Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Acıda buluşmak

Cenaze ortamlarını sevmem. Özellikle de, cenaze için cami avlusunda bekleşmeleri, o bekleşmeler esnasında yapılan görüşmeleri.

Lezzetleri acılaştıran, ağız tadını alan ölüm gerçeğiyle yüzleşmekten dolayı değildir bu. Ölüm, evet, ağız tadını bozar; ama ölümü unuturak elde edilen bir tad, bozulması gereken bir taddır zaten. Fani dünyaya beka vehmiyle yapışan bir kalbin, ölüm gerçeğiyle yüzleşerek yüzünü fenadan bekaya çevirmeye ihtiyacı vardır. Yani, cenaze ortamlarını sevmem, ölüm gerçeğiyle ilgili değil.

Defaatle gözlemlediğim bir tablodur iç dünyamda bu sevmeme sonucuna yol açan. Cenaze ortamlarının ‘ilişkilerin tamiri’ için kullanılması. Birbirine karşı ‘kırık’ olanların, biri diğerinin yüreğini incitmiş olanların, birinden biri diğerinin hakkını yemiş olanların, birbirleri arasında köprüleri atmış olanların, cenaze ortamını bir ‘sosyalleşme’ zeminine dönüştürmeleri...

Cenaze ortamlarını sevmem; çünkü hayatta iken kadir kıymet bilmeyenlerin; hayatta iken bir sevgi, iki saygı, üç takdir kelimesini mevtaya çok görenlerin; içten içe onu kendi hayatları ve kendi konumlari için bir rakip olarak görenlerin haline haset ettikleri bu rakibin yitip gidişinin gizli hazzını duya duya sevgi, saygı, takdir kelimelerini birbiri ardınca sıralayışları midemi bulandırır. Doğru söz, doğru kişiye, doğru zamanda. Mevtâ ölüp gittikten sonra, mevtânın geride bıraktıklarına aktarılmış sözlerin ne anlamı olabilir ki? Bu sözler, mevtâ ile hayatta kalan arasında bir kırıklık varsa ortada, onarabilmiş midir bu kırıklığı? Yoksa, bu dünyadan yitip giderken hayat sahnelerinin hızla önünden geçip gittiği hengâmda bile, mevtâ kalbinde kırıklığa yol açan olayların izini bir kez daha, son bir kez daha seyretmenin acısıyla mı terk-i diyar eylemiştir? Ona değil başkalarına söylenen, onun duyması gerekirken duyamadığı, onun duyması gerekirken başkalarının duyduğu sözler, sesler ne anlam taşır?

Cenaze ortamlarını sevmem; mevtâya karşı bu hoyratlığın bir benzeri, bir açıdan da daha acı bir benzeri, vaktiyle incitilmiş olup da henüz hayatta olanlara karşı sergilenir. Kalbi kırıktır karşımızdakinin; feci şekilde incitmişizdir. Yüreğinde, üzerine ne kadar dikiş atılırsa atılsın, merhem sürülürse sürülsün, ne kadar bandaj yapılırsa yapılsın, içten içe kanayan bir yara vardır. Belki, unutmak için çok çabalıyor olsa bile unutamamıştır. Belki, bizi çok sevdiği için bu kadar çok yaralanmıştır. Belki ‘ahsen-i takvîm’de yaratılmış insanın ‘eşref-i mahlukat’ veçhesine çokça nazar etmiştir de ‘zalûm ve cahûl’ veçhesini gördüğünde üzerimizde, o yüzden bu kadar ağır yara almıştır. Kaza anının travmasından, arabada uykuda olanların, uyanık olanlardan daha fazla etkilenmesi misali yani.

Onun için durum budur; bizim ise, içimiz içimizi yemektedir. Bir tarafta avukat gibi sürekli kendisini savunan nefsimiz, öte tarafta adil bir sorgu hâkimi gibi bizi sigaya çekip adalete davet eden vicdanımız arasında sıkışıp kalmışızdır. Vicdanımız, velev ki aklî çıkarımlarla kendimizi haklı çıkarıyor olalım, ‘merhamet’ diye bir kelimenin Allah’ın kalblere koyduğu ‘merhamet’ diye bir gerçek olduğu için varolduğunu hatırlatıp duruyordur üstelik. Gel-gitler yaşanır durur iç dünyamızda. Şimdi gidip “Hakkını helâl et” desek olmaz, diye düşünürüz. Çünkü, ortada ‘maddî’ bir hak varsa, iade edilmesinden sonra helâllik dilemek yakışık alır. Bu ise, ayaklarımızı geri döndürür her keresinde. Ortada maddî bir hak yok da ‘manevî’ bir hak var ise, bir açıdan daha kolay bir durum gibi gözükür bize; ama nefsin süngüsünü indirip burnunu da yere sürterek özür dilemesi o kadar, o kadar zor gelir ki...

İşte o yüzden, bir sebep isteriz. İade edilecek bir hak, dilenecek bir özür olmadan nefis ile vicdan arasındaki sıkışmamızı halledecek; kalbini kırdığımızla gidip barışmamızı temin edecek; o soğuk duracak olsa “ben atacağım adımı attım” diyerek vicdanımızı rahatlatmaya bizi sevkedecek bir sebep. Durduk yerde gidilmez ya. Durduk yerde gidemeyiz. Bir sebep olmalı; uygun bir sebep...

O sebep, musibetlerdir. Kalbini kırdığımız kişinin ya da yakınlarının başına gelen musibetler.

Nefsimizle vicdanımız arasındaki sıkışmışlığın halli için, fırsat kollar dururuz böylece. İçten içe, bir musibet halinin varlığını arzularız yani. Nefsimizin burnunu sürtüp şu dakikadan meseleyi halledemediğimiz için zamana yayar, bir musibet hengâmına bırakırız.

Ağır bir hastalık, bir kaza iyi vesilelerdir. Hele ölüm... Yüreğini yaraladığımız kişinin yaralı yüreği bir sevdiğinin ölümüyle dağılmışken gidip orada bitivermek, fırsat bu fırsat elini sıkmakla kalmayıp sarılıvermek, birkaç gözyaşı, cenaze taşınırken iki omuz vurabilmek, defin esnasında küreğe birkaç kere yapışmak...

Cenaze ortamlarını bu yüzden sevmem. Bir kalb yarasının tedavisi için bir acının beklendiğini hissetmek, ruhumda derin fırtınalar koparır. Bir buluşma ve barışma vesilesi olarak bir acının beklenmesi. Dolayısıyla, bir kurbanın...

Adım atılacaksa, böylesi acılar yaşanmadan atılmalıdır. Nefis ile vicdan arasındaki sıkışmışlık, acıların arabuluculuğuna başvurmadan hallolunmalıdır.

İnsana yakışan budur. Hem, mutmainne nefs bunu tercih eder; levvâme nefis de öyle. Emmâre nefse gelince, onun bize diyeceği bellidir ama, o aklanmamayı hak etmektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum