ama romantik bir güzelliği oldu. Düşünmek, duygulanmak ve hayallere dalmak isteyenler için bulunmaz bir yerdi. İki yamacın arasında kaldığı için de kendini dinlemek isteyenlere tam derinlik sağlıyordu.
Bir el avucu gibi olan gölün bir de ta içlere kadar uzanan koyu yeşil bir kuyruğu vardı. Göl buradan besleniyordu. Çevresinin yeşili o denli suya yansıyordu ki, göl, bakanlara kocaman yeşil bir yaprak gibi gözüküyordu. Çevresinde inşa edilen ve bize en yakın olan lokantanın direklerle göle açılan terasa benzer mekânında, gölün bütünün ve yamaçların ters huni şeklindeki tepelerinin görüldüğü köşede, bir masada oturuyoruz. Ben ve o, hiç konuşmadan etrafı kolaçan ederek süzüyoruz. İkimiz de derin bir iç çekiyoruz. İnanıyorum ki onun iç çekmesi ile hayalinden geçirdiği çizgileri ben de aynısını hayal ediyorum. Bir zaman sonra birbirimizin yüzüne bakarak gülümsüyoruz. Neye gülümsediğimiz açık. İnanıyorum ki o da duygularının çevresiyle uyuşmazlığını görüyordu ve inanıyorum ki o da böylesi bir doğa harikasının gözlemleyicilerine tam bir rahatlama ve meditasyon unsuru olacağına inanıyordu.
Yani dostum benim ve ben oyum. Öyle sessiz ne kadar durduğumuzun bile farkında değiliz. Kâh bayırlara, kâh koyu yeşil giymiş ağaçlara, kâh uzaktan görünen çimenlere, kâh tepelere, kâh gökyüzüne, kâh avuçta bir damla gibi görünen göle, kâh tepelerin en yüksek zirvesine ve kâh içimizin boşluğuna bakıyoruz. Bize huzur veren varlıkların tam ortasındayız şimdi. İçimiz kıpır kıpır ve biraz da buruk sanki. 
Ben ve dostum, öyle saatlerce nefes almamacasına sessizce çevremizdeki meditasyon unsurlarıyla konuşabilirdik. İkimiz de bundan haz duyan insanlardık. Ama dost hasretini geçirmek öyle sessiz ve kelimesiz olmazdı ki. Karşılıklı masada oturuşumuz bile büyük söylevdi aslında. Sessiz diyalogumuz iç dünyamıza yeterliydi. Şu kadar var ki, hasretimize merhem olacak cümleler çevremizdekilerce de duyulmasın mı yani? Kuşların sesleri, ördeklerin vakvakları, sineklerin vızıltıları, uzaktan duyulan ineklerin bağırışları, yaprakların hışırtıları ve hafif esen rüzgâr kulağımıza da gelse gerçekten lahuti bir sessizlik hissediyoruz. Şu anda ikimizin istediğinin de böyle bir sessizliğin olduğu doğru. Ama içten gelen konuşmalarımızın bu güzel müzik ortamına halel getirmek değil, tam aksine bir ahenk kazandıracağına da inanıyoruz. “Ne güzel bir ortam!” diyorum. Gözü uzaklarda ama dikkati derinlerde olduğu halde “Çok doğru” diyor dostum. 
Çaylarımızı yudumlarken, iç dünyamızdan mı söz etmiyoruz, yalnızlığımızı mı dile getirmiyoruz, dost hasretinin içimizi kavurduğunu mu yana yakıla söylemiyoruz; tutkularımızdan, çevrenin bize ettiklerinden, beklentilerimizden, alışkanlıklarımızdan, komplekslerimizden, tutuculuğumuzdan, çektiklerimizden, acılarımızdan, yenilgilerimizden, uyarılmalarımızdan, eski aşklarımızdan, doyumsuzluğumuzdan, yorgunluğumuzdan, hayatın acımasızlığından, çevrenin umursamazlığından, zevksizliğimizden, yalnızlığımızdan, ihanete uğramamızdan, kahroluşumuzdan, anlaşılmamamızdan mı bahis açmıyoruz. Başkalarına karşı mahrem olan hislerimize, düşüncelerimize varıncaya kadar daha birçok şeye çevrenin melodisine uyum sağlayarak girip çıkıyoruz. Öyle bir ses armonisi içinde öyle bir dost hasretine susamışız ki, şimdi birbirimize söylediğimiz kelime ve cümlelerden başka bir şey duymuyoruz. Dost sohbetine hasrettik çünkü.
