Acizliğimiz bizim en büyük gücümüz

Acizliğimizi kabul etmeden girişeceğimiz uzun soluklu manevî hayat mücadelesinde sonuca ulaşmak uzak bir ihtimal. Çünkü acizliğimizin bilincinde olmanın gerisinde ezelî ve ebedî bir dayanak var; her girişimimizde bu ilkeye sarıldığımız zaman “ben”imiz “özbenlik”e dönüşerek sürekli bir “hikmet” arayışı psikolojisini yaşarız. Öyle değil de kendimizi tanımak anlamında olan acizliğimizi göz ardı ettiğimizde ise, “ben”imiz zamanla asıl hüviyetinden uzaklaşarak “ego/nefs-i emmare”ye dönüşür.

Acizliğimizi benimsemek; bizden daha güçlü bir varlığı kabul ederek mantık yolunu seçmek, üstesinden gelemediğimiz şeyleri o güce havale etmek, çıtamızı daha yüksek tutmak, ümit etmek, korkmamak ve özgür olmak demektir.

Acizliğimizi değil de, her halde kendimize güvendiğimizde ne olur? Kendimizde var olan zaaflar göz ardı edilir. Oysa onlar unutulmakla kaybolmazlar. Tamamen unutulduklarında, bütün davranışlarımızda onların sesleri duyularak tutsakları haline geliriz. Öylesine zaaflarımızın tesirinde kalırız ki, akıl, kalb ve vicdan etkisiz kalır, özümüzün sarsılmaz hakikatleri olduklarının yanılgısına düşeriz. Sonrası ise malum, hayatımız boyunca hiç istemediğimiz halde başımıza geleceklere davetiye çıkarmış oluruz.

Eskiden beri “Sana her ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da senin kusurun sebebiyledir (Nisa:79)” ayetinde olan kusurumuzun kendimizden kaynaklandığına kafam takılır. Kötülüğe yakın olduğumuz kadar iyiliğe o kadar yakın değiliz şeklinde olayı değerlendirerek iyilik yapma şansımızın çok az olduğunu düşünürdüm. Yani kötülüğe yakın olduğumuz kadar iyiliğe yakın değiliz. Sanki kötülüğü yaparken karşılaştığımız engeller iyiliği yaparken karşılaştığımız engeller kadar yok. İyilikle aramızda, dış faktörleri bırakalım, kendimizden kaynaklanan engeller çok. Hatta her türlü kutsî uyarılar da bu engellerin karşısında çoğunlukla etkisiz kalıyor. Eğer acizlik psikolojisi yardım etmezse, doğruları, güzellikleri, erdemleri ve olumlulukları bulmada ciddi zorluklar çekeriz. Acizlik bilincimizde her zorluğun üstesinden gelen Yaratıcımız hazır durumdadır; böyle bir gücü kendinde gören “ben”imiz güçlü bir dayanak/nokta-i istinada tutunmuş olur. Bu takdirde her tür olumsuz engellerimizin yanında bir de olumlu yanımızın farkına varmış oluruz; yani artık bizi güzelliklere çağıran yanımızın sesini de duyarız. Nokta-i istinadı ne kadar özümsersek o kadar vicdanî sesi daha yüksek frekansta ve etkili bir şekilde duymuş oluruz.

Bediüzzaman’ın “On Üçüncü Lem’anın Dokuzuncu İşaret”ini bilmem kaçıncı kez okurken, insanın yanlışlar karşısında ne denli zaaf içinde olduğunu daha şuurlu bir şekilde görünce doğrusu duygularımızın farkında olmanın gerekliliği açısından bana bir pencere daha açıldığına çok sevindim. Nefsimizin, yani kötü yanımızın bu engellerine rağmen biz doğruyu bulabilmişsek, bunu Yaratıcının uzattığı güçlü ele bağlamaktan başka bir şeyle açıklayamayız. İnsan, hidayetinde bu gizli eli daha derinden hisseder.

Bediüzzaman’ın, ilgili paragrafta enbiyaların bazen yoldan sapmışların karşısında yenik düştüklerinin sebebini insanın psikolojik gerçeklerinden hareket ederek ilginç bir şekilde dile getirmesi de psikoloji çevreleri için son derece orijinaldir.

