Adalet Kur'anın gösterdiği yol ile olabilir

Dünyada ve ülkemizde Cengiz ve Hülagu zamanındaki gibi zulüm ve tecavüz oluyor. Belki sayısı daha da arttı. Nedense bunların çoğu görmezden gelindiği halde son bir olay, Özgecan isimli kızcağızın öldürülmesi kamuoyunun gündemine oturdu. Bu hususta birkaç kelime söylemek de vacip oldu şöyle ki;

Öncelikle Bediüzzaman Said Nursi’nin İşarat-ül İ'caz tefsirindeki bir hususa bakalım. “Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten acîz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır."

Şeriatın izahını ise “Hutbe-i Şamiye” isimli eserinde bakın nasıl yapmış:

Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir.

Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir.

Yoksa adalet mahvolur.

Emniyet zîr ü zeber olur.

Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder.

İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır.

Size bu hakikatı isbat edecek binler hüccetten bir küçük nümune olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:

Bir zaman bir adam, bir sahrada, bedeviler içinde ehl-i hakikat bir zâtın evine misafir olur.

Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar.

Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış.

Misafir, hane sahibine dedi: "Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?"

Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz."

Misafir dedi: "Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor." Hane sahibi demiş: "Biz emr-i İlahî namına ve adalet-i şer'iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz."

Misafir dedi: "Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir."

Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm."

Misafir taaccüb etti, dedi ki: "Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz.

Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."

Hane sahibi dedi: "Siz büyük bir hakikattan ve acib ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terketmişsiniz.

Onun için adaletin hakikatını kaybediyorsunuz.

Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zalimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar.

O hakikatın sırrı budur:

Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer'înin icrasını tahattur eder.

Arş-ı İlahîden nâzil olan emir hatırına gelir.

İmanın hâssası ile, kalbin kulağı ile, kelâm-ı ezelîden gelen ve "hırsız elinin i'damına" hükmeden

“Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh(minallâhi) vallâhu azîzun hakîm(hakîmun)- Ve, hırsızlık yapan erkek ve kadının yaptıklarına karşılık olmak üzere, Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Ve Allah Azîz’dir, Hakîm‘dir (hüküm ve hikmet sahibidir)” âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir.

Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur.

Nefis ve hevesten gelen meyelan parçalanır, çekilir.

Gitgide o meyelan bütün bütün kesilir.

Çünki yalnız vehim ve fikir değil, belki manevî kuvveleri -akıl, kalb ve vicdan- birden o hisse, o hevese hücum eder.

Hadd-i şer'îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.

Evet iman kalbde, kafada daimî bir manevî yasakçı bıraktığından fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça "yasaktır" der, tardeder kaçırır.

Evet insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar.

O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir.

Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir.

Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır.

Daha kör hisler onu yanlış yola sevkedip mağlub etmez.

Elhasıl:

Had ve ceza, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeleri müteessir ve alâkadar olurlar.

İşte bu mana içindir ki, elli senede bir ceza, sizin her gün müteaddid hapsinizden ziyade bize faide veriyor.

Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder.

Çünki biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit millet, vatan maslahatı ve menfaatı hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir.

Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar.

Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor.

O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüz'î bir teessür hisseder.

Halbuki nefis ve hissinden çıkan -hususan ihtiyacı da varsa- kuvvetli bir meyelan galebe eder.

Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor.

Hem de emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil.

Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur.

Demek hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah'ın emri namıyla olsun.

Yoksa tesiri yüzden bire iner.

İşte bu cüz'î sirkat mes'elesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin.

Tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir.

Adalet ise doğrudan doğruya Kur'anın gösterdiği yol ile olabilir, vesselam…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.