Oysa gölde çocuk balık avlıyordu; tutup tutup tekrar göle atıyordu. Gölde ördekler yüzüyordu. Kelebeklerin biri gelip biri kayboluyordu. Gölden balıklar zıplıyordu. Çok yükseklerde bir şahin uçuyordu. Karakargalar bir daldan bir dala konuyordu. Serçeler bir orkestra oluşturmuştu. Güneş, mevsimin son ısısını veriyordu sanki. Kıvrım kıvrım uzayıp giden yollarda araçlar yol alıyordu. Masalarda yemek yiyen insanlar, biraz ötemizde kahkaha atan çocuklar vardı. Biz dışımızda olup bitenle hiç ilgilenmiyoruz. Birbirimize odaklaşıyoruz. Tabak şangırtıları bile sessizliğimizi ve dikkatimizi bozmuyor. Her şey bugünün olanca güzellik ve bayramından yararlanmak için adeta birbiriyle yarışıyordu ve her şey çekici taraflarını olanca güçleriyle ortaya döküyordu. Ama biz ikimiz birbirimizin iç dünyasına girerek oradaki zenginlikleri kendi iç dünyamıza taşımak ve onlarla adeta bütünleşmek ya da birbirimizin iç dünyasında yok olmak için dikkatimizi topluyoruz. Birbirimize vereceğimiz çok şeyler vardı. Bu nedenle bizim zenginliğimize gelemezdi etrafımızdakiler. “Asıl iz bırakacak olan bunlar değil, biziz” diyor dostum. Elbette odak noktası biziz. Küçüklü büyüklü binlerce manzaraların her biri bir anlam ifade ediyordu. İşte o anlamın gizemine ermek için birbirimize dikkat etmek zorundaydık.
İkimiz de bu ilahi manzaraların derin anlamlarını içselleştirmek için uğraşıyoruz. Tabir uygun görülürse, çevremizdeki her şeyin resmigeçidini ikimiz birlikte selamlıyoruz. Birlikte ne kadar öyle kaldığımızı ancak saatime bakınca fark ediyorum. Güneş tepelerin doruklarına yaklaşıyor. Isısı eksilmemişti ama. Gölgeler uzuyor. Gölün kuyruğu karanlıklaşarak daha bir derinlik kazanıyor. Gözlerimiz bu gölgeli manzaralara baktıkça mahmurlaşıyor. Bir çay daha geliyor. Yudumladığımız çayların kırmızılığı gölün yeşilli suyuna karışıyor sanki. Göl bir anda bulanmış geliyor bana. Tam ona soracağım sırada dostum da aynı algıyı cümlelerle terennüm etmez mi? Aslında gölde olan bir şey yoktu. İçtiğimiz çayla gölün suyu arasında ikimizin de aynı anda kurduğu ilişkiydi bu. Dostum ve ben, aynı duyguları açık ve seçik bir şekilde paylaşıyoruz işte. Dostluğumuzun ilginç olan yanı buydu zaten.
Bu birliktelik, duyguların bu zirvesi, bu ulvi haz ve bu derin anlam nerede noktalanacaktı? Zamanın geçmesini istemiyorum, eminim ki dostum da istemiyor. Dostumun gözüne oranın en hâkim tepesi ilişiyor. Oraya yoğunlaşıyor. İçinden ne demek istediğini anlıyorum. “Tamam” diyorum. Gülüyor dostum. Hazırlanıyoruz.
Duygularımız bir zirveyi yakaladı ya, bedenimizin de bu yüce hazdan mahrum olmasını istemiyoruz. Şu andaki miracımız olmalıydı o tepeye çıkmak. Hem bedence ve hem duyguca… Artık o tepe bütün hazların kuş bakışı temaşa edileceği lahuti bir yerdi bizim için. Yerimizde duramıyoruz. Musa’nın dağa çıkışı gibi ha bire tırmanmaya başlıyoruz. Bizim beklentimiz ayağımızın dibinde, armut dalda piş ağzıma düş anlamında olamazdı. Bir çabanın sonunda olacağı kesindi. “Herkes dağa çıkamaz, ancak Musa olanlar çıkar” sözü bizim rehberimiz oluyor. Dağ ufkunda mehabet, sevgi ve saygı var. O büyük sevginin kollarına bırakmak istiyoruz kendimizi.
Kâh o beni takip ediyor, kâh ben onu takip ediyorum. Ve sonunda zirveye tırmanıyoruz. Tarif edemediğimiz bir sevginin, bir şefkatin, bir müsamahanın kollarındayız şimdi. Bu ne güven, bu ne teslimiyet, bu ne mutluluk! Konuşmuyoruz. Yalnızca birbirimize bakarak gülümsüyoruz. İşte tam bir komutan olduk şimdi. Koca orduları ikimiz yönetiyoruz. Buradan bütün düşmanlara meydan okuyoruz. Musa’nın musalığını anlamada güçlük çekmiyoruz. Tam aşağımızı saran güzelliklerin bile farkında değiliz. Oysa biz onların omuzlarındayız. Her şey bizi alkışlıyor. Nasıl bir şey olduğunu söyleyemeyeceğim bir ses duyuyorum. “Duydun mu?” diyorum dostuma. “Ben de onu söyleyecektim sana” diyor. Tüylerimiz diken diken. İki kalbin zirvesidir bu; elbette aklımız ermiyor buna. Bir zaman sessiz kalıyoruz. “İşte muhabbet!” diyor dostum. Seviyoruz dünyayı, seviyoruz herkesi, her şeyi.
 Zirveden bir tüy gibi hafif iniyoruz, önce içimize ve sonra dışımıza mesajlar vererek. İniyoruz ama duygularımız hâlâ zirvede. Duygularımızın yakaladığı bu havadan uzaklaşmamak için ikimiz de sessiz yürüyoruz. Zirvede Musa gibi rahattık. Ama kalabalıkların içinde aynı huzuru ve gücü bulmak zordu.
 Her birlikteliğin bir ayrılık noktası olduğu gibi, geldiğimiz ayrılık kavşağında, bir daha buluşma dileklerimizi birbirimize diliyoruz. Ama ne zaman? Belki de hiçbir zaman.