İnsanın dalalete ve dolayısıyla küfre kolaylıkla girmesinin kötü yanının etkisi olduğu gibi aynı zamanda cazibesinin de etkisi var. Dalalet ve küfürdeki özellikleri ilgili paragrafta şu şekilde sıralar Bediüzzaman: 1) Adem ve terk var; bu yola girmek pek kolaydır, fazla efor istemez. 2) Tahrip var; kolay olduğu için az bir uğraşla amaca ulaşılır. 3) Tecavüz, yani saldırı var; öfke gibi saldırgan duyguların yardımıyla az bir eylemle amaç gerçekleşir ve bundan da bir makam kazanılır. 4) En önemlisi de insanda mevcut olan sonu görmeyen, anlık ve hazır olan zevke bayılan bitkisel ve hayvansal duygular var ki; bunların doyumu, haz almaları ve özgürlüklerini yaşama sırasında akıl, kalp gibi latif duyguları da aslî görevlerinden alıkoyarlar (Lemalar, 13. Lem’a, 9.İşaret). Bunlar, şeytanı da yanına alarak bizim nefsimizin/egomuzun yaldızlayarak önümüze koyduğu kolaylıklardır.

Bizim yanıldığımız en büyük nokta, bunların, benliğimizin bize sunduğu vazgeçilmez değerlerin olduğunu kabul etme sınırına gelmektir. Çoğumuz düalist bir yapıya sahip olduğumuzu unuturuz. Yoğun olan yanımızla baş başa kalıp başka alternatifimizin olmadığı yanılgısına düşeriz. Oysa her zaman bizde iki zıt kutup var. Kötü yanımız varsa, iyi yanımız da var. Öfkeli oluşumuz, ille de onun gereğini yerine getirmeye bizi mahkûm edemez. Hangi düzeyde olursa olsun öfkenin de bir alternatifi var, onu bulup ona yönelmemizdir erdem olan davranış. İyi yanımızın farkında olarak davranışlarımızı ayarlayamazsak, yani sadece kötü yanımızın, egomuzun güdümüne kendimizi terk edersek, sadece bir sesle, bir alternatifle ve bir yolla karşı karşıya kalırız. Bu hali uzun zaman sürdürdüğümüzde, kötü yanımıza ilişkin bir alt kişilik geliştiririz. Nitekim Batı’da ilk psikologların insanı bir kaos olarak gördüklerinin başat nedeni, insana bu tek yanlı bakışlarından kaynaklanmaktaydı. Kendine tek yönlü bakan elbette yoğun olan yanının isteklerini yerine getirmek çabasına girecektir. Şiştikçe şişen ego öyle bir hale gelir ki, bireysel olarak en büyük zalimleri ve toplumsal olarak da mimsiz medeniyetleri ortaya çıkarmıştır.

İnsanda var olan bu psikolojik gerçeğe karşı bir önlem alınmadığı sürece hak yolda olanların işi biraz daha zor gibi gözüküyor. İnsan bu yanının karşı koymasına karşı acizliğine sığınarak bir sarsılmaz dayanağı kendine bulabilir. O zaman zor olan kolaya dönüşür. Bir farkındalık kazanır insan. Zorun azıcık ötesinde büyük kolaylıklar dünyasının olduğunu görür, dayanmağa çalışır. Sebep sonuç ilişkilerini daha iyi kavramaya başlar. Her şeyi ele alış biçimi değişir. Her şeye bir yönüyle bakmaz, deyim yerindeyse olaylara kuşbakışı bakar. Hikmetlerin, gizemlerin düğümü çözülür, her şey bu tür insana ayan beyan olur.

Doğru yolun yolcularının zorluklarının olması, davalarının hem yapıcı ve hem de olumlu olduğunun bir delilidir. Hakikat yolumuzun, yani kutsal mesleğimizin özelliklerini de aynı parçanın devamındaki paragraftan öğrenelim: 1) Varlığı, elle tutulur ve gözle görülür 2) Her an doğruluğunun ispatı gerektirir. 3) Tamirdir ki, yıkım gibi değildir. 4) Hareket, aksiyonu gerektirir. 5) Doğruluk ve ölçülülük ister. 6) İşin sonu düşünülerek hareket edilir.7) Yaratıcıya kulluk hesaba katılır. 8) Nefs-i emmarenin, yani egonun firavunluğunun kırılması hedeflenir.

Görünüşte zorluklardır bunlar; oysa yapmanın, oluşumun, aksiyonun, bilincin, iyinin, güzelliğin, erdemliliğin vazgeçilmez unsurlarıdır. Bunlar olmadan bir inşa faaliyetine girişilmez, bir gönül tamir edilemez ve bir duygu doyurulamaz.

Kendi gücüne güvenen, hayata kendi güç penceresinden bakan, varlık dünyasının kendi güçleriyle ayakta durduğunun yanılgısına düşen bir gözlemcinin, herhalde çok sınırlı olan kendi gücü içinde hapsolması uzak bir ihtimal değildir. İhtimal değil, kaçınılmaz bir sondur desek daha doğru söylemiş oluruz. Sınırlı kendi gücüne sığınan, her zaman kendisi gibi acizlerin, yani nesnelerin bir sığıntısı kalmaya mahkûmdur. Özgürlükten dem vursa da asla özgür olamaz.

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.